Tarih’ten Hicret’i silmek

.

  • GİRİŞ25.02.2017 09:50
  • GÜNCELLEME27.02.2017 07:29

İnsanlığın ufkunu saran İslam’ın çağdaş dünyaya ve günümüz insanına kurtuluş teklifi, özellikle ve ısrarla gündemden düşürülmekte ve bir asırdır başsız kalan Müslümanların ibadet olarak kavramlaştırılan ortak etkinliğini bozmak için dünya güçleri büyük çaba sarf etmektedir.

Batılı devletlerin işgallerine ve Batıcı yapılandırmalarına / sistemlerine maruz kalan İslam milleti, geçen bir asırda “Hilafet”in kaldırılışıyla, siyasi gücünü tamamen yitirmiş ve medeniyetini de yıkımdan koruyamamıştır. Büyük bir örgütsüz kitle halinde Batılı devletlerin tahakkümü altında kalan İslam milleti, maddi ve manevi sömürüye tabi tutulmuştur. Sömürgecilik, en çok da manevi gücünü yitirmesine yol açmıştır.

İslam milletinin bugün İslam’ın kaynaklarıyla sahih bir bağ kuramaması, modernizasyonun dayattığı kopuştan sonra geçmişiyle problemli hale gelmesi ve yeni yetişen kuşakların İslam’ın boşalttığı manevi alanda çaresizliği, İslam’ın çağdaş dünyaya ve günümüz insanına kurtuluş teklifini sahiplenmekten da uzak bırakmıştır. Üniversiteler ve medya, Batıcı anlayışa terk edildiğinden son bir asırda İslam ülkesinin aydın kuşakları gittikçe ülkenin aleyhine İslam karşıtı bir pozisyona yığılıp kalmaktadır.

İslam milleti, başında bulunan Batıcı aydınların aymazlık ve ihanetleri yüzünden Batı’nın sömürgesi olmaktan ve her geçen gün İslam Birliği idealinden uzaklaşmaktan kurtulamamaktadır. Eğitim başta olmak üzere, bütün kültür kurumları, batıcılığın propaganda üssü konumundadır. Türk Tarih Kurumu, kurulalı 80 yılı aşmasına rağmen tarih ilmi ve Türk tarihi ile ilgili olarak, ciddi bir metodoloji kitabının yazılmamış olması, bu sömürge tarih perspektifini kullanma durumunu kanıtlar niteliktedir. Miladi Takvim’in kullanılması, tarihin üçlü sisteme göre tasnifinin sürmesi ve Latin alfabesini kullanmadaki inat ile sağlıksız toplum haline gelmemizde aydının görevini yapmamasının payı büyüktür.

İslam milletinin sömürüye mahkumiyetinde eğitim, kültür, sanat, medya ve buraları dolduran aydının olumsuz rolünü iyi kavramak için tarih perspektifine dikkat etmek yeterlidir: Gerek akademik ve gerekse medya ya da amatör tarih çevreleri, Batı’nın dayattığı üçlü sistem paradigmasından hareket ederek tarihî sürecini, Eskiçağ, Ortaçağ ve Yeniçağ şeklinde dönemlere ayırmaktadırlar.

Batı’nın dayatması sonucu, neredeyse insanlık tarihinin ortak bir paydası hâline getirilen bu üçlü sistem, ilk defa Katolik Kilisesi’nin babası Aurelius Augustinus’un (354-430) Kitâb-ı Mukaddes’i esas alarak yaptığı bir tarihî süreci taksimdir.  Ardından gelen diğer Hıristiyan din adamları, bu geleneği devam ettirmişler ve Hz.İsa’yı merkeze yerleştirerek Hz. İsa öncesi ve sonrası olarak bu tarih taksimini olgunlaştırmışlardır. Bu gelenek ve mirastan hareket eden, Alman teologu ve tarihçisi Christoph Cellarius(1634-1707) bu üçlü sisteme son şeklini vererek bugünkü haline getirmiştir.

Bugün İslam ülkelerinde üniversitelerde ve medyada geçerli olan sözkonusu tarihin üçlü sisteme göre tasnifinin, ortaya çıkmasında ve dünyaya dayatılmasında etkili olanların tamamına yakınının Katolik veya Protestan din adamı olmaları, İslam milletinin aydınlarını hiç rahatsız etmemektedir; tarihi üçlü sistemle tasnif, İslam milletinin geçmişle yaşadığı problemlerin kaynağını oluşturmasına rağmen umursamamaktadırlar. Katolik veya Protestan din adamları, sistemin içini doldururken, tamamen Hıristiyanlık dini ve Avrupa coğrafyasıyla alakalı olayları tercih etmişlerdir; böylece günümüze kadar gelen “Avrupa Merkezci Tarih” kurgusunun en önemli ayaklarından birini ortaya çıkmışlardır. İslam ülkesindeki aydınlar, kendi tarihlerini de (yani İslam tarihini de) sözkonusu üçlü tarih tasnifinden geçirmekte, İslam tarihini de Ortaçağ ve Yeniçağ şeklinde dönemlere ayırmaktadırlar. Dahası İslam milletinin aydınları, Batı’nın Ortaçağ’ının karanlığının İslam tarihi için de geçerli olduğunu savunmaktadırlar.. İncil’in yerine Kur’an-ı Kerim’i, Hz.İsa’nın yerine Hz.Muhammed’i (s.a.v.) ve Hıristiyanlığın yerine de İslam’ı rahatça koyabilmekte, kolay, yüzeysel ve biçimci yaklaşımlarla Batı’nın dayattığı laikliği, seküler bilimi ve düşünceyi ya da Batıcı ideolojileri savunabilmektedirler.

Oysa “Avrupa Merkezci Tarih” kurgusu olan, tarihî süreci Eskiçağ, Ortaçağ ve Yeniçağ şeklinde dönemlere ayıran sözkonusu üçlü sistem, “dinî”, “bölgesel” ve tamamen “keyfî” bir tasarımdır. Bu üçlü sistem, başta insanlık tarihi olmak üzere Hıristiyan Batı Avrupalı olmayan milletlerin tarihleriyle hiç örtüşmemektedir. Aynı şekilde İslâm Tarihi’ni de karşılayamamaktadır. Bu kalıba sokularak kurgulanmak istenen İslâm Tarihi, bu şekilde sığlaştırılmakta, âdeta fakirleştirilmekte, hatta tahrif edilmektedir.

Tarihten Hicret’i silmek, İslam milletinin oryantasyonunu bozmak demektir; Kur’an-ı Kerim’in belirlediği temporal perspektif olan İslam tarihi kavrayışını, lokal perspektif olan vatan anlayışını, aksiyon perspektif olan hakikat medeniyetini İslam milletinin elinden almaktır. Bundan dolayı, İslam tarihçileri ve İslam milletinin aydınları, kendi tarihî süreçlerine uygun, Hicret’i merkeze koyan çağ taksimini gündeme alarak gerekli çalışmaları yapmaları, İslam tarih yazımı geleneğini keşfetmeleri gerekmektedir.

Toplumlar, aydınlarıyla düzelir ve bozulurlar; kültürden ve sosyal oryantasyondan onlar sorumludur çünkü. Aydınlar, 21. yüzyıla girerken, Batı merkezli bilim ve düşünceyle konfor arayışına düşerse, İslam ülkesinin geleceğinin aydınlık olduğu söylenemez. Ekonominin ve siyasetin toplum aleyhine bozulması, kültürün yabancı kültür kalıplarıyla dolması, kendi kültür kalıplarımızın hızla ölmeleri, yıprananların onarılmaması ve yenileyememesi tamamen aydın boşluğunun göstergeleridir.

 

 

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat