İslamcılığı’nın eksen kayması problemi

.

  • GİRİŞ07.10.2019 09:54
  • GÜNCELLEME08.10.2019 09:13

Sezai Karakoç, Osmanlı Devleti’nin 1918’de kapanıp tarih sahnesinden çekilişini ve Cumhuriyet’in ilanını ‘Mehmet Akif’ kitabında  şöyle tasvir etmiştir: ‘’Bir doğum sancısından ölen analar gibi Devlet ölürken, doğan çocuk yaşadı ve ölü ananın memelerinden süt emerek gelişti.’’ (s.27)

 

 

İmkansız görünen Milli Mücadele, Müslüman aydınların öncülüğünde zaferle sonuçlanacaktır: ‘’İstanbul, papaz karası bulutlarla kapalıyken, Anadolu'da Doğu ufuklarında büyüyen bir fecir beyazlığı halinde Milli Kurtuluş başladı. Ateş hattında hep İslamcılar konuştu; tek aksiyon onlarındı.’’ (s.27 - 28). Ne var ki ‘’savaş bitince yani devletin alacağı biçim ve toplumumuza verilecek şekil söz konusu olunca, yine ortaya dökülen ve liderleri çevreleyen batıcılar oldu ve devrimlere karakterini onlar verdi.’’(s.28) 

Milli Mücadele’nin yönetildiği Ankara’daki Meclis’in ‘’tasfiyesi ile İstanbul İslamcılığı da tasfiye olur. Pür seküler ve pür garpçı bir siyaset hakim hale gelir. İnkılapçı değişim yöntemi benimsenir. İslamcılıkla beraber İslam da ciddi anlamda tasfiyeye uğrar.’’  diyerek Ergun Yıldırım,  bu tarihi gerçeği vurgulamaktadır.  

 

 

 

KOPUŞ, PARÇALANMA VE YABANCILAŞMA: KEMALİST DEVRİMLER

 

Sezai Karakoç, bütüncü bir yaklaşımla İttihat Terakki ve Cumhuriyet Halk Partisi iktidarlarını batıcı politikaları nedeniyle tek bir süreç olarak açıklamaktadır. Bu nedenle de Akif’in hayal kırıklığından söz eder: ‘’Arka arkaya devrimler yapılır ve Türkiye batılılaştırılırken Akif’in bu tutuma prensip olarak katılmadığı ve hayal sukutuna uğradığı bir gerçektir.’’ (s.29)  Dolayısıyla Akif başta olmak üzere Ankara’daki İslamcı aydınların Milli Mücadele sonrasında yaşadıkları hüsranı ‘Mehmet Akif’ kitabında  anlatan Sezai Karakoç’un, Kemalist devrimler dönemine getirdiği analiz oldukça derinlikli ve özgündür: ‘’O savaşın ruhani havası, semavi imkan ve fırsatları çarçabuk kayboluyor ve batıcıların öteden beri işlediği düşünce yapısından mıdır, yetiştirdikleri kadronun köşebaşlarını tutmuş olmalarından mıdır, Osmanlıların son yüzyıllarda hep BatI karşısında gösterdikleri yenilginin doğurduğu aşağılık duygusundan mıdır, yoksa daha çok savaş boyu çekilen maddi sıkıntılar ve teknik eksikliklerin bir an önce tamamlanması için duyulan isteğin aşırılığa götürülmesinden midir, yoksa, en çok, var veya yok olmanın ruhta açtığı travmatik tesirle, Batı'nın, ancak kendinin istediği biçime giren bir toplumu yaşatacağı, aksi takdirde, bugün olmazsa bile yarın mutlaka yeryüzünden sileceği korkusundan ve bunun karşı mefhumu kayıtsız şartsız batı sevgisi ve hayranlığından mıdır, yoksa en doğrusu, nefretle hayranlığın iç içe geliştiği, birinin hemen öbürüne çevrilebileceği bir "medeniyet karasevdası" şeklinde zuhur eden ruh (s.29) karmaşası ve kamaşmasından mıdır nedir, -bu nokta sosyolog ve tarihçilerin tetkikine değer-, bir bati romantizmi alıp yürüdü ve devrimlere silinmez damgasını vurdu.’’ (s.30).

 

Batılılaşma, modernleşme ve çağdaşlaşma olarak kavramlaştırılan olgu, kopuş, parçalanma ve yabancılaşmadan başka bir şey değildir: ‘’Yerli Islam kültür ve ruhu ihmal edildi ve hatta bütün kuruluşlar onun iptali yönünde işletilir oldu. Bütün Müslümanların birleşmesi bir yaz rüyası gibi kaçıp gitmişti. Ateş içinden kendi eliyle alıp çekicin altına sürdüğü kızgın demir başka bir şekil alıyordu.’’ (s.30)

 

20. yüzyıl Türkiye’sini şekillendirecek olan bu devletin ve toplumun kıblesini değiştirme çabası, kendi medeniyetinin yıkılışı ardından düşülen bozgun da gelecek kuşakları yabancılaşma boyutunda etkileyecektir: ‘’Doğan çocuk anasını tanımıyorsa, başını alıp bilinmeyen bir yöne savuşmasından başka bir şeyi kalmamıştı ananın. Her şey yabancılaşmıştı. Yeni, fakat kendine yabancı bir kuşak, bir yapı yükseliyordu’’ (s.30).

 

Ergun Yıldırım, ‘’Bir dizi inkılaplardan sonra İslam’ın yokluğuyla bir boşluk doğar’’ diyerek bu olguyu sosyolojik ifadesine kavuşturur. İslam artık eğitim, yargı. medya ve kültürel iktidardan uzak tutulacaktır. Böylece İslamcı aydının kökü kazınmış; olanlar da Türk Ceza Kanunu’nun 163. Maddesi, laiklik yasası gereği siyaset alanına çıkamamıştır.

İSLAMCI SİYASET VE PARTİLER

İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya iki kutuplu hale getirilirken Türkiye’de de 1946’da iki partili sistem kurulacaktır.

İktidardaki CHP; ikinci partiyi de içinden çıkaracağı kadrolarla DP’yi muhalefet partisi olarak örgütleyecektir.

Böylece iki partili sistemde İslamcı aydınlar siyasal sistemin dışında bırakılırken, muhalefet de İslam ile temellendirmekten uzaklaştırılacak ve tamamen sekülerleşecektir; İslam Partisi kurulamayacağı gibi muhafazakar partiler laiklik ilkesine muhalefet suçundan kapatılacaktır.

İslamcı aydınlar, bütün bu olumsuz koşullara rağmen dergiler yoluyla kadrolaşıp parti kurma girişimleriyle siyaset yapmaya çalışmışlardır. Dergilerin çevresinde oluşan kadrolar, İslamcı partilerin insan kaynağı olmuştur.

Nitekim Necip Fazıl Milli Görüş partilerinin ilki kabul edilen Milli Nizam Partisi’nin tüzüğünü oturup eliyle yazmıştır. 1969’da kurulan parti iki yıl sonra kapatılmış; yerine sırayla Milli Selamet Partisi (MSP), Refah Partisi (RP), Fazilet Partisi (FP) ve Saadet Partisi (SP) kurulmuştur. Bu partiler kapatılıp kuruldukça tüzüğüyle oynanmıştır. Milli Görüş Partilerindeki tüzük değişimi, AK Parti’nin tüzüğüne kadar varmıştır. Bunu tespit etmek için Fazilet Partisi tüzüğüyle AK Parti tüzüğü karşılaştırılabilir..

NECİP FAZIL’IN PARTİ TEŞEBBÜSÜ: BÜYÜK DOĞU CEMİYETİ

Müslüman aydınlar, laiklik kanunu nedeniyle siyaset yapamaz hale getirilince, Necip Fazıl Kısakürek tarafından Büyük Doğu (1943-1978 yılları arasında) dergisi çıkarılıp İslamcı hareket yeniden başlatılmıştır. Necip Fazıl Kısakürek İslamcılığın ikinci dönem kurucu lideridir. Dergi yazarları kendilerine "Büyük Doğucular" olarak adlandırmıştır. Dergi İslami bir bakış açısına sahiptir ve İslam birliğini savunmaktadır.

Necip Fazıl Kısakürek’in başkanlığında 28 Haziran 1949 tarihinde Büyük Doğu Cemiyeti kurulmuştur. Bu Necip Fazılın parti kurma teşebbüsüdür. 8 Ekim 1950 tarihinde Necip Fazıl’ın başkanlığında Cevat Rifat Atilhan, Abdurrahim Zapsu, Ömer Karagül, Celalettin Sığındere, Şükrü Çelikay, Şükrü Üçışık, Haluk Nur Baki, Lütfi Bilgen’den oluşan genel idare kurulu üyeleriyle partileşme çalışmaları başlamıştır. Cemiyetin teşkilatlanma çalışmalarını Cevat Rifat Atilhan ve Abdurrahim Zapsu yapmıştır.

Cemiyetin nizamnamesinin birinci maddesinde, “Siyasî, harsî ve ahlâkî Büyük Doğu Cemiyeti kurulmuştur. Merkezi İstanbul’dur. Şimdilik hiçbir yerde şubesi yoktur. Cemiyet dilediği zaman ve mekânda, vatanın her tarafında şube açmak hakkını mahfuz tutar” denilmektedir.

Cemiyetin ileride partileşeceği ikinci maddede belirtilmiştir: “Cemiyet evvelâ bir çekirdek halinde teşekkül edecektir. Hedef ruhunu bütün vatan ağacına aşılamak için başlangıçta sadece fikrî ve harsî sahada faaliyet göstermektir. Buna rağmen bütün hak ve imtiyazlarıyle siyasî bir partinin kanun çerçevesinde malik bulunduğu iş ve aksiyon yolunu da, dilediği zaman ve mekânda faydalanmak üzere elde tutar.”

Ne var ki Necip Fazıl’a kurulan komplolar yüzünden kapatılınca parti girişim düzeyinde kalmıştır.

YÜCE DİRİLİŞ PARTİSİ

Büyük Doğucu olarak yetişen Sezai Karakoç da ‘'Diriliş''dergisini (1960-1992 yılları arasında) farklı zaman aralıklarında toplam 7 dönem olarak çıkarmıştır. Dergi yazarları kendilerine "Dirilişçiler" olarak adlandırdı. Sezai Karakoç’un bugüne kadar toplam 56 kitabı yayınlanmıştır. Diriliş dergisi de İslami bir bakış açısına sahiptir ve İslam birliğini savunmaktadır. 

Sezai Karakoç 1990 yılında Diriliş Partisi''ni kurup genel başkanlığını yapmış, bu parti 1997''de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmıştır. Parti 2007 yılında Yüce Diriliş Partisi adıyla yeniden kurulmuştur. Sezai Karakoç, faaliyetini sürdüren bu partinin internet sitesinde her cumartesi günü ülkemiz ve İslam Dünyası''nın sorunlarıyla ilgili konuşmalar yapmaktadır.

Diriliş, mütevazi imkanlar ve olağanüstü çalışmalar sonucu ortaya çıkan bir dergi olmasının yanında İslam davasını omuzlayan, müslümanların uyanması, birliklerini kurması, İslam Medeniyeti''nin yeniden gerçekleşmesi için her türlü çileyi ve zorlukları göze alan bir hakikat akımıdır.

 

İSLAMCILIĞIN EKSEN KAYMASI

Sezai Karakoç, Akif’in, Afgani, Abduh ve İkbal gibi ‘’düşünürlerin tesiri altında kalışı mübalağa edilmiştir’’ tespitini yapmaktadır. Akif ‘’adeta, bu fikir adamlarının ortaya attığı fikirlerin Türkiye'deki bir müdafi, o ekollerin bir şairi gibi gösterilir’’ (s.23) demektedir.

Ergün Yıldırım da İatanbul İslamcılığını değerlendiriken de ‘’Kutup ve Mevdudi’nin kitapları tercüme edilerek fikirleri de yaygınlaşacak’’ tespitini yaparak İstanbul İslamcılığının Hint ve Mısır İslamcılıklarının tesiri altıda kalışını mübalağa etmiştir: ‘’İslamcılık yatak değiştirecek’’ demektedir.

Oysa Cumhuriyet döneminde Mehmet Akif Ersoy, Yahya Kemal Bayatlı, Necip Fazıl Kısakürek ve Sezai Karakoç’un temsil ettiği İstanbul İslamcılığı’nın kendi tezi vardır; o Hint ve Mısır İslamcılıklarının taklitçisi değildir.

Milli Görüş partileri avamileştirerek bir aydın hareketi olan İstanbul İslamcılığı’nın yatağı değiştirilmiştir. ‘’Hakimiyet kayıtsız şartsız milletidir.’’ demek devletin kurucusu İslam milletidir demektir. Cehalet yüzünden hakimiyet meselesi kolayca istismar edilmiştir: ‘’Hakimiyet tezi, tevhit ile özdeşleşerek politikleşecek. Devleti tamamen karşısına alan ve dışlayan bir söylem haline gelecek. İçinde derin ötekileştirmeyi taşıyan tekfir tutumuyla senli benli olacak. Islah ve tecdit yerine devrimci bir değişme yöntemini öne çıkacak.’’ demektedir Yıldırım.

Necip Fazıl ve Sezai Karakoç çizgisinden 1977 sonrasındaki kopuşla Milli Görüş partileri daha da avamileşecektir: ‘’Kırsal alandan kentlere inen muhafazakar aile çocukları için Kutup, Şeriati ve Mevdudi’nin dinamik İslam yorumları cazip gelecek. Kendilerine yeni bir İslam kimliği inşa etmeleri için bu kaynaklara koşacaklar. Türkiye’nin radikal İslamcılığı bu sosyolojiden doğar.’’ derken Yıldırım, yerli kaynaklardan kopuşa ve doktrin boşluğunu tercümeyle doldurma gayretine vurgu yapmaktadır.

‘’İslamcılık sonunda radikalleşecek.’’ diyen Yıldırım, İstanbul İslamcılığı’nın yatak değiştirmesini sosyolojik bir olgu olarak tespit etmektedir: ‘’1979 İran İslam Devrimi ile beraber bu radikalleşme daha da artacak. Riyad ve Kahire eksenine bir de Tahran ekseni eklenecek. İstanbul İslamlaşması tamamen Kahire, Riyad ve Tahran İslamcılığına dönüşecek. Zaten tasfiye edilmesiyle doğan boşluğu bunlar dolduracak.’’

21.YÜZYILDA İSLAMCILIK

İslâmcılık kavramı, 1873-78 yıllarında Alman asker Franz von Werner  ve Alman Yahudisi Arminius Vambery  tarafından ortaya atılmış, Fransız gazeteci Gabriel Charmes marifetiyle yaygınlaştırılmıştır. Tarihçi Kemal H.Karpat, “İslâm’ın Siyasallaşması” adlı eserinde İslâmcılık kavramının İngiltere ve Rusya’nın özel çabalarıyla büyütülüp yaygınlaştırıldığından bahsetmektedir. İslâmcılık kavramının ortaya çıkışı, yüzyıllardır İslâm dünyasının hâkimi ve koruyucusu rolünü üstlenen Osmanlı Devleti’nin Batı karşısında içine düştüğü buhranla doğru orantılıdır.

Ergün Yıldırım, ‘’İki binli yıllardan itibaren ciddi bir iç eleştiri ve Osmanlı İslamlaşmasının kaynaklarıyla yeniden tanışma arayışı başlayacak. İstanbul İslamlaşması ve Osmanlı modernleşme perspektifi, bugün yeniden kendimiz üzerinde düşünmenin yeni imkanlarını sunuyor. İstanbul İslam tecrübesinin modern vizyonunu önümüze koyuyor. Bu vizyon sadece Türkiye’deki İslam için Balkanlar, Mezopotamya ve Kafkaslar için de çok önemli bir seçenek olarak yükselmeye başlıyor. Türklerin İslam ile tarih içinde kurdukları müspet ilişkiden ilham almakta, sufi bir ruh taşımakta ve modern dünya ile tecdit çerçevesinde bir düşünmeye çağırmaktadır.’’ demektedir.

Ergün Yıldırım, İstanbul İslamcılığı’nı günümüze kadar taşıyan Mehmet Akif Ersoy, Yahya Kemal Bayatlı, Necip Fazıl Kısakürek ve Sezai Karakoç çizgisini niçin yok sayıyor? Ergün Yıldırım’ın sözünü ettiği çağdaş İslam düşüncesini ihya ve tecdit çerçevesinde yeniden ele alma işi zaten Diriliş düşüncesiyle yapılmıştır.

Ergün Yıldırım başta olmak üzere sosyologlar İslam’ın muhalefetin temelinden alınışını, siyaset kültürünün sekülerleştirilmesini mutlaka çalışmalıdır. Dindarlığın, takvanın yerini partizanlık mı almıştır? Siyaset her şey haline mi gelmiştir? Siyasette dış politika ve ekonomi öne çıkarılırken kültür sanat ve düşünce arka plana mı atılmıştır? Cevaplanması gereken pek çok soru var..

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat