Numan Kurtulmuş: Toplumların kök hücresi aile

Aile; milletin kurucu unsuru, devletin yapı taşıdır. Eğer biz kök hücre mahiyetinde olan aileyi sağlam bir şekilde sürdürür, koruyabilir, desteklersek diğer toplumsal çözülmeleri de onarabilecek şifayı toplumun içerisinde canlı tutmuş oluruz.

ABONE OL
GİRİŞ 26.08.2020 07:35 GÜNCELLEME 26.08.2020 07:35 SİYASET
Numan Kurtulmuş: Toplumların kök hücresi aile
Numan Kurtulmuş: Toplumların kök hücresi aile

AK Parti Genel Başkanvekili Numan Kurtulmuş’un 14 Ağustos 2020 tarihinde Memur-Sen ve Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi’nin ortaklaşa düzenlediği “Aile Kongresi”nde yaptığı konuşma metnidir.

 

Toplumların nüvesini teşkil eden ailenin korunması, geliştirilmesi ve gelecek nesillere taşınması konusundaki fikirlerin müzakere edilmesine ne kadar çok ihtiyacımız olduğunu, her geçen dün daha iyi fark ediyoruz.

Medeni birikimimiz içinde eşsiz bir değeri olan aile; ilk insandan bu yana devam eden insani bir değerdir. Savaşlar, salgın hastalıklar, kıtlık, yoksulluk gibi ağır insani krizlere rağmen yeryüzündeki varlığını her zaman sürdürebilmiş, en küçük ve en dayanıklı insani dayanışma örneğidir. İnsan, evrendeki yalnızlığını ve faniliğini, en yakın çevresi olan ailesiyle yatıştırır. Aile; milletin kurucu unsuru, devletin yapı taşıdır.

 

Aile konusu, “insan”ı tefekkür etmeden konuşulamaz. Cenabı Allah, kâinatı yoktan var etti. Kendi varlığıyla kâinattaki bütün mahlûkatı yarattı. Yaratılışın temelindeki üç temel hususun varlığı, dikkat çekicidir. Yaratılış sanatının her bir noktasında var olan kusursuz ahenk, mükemmel denge, muhteşem, benzersiz harmoni, bizi düşünmeye sevk eder. Ahenk, denge ve harmoni, birlikte olduğu için kâinat, Allah’ın yarattığı kurallar çerçevesinde kusursuz bir uyum ile varlığını sürdürmektedir. Bütün kâinatın ve mevcudatın, “sünnetullah” dediğimiz bu yaratılış ilke ve kuralları içerisinde varlığını sürdürmesi, yaratılışın hikmetlerindendir.

Aynı şekilde eşrefi mahlûkat olarak kâinata gönderilen, zübde-i âlem, yani bütün kâinatın özü-özeti olan insan ise “fıtrat” denilen temel kural üzerinde yaratılmıştır. Allah nasıl ki evreni başıboş bırakmadıysa, yarattığı ve âlemin özü olarak kâinata gönderdiği insanoğlunu da fıtrat üzerinde yaratmış ve fıtrata uygun hareket etmesini ona tavsiye etmiştir.

FITRAT, YARATILIŞIN ANA EKSENİDİR

Bunun özünde, ilk ana-babamız Âdem ve Havva’dan gelen fıtratın temel özellikleri vardır. Tüm insanlık bir anne ve babadan yaratılmış ve ondan sonra şubelere, kabilelere, kavimlere ayrılarak daha iyi bilişsinler, anlaşsınlar diyerek yeryüzünün farklı yerlerine dağıtılmışlardır. Sadece Âdem ve Havva değil kıyamete kadar gelecek olan tüm insanların bu kâinatta iyi bir şekilde yaşamalarının anahtar kavramı; fıtrata uygunluktur ve kendi çevrelerini insan fıtratına uygun şekilde inşa etmeleri gerekir. Dolayısıyla bu kilit kavramın, aile çalışmalarında yer alması gerektiğini ifade etmek isterim. Yaratılıştan kaynaklanan bir konu üzerinde konuşuyorsak bunun temeli fıtrattır.

Sınırlarını ve kurallarını henüz bilmediği dünyada hayatta kalabilmek, ilk insanın ancak fıtrata uygun hareket ederse gerçekleşeceğini keşfettiği ilk hakikattir. Böylece ilk insandan bu yana fıtrat üzere yaşamak, insana ve yeryüzüne selamet getirmiştir. Fakat ilk insanın hemen ardından insan fıtratını değiştirecek, insan fıtratına aykırı ifsat ve fesat hareketleri de gelişmiştir. Dolayısıyla temel vazifemiz; fıtrata uygun bir insanlık oluşmasını temin etmek, sapmaları önlemek, ifsattan ve bozgunculuktan insanlığı korumaktır.

Fıtrat, yaratılışın ana eksenidir. O eksenden saptığınız zaman yaradılıştaki ahenk, denge ve harmoni unsurlarının dışına çıkmış olursunuz. Aile, toplumu inşa eden ilk birimdir. Hangi toplumda olursak olalım, hangi dinin mensubu olursak olalım, hangi kültürün evladı olursak olalım, hangi çağda olursak olalım, bu hakikat değişmez; aile, toplumun temelidir. Bu hakikat, birinci yüzyılın ailesi için de böyleydi, son yüzyılın ailesi de aynı hikmetleri taşıyacaktır.

Tabii ki zamanın şartları değişecek, tabii ki zamanın değişen şartları içerisinde insanların ihtiyaçları da değişecektir. Ama insanların ihtiyaçlarını sınırsız hevâ ve hevesler çerçevesinde değil de fıtratın bize verdiği anahtar çerçevesinde değerlendirirsek, kendi varlığımızda, toplumda ve evrende huzur ve esenliğe ulaşabiliriz.

İnsanoğlunun yaratılıştan bu yana tekrar ederek gelen yapısında, bir kadın ve bir erkekten oluşan aile yuvası yer alır. Aslında aile, toplumların kök hücresidir. Tıpta kök hücre vasıtasıyla bozulmuş ve yıpranmış hücreleri yenilemek nasıl mümkünse, ailede de toplumun şifreleri saklıdır. Eğer biz kök hücre mahiyetinde olan aileyi sağlam bir şekilde sürdürür, koruyabilir, desteklersek diğer toplumsal çözülmeleri de onarabilecek şifayı toplumun içerisinde canlı tutmuş oluruz.

Aile aynı zamanda insanlığın ilk mektebidir. Hayata ve dünyaya ilişkin hangi temel meseleleri öğrendiysek, ilkin aile çevremizden öğrendik. Sevgiyi, saygıyı, dayanışmayı, yardımlaşmayı, merhameti, empatiyi, yoksulu gözetmeyi ve bir arada yaşayabilme kültürünü ilk mektebimiz olan aileden öğrendik. Dolayısıyla bu ilk mektebin çatısını çok sağlam bir şekilde kurmak ve devam ettirmek mecburiyetindeyiz.

GELECEĞİMİZİN AYNASI

Aile aynı zamanda yarınların çekirdeğini taşır, geleceğimizin aynası ve teminatıdır da. Çağın artık küresel olarak geçirdiği sert dönüşümler ve dayatmalar çerçevesinde ailenin yıpranması, yıpratılması, aile üzerinde negatif bazı spekülasyonların ortaya çıkartılması ya da aileye alternatif bazı yeni arayışların ortaya konulması, milletlerin geleceğini ortadan kaldıracak en sinsi, en kahredici saldırılardandır.

Aile içerisinde kadın ve erkeğin, birbirlerine karşı rakip, birbirlerinin düşmanı, birbirlerinin hasmı olmadığı geleneğe sahibiz. Kadın ve erkek birbirine rakip ve düşman olarak değil, cinsiyet rolleri üzerindeki farklılıkları tartışan bireyler olarak değil birbirini tamamlayan, birlikte sevgiyi, muhabbeti ve meveddedi oluştursunlar diye bir araya gelmiş olan Allah’ın iki değerli kuludur.

Kadının erkeğe, erkeğin de kadına zerre miktarı üstünlüğü yoktur. Kadın ile erkeğin haklarının eşit olduğunu öğreten çok sağlam bir gelenekten geliyoruz. Hazreti Ali Efendimizin “Ey Malik, bil ki insanlar iki sınıftır; ya yaradılışta eşindir ya dinde kardeşindir” buyruğunu hiç unutmamalıyız. Fırsat eşitlikleri anlamında da, kâinatın nimetlerinden istifade etmek anlamında da yaradılışta eş olan kadın ve erkeği, birbirine düşman ve rakip hale getiren zihniyet tehlikeli bir zihniyettir.

Bütün bunlarla birlikte, özellikle 19. yüzyılda sanayileşme ve hızlı şehirleşme ile birlikte Batı dünyasında çok hızlı gelişen, bugünün post modern anlayışları çerçevesinde çok daha hızını arttırmış olan baş döndürücü bir değişim sürecinden hiç şüphesiz aile de etkileniyor. Olumlu etkilendiği tarafları olduğu gibi, olumsuz etkilendiği taraflarını da hepimiz biliyoruz.

Allah’a binlerce şükür, diğer dünya ülkeleriyle kıyaslandığında çok iyi bir durumdayız. Ama artık, geçmişteki o geniş ailelerin iyice küçüldüğü, ufaldığı, atomize olduğu bir süreçteyiz. İnsan, geçmişte insani olarak bilinen her şeye hızla yabancılaşmakta, uzaklaşmakta, ilgisizleşmektedir. Günümüzde felsefenin baş etmekte zorluk çektiği en büyük sorunlardan birisi modern insanın yalnızlığıdır.

Sanayileşmeyle birlikte şehirlerde milyonlarca, hatta bazı şehirlerde on milyonlarca insanla birlikte, kitleleşmiş kalabalıklar içerisinde yaşayanlar, geniş ailenin eski desteğini kaybetmekle birlikte, Tocquaville’in deyimiyle adeta “kumsaldaki bir kum tanesine dönüşmüş” gibidir.

Günümüzde “güvensizlik” meselesi de aile kurumunu sarsan önemli gelişmelerdendir. İnsan insanın kurdudur diyen zihniyetin bakış açısında, insan için kendisi dışında herkes “öteki”dir. Sevgi, saygı ve sorumluluk bağlarını zedeleyen bu güvensizlik, bir güve gibi, insanın diğer insanlarla ve en önemlisi ailesiyle olan ilişkilerini yiyip bitirmektedir. Zaten yalnızlaşmış olan birey için evlilik ve aile artık şüpheyle bakılan bir tür külfet olarak görülebilmektedir. Ayrıca evlenme yaşının giderek yükselmesi, hele hele evliliklerin bu çağın gerekleri içerisinde yerinin olmadığını söyleyen çevreler tarafından lüzumsuz ve gereksiz bir kurum olarak addedilmesi, insanların aileye alternatif birtakım kurumlarla da hayatta kalabileceklerinin empoze edildiği görüşlerin yaygınlaşması, kuşkusuz günümüzde aile için önemli handikaplardandır.

Bütün bu çerçevede farklı disiplinlerin bir araya gelerek, insanın ve ailenin geleceğine dair, insanın ve dünyanın doğasıyla uyumlu çözümler üzerinde zihin yormaları gerekiyor. Bilimsel çabalarla siyasi, sosyal, dini ve kültürel çabaların buluşması gerekiyor. Çağa dair maruz kaldığımız dönüşümleri de asla ıskalamadan, geleneksel aile yapımızı nasıl koruruz, nasıl geliştiririz, aileyi sonraki nesillerimize kök hücremiz olarak nasıl miras bırakabiliriz sorusuna zihin yormamız gerekiyor.

Aileyi koruyup kollarken aynı zamanda aile ve aile değerlerini berhava edecek marjinal, sıra dışı ve bir anlamda milletimize ait her şeye karşı olan bazı fikirlere, bazı sinsi ideolojilere, insanı ve aileyi değersizleştirmeyi hedefleyen bazı yaklaşımlara karşı da sonuna kadar dikkatli olmamız gerekiyor. Bu bağlamda, milletimizi, çocuklarımızı, gençlerimizi korumak konusunda dikkatli olmalıyız. Çünkü biliyoruz ki, bu tür yaklaşımlar geleneğimizin ifadesiyle “ekinleri ve nesli mahveden” zihniyetlerdir.

Kadın ve erkeğin karşılıklı olarak cepheleştirildiği rekabet anlayışını bir kenara koymak ve kadın ile erkeğin birbirinin tamamlayıcısı, birbirinin yardımcısı, destekçisi olduğu fikrini yeniden tazelemek zorundayız. Kadın ile erkek; ana-baba ve evlatlar olarak birbirini sevgiyle, saygıyla, şefkatle sarmalayan ailenin temel direkleridir.

Bu çerçevede aileyi yeniden geniş aile olarak genişletecek yeni çalışma ve önerilere ihtiyacımız olduğu açıktır. Özellikle son küresel salgın sırasında bir kez daha gördük ki; dünyanın birçok yerinde yaşlı insanlar, anneler, babalar, dayılar, halalar, büyük nineler, büyük dedeler tek başlarına ve çaresiz bırakılarak, ölüme terk edilirken, milletimiz aile değerlerinin çok sağlam olması dolayısıyla bütün fertlerine sahip çıktı, hatta kendisinden çok ailesinin büyüklerini korudu. Allah’a binlerce kere şükrederiz.

Milletimizin aileyi esas alan ve kutsal bir kurum olarak gören bu irfanını kaybetmemek, müspet geleneklerimizi çok daha canlı bir şekilde diri tutmak, ihya etmek sosyal sorumluluklarımızdandır. Örneğin akrabalık ilişkileri, komşuluk, yaşlıların ziyaret edilmesi, bayramlaşmalar, önemli günlerde geniş ailenin yeniden buluşabilmesi, nesillerin birbirleriyle hasbihal edebilmeleri, insanlığımızı kaybetmeden devam ettirebilmek adına, sürdürmemiz gereken geleneklerdendir. Bu özellikler aynı zamanda bizi güçlü bir toplum haline taşır.

Aileyi bu anlamda da geliştirip korurken, geniş anlamda ekonomik bir değer olarak da ele alacağız. Aile aslında aynı zamanda önemli bir ekonomik kurumdur. Bir ekonomik kurum olarak ailenin canlandırılması, aile gelirinin arttırılması gibi konular özellikle aile ödenekleri ve aile yardımları üzerinden sosyal politika tedbirlerinin geliştirilmesi önem kazanmaktadır. Bunu daha da ileriye taşıyarak, bir ekonomik birim olarak ailenin gücünü artırmak, özellikle dünyanın ve Türkiye’nin içinde bulunduğu şartlar bakımından önemli bir sorumluluk alanı haline gelmiştir. Bu çerçevede, geniş aileyi bir yük olarak değil, bir değer olarak görmek durumundayız. Geniş ailenin de önümüzdeki süreçte Türkiye’de yeniden canlanacağını, yeniden daha güçlü bir hale geleceğini ümit ve temenni ediyorum.

KADINA KARŞI ŞİDDET İNSANLIK SUÇUDUR

Türkiye’de ya da dünyanın herhangi bir yerinde aileyi ele alıyorsak, aileyi kadın ve çocuk haklarından ayrı ve bağımsız olarak ele alamayız. Kadın haklarını sonuna kadar savunmak, kadına karşı şiddete sonuna kadar karşı çıkmak, kadına karşı şiddet gösteren birisinin değil bir adam, bir insan bile olmadığı bilinciyle şiddetin bütün yollarını kapatmak mecburiyetindeyiz. Zaten kadına karşı şiddet, bizim toplumumuzun nefretle yaklaştığı bir meseledir. Kadına karşı şiddetin bir insanlık suçu olduğu konusunda hiç bir şüphe yoktur.

Kadına karşı şiddettin toplumumuzun bir özelliğiymiş gibi gösterilmesini de şiddetle kınadığımı ifade etmek isterim. Kadına karşı şiddet bir insanlık suçudur hiç şüphe yok. Kim kadına karşı şiddeti herhangi bir şekilde, herhangi bir formuyla savunuyorsa, tecavüzden istimara kadar, dayağa kadar, öldürmeye kadar, bırakın adam olmayı insan bile değildir. Buna sonuna kadar karşıyız, insanlık suçu olduğunu söylüyoruz. Ama sanki bu konuda genelleme yaparak kadına karşı şiddettin toplumumuzun genel bir özelliğiymiş gibi gösterilmesini de asla doğru bulmadığımı ifade etmek isterim.

Aile değerlerini korurken hiç şüphesiz kadın haklarını da sonuna kadar savunacağız. Kadın haklarının geliştirilmesi, kadının hem ekonomik, hem sosyal olarak daha ileri bir statüye yükselmesi, kadınların çalışma ve eğitim hayatına daha güçlü bir şekilde katılması, kadınların siyasal temsil bakımından çok daha güçlü noktalara gelmesi, AK Parti olarak parti politikalarımız arasında yer almış ve kadına yönelik ciddi kazanımların önü açılmıştır. Tüm bu olumlu çaba ve kazanımlara rağmen, Türk milletinin kadına karşı kategorik olarak şiddet uyguladığını ifade etmek ise kuşkusuz kötü niyetten başka bir şey değildir.

Kadın; bizim medeniyetimizde ayaklarının altına cennet serili annemizdir, Allah’ın narin ve nazenin emaneti olarak kız kardeşimizdir, eşimizdir, gözümüzün nuru kızımız, evladımızdır. Kadın, bunların da öncesinde insandır, Allah’ın şerefli bir kuludur.

Kadına yönelik şiddet eleştirisi yaparken, kuşkusuz aile içi şiddetin dünyadaki en karanlık, en kirli, en ahlaksız şiddet türü olduğunu da zikretmek zorundayız. Aile içi şiddeti ya da kadına karşı şiddeti savunan her kim varsa insanlık suçu işliyor demektir. Bununla birlikte, aile içi şiddetin sanki Türk milletinin günlük hayatta yaşadığı ahval-i adliyeden bir şeymiş gibi gösterilmesini de doğru bulmadığımızı ifade etmek istiyorum.

Aile meselelerini dile getirirken, çocuk hakları konusuna da ayrıcalıklı bir yer vermek zorundayız. Böylece; anne, baba, çocuklar ve geniş aile içinde herkesin sorumluluklarını bildiği, herkesin haklarını da sonuna kadar kullandığı ama bunu bir çıkar çatışması veya mütareke anlayışı ile değil de, aynı çatı altında, aynı yuva içerisinde, uyum, ahenk ve harmoni içerisinde “kapsayıcı aile” anlayışıyla gerçekleştirdiği bir aileyi inşa etmek hepimizin, toplumumuzun vazifesidir.

Bu alanda ortaya çıkan çözülmeleri, bozulmaları, yıpranmaları, yanlışlıkları görecek, bunları tedavi edeceğiz. Yanlışlıklar var diyerek o yanlışlıklar üzerinden genellemeler yapılması doğru değildir. Çok şükür ki; Türkiye’de aile yapısı henüz dağılmış, tükenmiş değildir. Dünyada ve Türkiye’de aile yapısını değersizleştirmeye, özgürlük karşıtı bir kısıtlılık olarak tarif etmeye, aileyi dağıtmaya yönelik sinsi ideolojiler ve sapkın davranışlara rağmen, Allah’a çok şükür, Türk toplumunun en sağlam yapısı aile yapısıdır. Kök hücremiz sağlamdır, kök hücremiz kıyamete kadar sağlam kalmaya devam edecektir.

YORUMLAR 5
  • PAŞA 44 3 yıl önce Şikayet Et
    Kök hücre aile diyorsunuz ama şuan ailenin temel taşı olan anne evinde değil dışarıda çekirdek neslimizi kreşler ve yetiştirme yurtları yetiştiriyor gerisini siz düşünün..
    Cevapla
  • meraklı 3 yıl önce Şikayet Et
    Haydi bismillah. Numan beyin bu çok olumlu medeniyetimiz ile de uyumlu olan görüşlerinin sonucu İstanbul sözleşmesinin büyük çoğunlukla gözden geçirilmesine ve düzeltilmesine veya tamamen çekilmesine sebep olur inşallah . Yoksa millete beyanat verip karar merkezinde sessiz kalmak çok üzücü bir hal alır
    Cevapla
  • aile 3 yıl önce Şikayet Et
    aileyi gerçek manada düşünüyorsak kadınların zıvanadan çıkmasını engellemeliyiz. net.
    Cevapla
  • Mehmet 3 yıl önce Şikayet Et
    Bizim kültürümüz insanın kendi sınırını bilmesiyle başlar, Batı'da ise yuları üstünde hayvan gibi, canı ne isterse ordan yer, talan eder. Sabırla aile üstüne titrenmelidir.
    Cevapla
  • Özcan 3 yıl önce Şikayet Et
    Madem aile yapısını düşünenler İstanbul sözleşmesini savunuyor. Ne garip olay
    Cevapla

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR