Sultan Vahideddin Han’a kendisini savunma hakkı verdik mi? “2”

  • GİRİŞ15.03.2018 07:29
  • GÜNCELLEME16.03.2018 07:37

Salı gününden devam;

Sultan Vahideddin Han, tahta çıktığı 4 Temmuz 1918 gününden beridir vatanın kurtulması için elinden ne geliyorsa yapıyor ama bu yaptıkları yetersiz kalıyordu. Sonunda yapmayı planladığı milli mücadele harekâtını Anadolu’da güvendiği paşalar elinden yapmayı planladı ve güvendiği tüm paşaları türlü bahanelerle Anadoluya gönderdi.

 

 

İşte o kötü günleri seneler sonra kurtarmak için elinden ne geliyorsa yaptığı vatanından kovulduktan sonra Mekke’de kaleme aldığı bir nevi hatıralarında anlatmaya çalıştı. 1. Bölümü Salı günü yayınlanan bu hatıraların ikinci bölümü İzmir’İn işgalinden itibaren başlamaktadır:

Diyor ki;

İzmir’in işgali hadisesinin karşısında kabul ettiğim ana yol ve gaye de bundan başka bir şey değildi. Çünkü Yunan askeri tarafından derhal icra olunacağı bildirilen bu işgâl, üç büyük düşman devletin kati ve ani kararına istinad etmekte olduğu gibi, bu vakanın bize tebliği de doğrudan doğruya işaret ettiğimiz bu üç büyük düşman devleti tarafından vuku bulduğu cihetle mesele büyük devletler meselesi şeklinde tecelli etmiş idi.

Hadisenin Yunan meselesi haline dönüşmesi, Yunanistan’daki siyasi vaziyetin değişmesi, ile büyük devletlerin ortak fikri olarak ortaya çıktıktan sonra meydana geldi. Ondan evvel bu mesele, büyük ve galip devletlerce müttefikan kabul olunmuş bu kesin kararın, tebliği mahiyetinde bulunduğu cihetle hakkımızdaki genel öfkenin ortadan kalkmasını bekleyerek (İngilizler bize daha önce de belirttiğimiz gibi, savaşa dahil olarak bitimini geciktirdiğimiz ve daha çok mal ve can kaybına sebebiyet verdiğimiz için öfkelidir.) siyasî teşebbüsler ile yetinmeyi tercih ettirmekte olduğu gibi, işgalin muvaffak mahiyeti haiz olması da zikredilen teşebbüsleri pekiştirir görünüyordu.

Mesele Yunan meselesini aldıktan sonra savaşta mağlup olmamak şartıyla direnmeye ben de taraftardım. Ve nitekim bu his ile Kuvva-i Milliye’ye sempati ile bakan bir takım kabineleri de iktidar mevkiine getirdim. Şu kadar ki, o devirlerde Mustafa Kemâl, tâbî olduğu devlete itaat dairesinden çıkmış ve Anadolu’da pek çok ak sakallı müftülere varıncaya kadar asıp kesmek gibi mezalimiyle milli vazifeler hududunu aşarak milletin başına tahammül olunmaz bir belâ kesilmişti.

Tıpkı İzmir hadisesi gibi Sevr Antlaşması’na ait devletlerin teklifi, Yunanistan’daki siyasi vaziyetin değişikliğinden ve devletlerin aleyhimizdeki şiddetli ittifaklarına halel gelmeden evvel olarak ve hiçbir noktasında iyileştirme teklifine müsaade edilmeyerek yirmidört saat zarfında tamamen kabul veya reddine ilişkin tazyik ve tehditleri ihtiva ettiği suretle, gayet nazik ve tehlikeli bir şekilde vuku bulmuş idi. “Bununla beraber ben Sevr Antlaşmasını katileşmiş bir şekilde kabul etmedim.” Meselenin kesinlik kesbetmesi, Meclis-i Mebusanın kabulünden sonraki tasdikimi beklerken ve hakkıyla anlaşılamayacak sürette hiç de münasip ve mantıklı olmayan bir antlaşmanın devam edemeyeceğini bildiğimden, hakkımızın anlaşılmasına müsaid zamanın gelmesine kadar vakit kazanmak yolunda devam ile antlaşmanın hükümetçe kabulüne taraftar göründüm.

Mondros Antlaşması, İzmir hadisesi, Sevr görüşmeleri gibi müstesna bir nokta-i nazarla telakki vakalardan sonra gelen meselelerde, daima meşrutiyetin gerektirdiği kurallara hareketlerimi uydurdum. Bu sebeple muhtelif kabinelerin, muhtelif ve belki farklı görüşlerine riâyet ettim. Mustafa Kemâl’î, Anadolu’ya gönderen ve bilâhare tabi olduğu devleti tanımadığı cihetle tepelemek için askeri kuvvetlerin sevkine lüzûm gösteren kabinelere müsaade edip, onların suyuna gittiğimde sorumlu olan hükümet ve hükümdarlık makamının karşılıklı münasebetlerine ait meşrutiyetin icaplarından ayrılmamak arzusu ve bazı mecburi sebeplerden ortaya çıkmıştır. Bundan dolayı gerek kabine değişikliklerinde, gerek diğer icraatlarda hareketlerimi belirleyen, efkâr ve şahsi düşüncelerimden ziyade, daima efkâr-ı umumiye veyahut direnişin olmayışı diğer sebeplerden biri olmuştur. Bunun en ziyade delili son Tevfik Paşa kabinesini,  sırf aleyhinde gerçekleşen efkârı umumiye tezahuratını çok samimi olarak bağlı olmadığı için, şahsım ve makamım hakkında kötü niyetleri zahir olan Kemalcilerin İstanbul’da nüfuz tesis etmelerine müsait bulunmasına rağmen, iki seneyi aşkın iktidar mevkiinde tutmamda görülebilir.

Ankara ile İstanbul arasındaki ikiliğin ortadan kalkması işinde bu gibi fedakârlıklarda geri durmamakla beraber, Hilafetin Saltanat’tan ayrılması ve başşehrin İstanbul’dan Anadolu’ya nakli hakkındaki karar ve düşüncelerine uymak elimden gelmemiştir. Bunlardan birincisi İslam alimlerinin malûmu olduğu üzere İslam şeriatına kesinlikle uymamakta ve müvekkilim bulunan peygamber efendimiz hazretlerinin hukukundan feragati de içine alan eylemler benim için uygulayacağım yetki alanımın dışında şeyler olduğu için  İstanbul’un manen teslimi ile Bolşeviklere güzel gösterilmesi mahiyetinde bulunan ikinci düşünceleri de hilafeti İstanbul gibi siyasî ve tarihî bir merkezden mahrum eylemek demek olduğundan dolayı, katiyen kabul edilmesi mümkün değildi. Bu gibi müfrid ve delice arzularına tabi olmadığım için bana vatan haini sıfatını izafe ve isnat edenlerle beraber her akıl ve iz’an sahibinin bilmesi lâzım gelir ki, dünyanın en büyük yer ve mevkii olan Hilafet ve Saltanat makamına fiilen ve veraset ve istihkak ile fiilen sahip olan bir hükümdarı, vatana ihanet gibi bir çirkin suça sevkedecek hiçbir emel ve ihtiras mevcut değildir. Ben o makamların şeref ve haysiyetini muhafaza için muvakkaten tahtımdan, vatanımdan ve huzur ve rahatımdan ayrı kalmayı bile göze aldım. Bu ayrılığın sebebi,  bilhassa büyük savaştan sonra kendi yaptığı işlerin hesabını vermekten korkmak kabilinden olmayıp, belki hiçbir kanuna tâbi olmayan insanlar, elinde müdâfaa ve söz hakkından mahrum bir halde hayatımı göz göre göre tehlikeye teslim etmek gibi emr-i ilahinin ve akl-ı selimin kabul etmeyeceği bir şeyden çekinmek ve hem de “El firaru mimmâ Lâyütak min sünenil mürselîn”, (Takat getirilemeyecek güçlüklerden kaçmak peygamberin sünnetlerindendir.) fetva-ı şerifi üzere peygamberin sünnet-i seniyesine uymaktan ibarettir.

Vatanı müdafa etmek gibi güzel gayelerle hiçbir münasebeti olmadığı halde, Ankara Meclisi’nin kabul ettiği son kararlar üzerine, bana karşı olanlarla aramızda ortaya çıkan ve memleketimiz için hasıl olan son vaziyetleri hülasa ederek derim ki;

Ceddim Osman Gazi’den Yavuz Sultan Selim’e kadar Devlet-i Osmaniye namıyla Türk Saltanatı vardı. Yavuz’dan sonra ise bu saltanat, hilafetin katılımıyla “Saltanat-ı Muhammediye” haline gelmişti.

Şimdi bana haksız olarak vatana ihanet suçunu isnad edenler hilafet makamını hukuk ve nüfuzundan tecrit ve faaliyetlerini durdurarak bu “saltanat-ı Muhammediye’yi yıkmışlar ve yalnız vatanlarına değil, bütün İslam âlemine ihanet etmişlerdir. Ben devleti tehlikeden korumak için bilhassa büyük savaşa iştirakimizdeki aşırılıkların acısını tattıktan sonra, dış siyasetteki bana laf atanların tabiri ile korkarak, yani itidâl ve ihtiyat ile hareket ettim. Daha doğrusu vakit kazanmak için icap ederse, kendimi fadâ etmeye karar verdim. Bu dikkatli ve ölçülü hareketler karşısında karşımda duran muhataplarımın aşırıya kaçan ve ne olursa olsun isabet ve başarıyı neticelendiren olur ise, şahsen ben kaybedeceğim. Fakat devlet kazanacaktı. Hâlbuki onlar, devlete, İslam saltanatını kaybettirdiler.

Eğer benim bir hatam var ise, din ve devletin bu derece tahrip ve bazı müstesna şahsiyetlerden başka bütün bakanlar ve alimler ve akıllılar ve memleketin ileri gelenleri tarafından ses çıkarılmayacağnı ve bazı hasis menfaatler mukabilinde gizli ve aşikâr sûretlerde yardım edileceğine ihtimal vermememdendir. Ben devletin hayat ve mematıyla herkesten fazla alâkadar olan aydınlık ve temiz milletimin vazife-i vataniye ve vicdâniyelerini bu derece suistimal etmeyecekleri hakkındaki hüsn-ü zannıma ait olan hatamı itiraf ederim.

Netice-i kelâm olarak şurasını beyân ederim ki, hilafet meselesinin neticelenmesi dini, kavmiyeti, vatanı şüpheli ve karışık askerîden ve diğer sınıflardan oluşan bir az miktardaki kötü niyetli kişiler ile kısmen zorlayıcı ve mecbur eden, kısmen hadiselerin iç yüzünden habersiz olarak iğfal edilen halinde bulunan beş altı milyon masum Müslüman Türk kavminin selahiyeti dâhilinde olmayıp bu üç yüz milyonluk İslam âleminin tamamıyla ilgili en büyük meseledir. Bundan dolayı şimdi ben, Ankara’da ve İstanbul’da verilen fuzûli ve zorlayıcı hükmü asla kabul etmeyerek hakkımda reva görülen iftiraları isnad edenlere kemal-i nefretle red ve iade ederek, memleketin ırk ve mezhep ayırmaksızın bütün ahalisinin saadet ve refahından başka bir emeli olmayan ve adalet ve itidalin hâkim olmasını isteyen müsterih bir kâlp ve vicdan ve hak ve hakikatin mağlup edilemeyeceğine dair kavi bir iman ile sevgili vatanıma geri dönünceye kadar, mübarek toprakların ezelden arzulayıcısı olduğum Mekke ve Medine’de ve şimdilik Beytullah civarında vakit geçiriyorum.

Beni Allah’ın beldesine ulaştıran şu sevinmemi engelleyen muhacirlik ile Hilafet’in Saltanat’tan ayrılması teklifine karşı sebât ve mücadelem, şahsi nasibimi ve ahiret yükümü teşkil edecektir.

Misafir olduğum mukaddes Arap beldelerinin yüce hükümdârı ile temiz halkı tarafından gerek benim hakkımda ve gerek vatandan ayrılmış diğer hemşehrilerim hakkında gösterilen misavirperverliği şükür ile yâdettiğim gibi sahip oldukları temiz ve seçkin asalete uygun bir şekilde hareket eden Şerif Hüseyin ile muhterem ailesinin ferdlerinin şan ve şereflerinin yücelmesini ve bu sayede mukaddes Arap beldelerinin ve temiz sakinlerinin tarihe değer veren mazileriyle lâyık oldukları değere mazhar olmalarını da cidden temenni ederim.

İstanbul’dan ayrıldığımdan sonra bu ilk beyannamemdir. Vesselâmu alâ menittebeal hûda!

(Hidayete tâbi olanlara selâm olsun…)

e ya tarafında gerek benim hakımda ve gerek vatandan ayrılmış diğer hemşehrilerim hakkında gösterilen misavirperv

                                                                       “Sultan Abdülmecid Han’ın oğlu        

                                                                       Sultan Mehmed Vahideddin Han”

 

Evet, böyle demektedir son zamanların en büyük vatan haini sıfatı ile tarih kitaplarındaki yerini almış kişi…Bu konuda suçlu mevkiinde bulunan hainin! düşüncelerini ve Arabistan’da bulundağu zamanlarda adamlarına yazdırdıklarına hiçbir ekleme ve yorum yapmadan sizin değerlendirmenize bırakıyorum.

 

Muhabbetle…

 

 

 

 

 

 

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat