Mehmet Akif Ersoy kimdir? İstiklal şairi Mehmet Akif Ersoy'un bilinmeyen hayatı
büyük dava ve fikir insanı Mehmet Akif Ersoy’u, vefat yıl dönümünde yeniden anılıyor. Peki İstiklal Şairi Mehmet Akif Ersoy nasıl bir hayat yaşadı, İstiklal Marşı'nı nasıl yazdı? İşte merak edenler için Mehmet Akif Ersoy'un biyografisi...
ABONE OLİsmini en çok duyduğumuz ama ne yazık ki en az tanıdığımız isimlerden biri Mehmet Akif Ersoy. İdeal insan, vatandaş, aydın duruşu anlaşılamamış ya da anlaşılmaya ihtiyacı vardır. Yeri geldi kürsüde bir hatip, yeri geldi köy köy milli mücadelenin önemini anlatan bir aydın, yeri geldi bürokrat ve yeri geldi ders veren bir mütefekkir oldu. Atatürk’ün özel isteğiyle tefsir yazdı. Dili kalbine tercüman olan şair, aynı zamanda mütevazı ve samimi bir insandı. Hayatı tevazu içinde geçti ve yalnız bir şekilde veda etti…
Anadolu’nun bağımsızlık savaşına en yakından şahit olan ve şiirleriyle ölümsüzleştiren İstiklal Şairi Mehmet Akif Ersoy, 1873’te İstanbul Fatih’te dünyaya geldi. Babası, devrinin ünlü alimlerinden Fatih Medresesi hocalarından Hafız Tahir Efendi’dir. Osmanlı’nın son kuşağına yetişir Mehmet Akif. Bir taraftan milletin her geçen gün üstüne yenisi eklenen acılarına tanıklık eder, diğer taraftan babasının verdiği terbiyeyle büyür.
İLK OKUDUĞU ESER LEYLA İLE MECNUN
Okul çağına gelince babası boynuna kitapları asıp onu mahalle mektebine gönderir. Küçük Akif çok zekidir, dinlediğini asla unutmaz. Ama yine de haylazlıklarıyla mektep hocasının sabrını da taşırır.
Babasının da etkisiyle kitap okumayı çok sever. İlk okuduğu eser, Leyla ile Mecnun’dur. Ortaokulda Türkçesini ve Fransızcasını ilerletir. Şiire merak sarar.
14 yaşlarındayken babasını, kısa bir süre sonra çıkan yangında da evini kaybeder. Kız kardeşi ve annesinin sorumluluğu da artık onun omuzlarındadır.
Ortaokuldan sonra Mülkiye’ye gider fakat orada durmaz. 1889’da Halkalı Baytar Mektebi’nde üstünde beyaz önlük, hayvan anatomisiyle içli dışlıyken bir yandan da şiirler yazar.
Fakülteden birincilikle mezun olur. 25 yaşında evlenir.
İlk 3’ü kız olmak üzere 6 çocuğu olur. Cemile, Feride, Suat, İbrahim, Emin ve Tahir...
Meşrutiyet’in ilanının 10’uncu gününde İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girer. Memleketi saplandığı bataklıktan kurtarmak için irşad ve eğitim faaliyetleri yapmak istemektedir. Ancak büyük bir gizlilik ve katı bir disiplin içinde çalışan bu siyasi cemiyete girmek için kayıtsız şartsız itaat şartına karşı, “Ben yalnız doğru bildiğime uyarım” şartını koşar. Bu da büyük yankı uyandırır.
Balkan Harbi yenilgisinin olduğu günlerdir. Bayezid, Fatih ve Süleymaniye camilerinde halkı irşad için vaazlar verir. Bir yandan da edebi çalışmalarını sürdürür. Şiirleri, yazıları ve tefsir çalışmaları çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanır. Aynı yıl, çalıştığı dairenin müdürü Abdullah Bey’in haksız yere görevinden azledilmesine kızar. Baytarlık Dairesi Müdür Yardımcılığı görevinden istifa eder. Sonra çeşitli vesilelerle seyahatlere çıkmaya başlar.
Birkaç aylığına Mısır’a gider. Yaşadıklarını Berlin Hatıraları’nda anlatacağı seyahatini de bu dönemde yapar. Aynı yıl Arabistan’a da gider. 4,5 ay kalır. Seyahatleri daha çok İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin verdiği görevlerle ilgilidir. Bu ziyareti sırasında Medine’yi ikinci defa ziyaret etme fırsatını da elde etmiş, önemli bir eseri olan Necid Çöllerinden Medine’ye şiirini bu ilhamla yazmıştır.
Yâ Nebî, şu hâlime bak!
Nasıl ki bağrı yanar, gün kızınca, sahranın;
Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın!
Harîm-i pâkine can atmak istedim durdum;
Gerildi karşıma yıllarca ailem, yurdum.
“Tahammül et!" dediler... Hangi bir zamana kadar?
Ne bitmez olsa tahammül, onun da bir sonu var!
Gözümde tüttü bu andıkça yandığım toprak;
Önümde durmadı artık, ne hânümân, ne ocak...
Yıkıldı hepsi... Ben aştım diyâr-ı Sûdân'ı,
Üç ay "Tihâme!" deyip çiğnedim beyabanı.
İstiklal Savaşı’na katılmak için Anadolu’ya gelir. Önce Eskişehir, oradan Balıkesir’e gider. Zağnos Paşa Camii’nde halka vaazlar verir, savaşa katılmaya çağırır. Ardından trenle Ankara’ya geçer. Hacı Bayram Veli Camii başta olmak üzere bulunduğu yerlerde vaazlar vererek halktaki vatan sevgisini pekiştirir.
Genç Akif; artık şiirle daha çok vakit geçiriyor, yazıları dergi ve gazetelerde yayınlanıyordu. İttihat ve Terakki’nin verdiği görevle Yemen’e gönderildi. Çanakkale Savaşı’nın sonucunu Yemen’de öğrendi. O gece, “Bir hilal uğruna ya Rab ne güneşler batıyor” dizesiyle hafızalara kazınan Çanakkale şiirini kaleme aldı.
Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle “Bu: Bir Avrupalı!”
Dedirir- yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasının ardından TBMM’ye Burdur Milletvekili olarak girer.
Maarif Vekaleti, İstiklal Marşı güftesi için müsabaka açmıştır, 500 lira da mükafat konur. Ne var ki yarışmaya 700’den fazla şiir gelmiş fakat hiçbiri bekleneni vermemiştir. Maarif Vekili Suphi Tanrıöver ve Milletvekili Hasan Basri Çantay başta olmak üzere Meclis’ten bir grup arkadaşı bunu Mehmet Akif’ten isterler. Büyük şair ısrarlara dayanamaz. Taceddin Dergahı’na kapanır.
Bir sabah ezan okunurken, içinden taşan ani bir ilhamla yatağından kalkar ve kağıt kalem hazırlamayı bile beklemeden eline geçirdiği bir bıçakla duvara kazımaya başlar:
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen Alsancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak
O benim milletimin yıldızıdır parlayacak
O benimdir, o benim milletimindir ancak
İstiklal Marşı Meclis’te dört defa okunur ve ayakta alkışlanır. 12 Mart 1921’de resmen kabul edilir. Akif, mükafat olarak zorla verilen 500 lirayı Kızılay’a bağlı hayır kuruluşuna bağışlar. Büyük Taarruz günlerinde düşman İzmir’e doğru kovalandığında Ankara’da duramaz. Oğlu Emin’i de yanına alarak cesetlerle dolu savaş alanlarını dolaşarak Bilecik’e kadar gider. Bülbül şiirini o günlerin ilhamıyla yazmıştır.
Ne zillettir ki: nâkûs inlesin beyninde Osman’ın;
Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ’nın!
Ne hicrandır ki: en şevketli bir mâzi serâp olsun;
O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!
Çökük bir kubbe kalsın ma’bedinden Yıldırım Hân’ın;
Şenâatlerle çiğnensin muazzam kabri Orhan’ın!
Ne haybettir ki: vahdet-gâhı dînin devrilip, taş taş,
Sürünsün şimdi milyonlarca me’vâsız kalan dindaş!
Yıkılmış hânmânlar yerde işkenceyle kıvransın;
Serilmiş gövdeler, binlerce, yüz binlerce doğransın!
Dolaşsın, sonra, İslâm’ın harem-gâhında nâ-mahrem…
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!
Savaşın ardından ailesiyle birlikte Ankara’dan İstanbul’a döner. Ekim ayında da Mısır’a gider. Daha sonra ailesini de yanına alarak 11 yıl burada kalır. 1935’in Temmuz ayında rahatsızlanır. Hava değişimi için Lübnan’a, oradan da Antakya’ya geçer. O sıralarda şehir Fransa’nın yönetimindedir.
İSTANBUL'UN CAMİLERİNİ GÖRÜNCE GELEN GÖZYAŞI...
1936’da yurda gelmek için yola çıkar. Vapur Çanakkale’den geçerken ve İstanbul’un camileri göründüğü zaman kendini tutamayarak hüngür hüngür ağlar. Mısır Apartmanı’nda kendisi için hazırlanmış daireye yerleşir.
"ALLAH BİR DAHA BU MİLLETE İSTİKLAL MARŞI YAZDIRMASIN"
Bir gün arkadaşlarının, “Acaba İstiklal Marşı yeniden yazılsa daha iyi olmaz mı” şeklinde konuştuklarını duyar. Başını heyecanla kaldıran büyük şair, “Allah bir daha bu millete İstiklal Marşı yazdırmasın” diye haykırır.
Ve son an gelip çatar… 27 Aralık 1936 Pazar akşamı. Saat 19.45... Ruhunu Hakk’a teslim eder.
Bayezid Camii’nde üniversite gençliğinden oluşan bir grubun omuzunda defnedilir.
"YA ÖLÜM YA DA ONA YAKIN BİR FELAKET..."
Bir gün yakın arkadaşlarından Mikdat Cemal’e oturmaya geleceğine dair söz verir. Ama o gün çok kar yağar. Kimse dışarı çıkamaz. Saatlerce yol yürüyen Akif, Cemal’in kapısına yönelir. Ona göre, sözünde durmamak “ya ölüm ya da ona yakın bir felaketle maruz görülebilir.”
Sözünün eri olmakla bilinen Mehmet Akif, buluşmaya mazeretsiz katılmayan bazı arkadaşlarıyla uzun süre görüşmemiştir.
Baytar mektebinden arkadaşı Hasan Tahsin Bey’le anlaşma yapar. Kim önce ölürse hayatta kalan kişi onun ailesine bakacaktır. Hasan Bey önce vefat eder. Büyük şair sözünde durur ve onun 3 çocuğunun bakımını üstüne alır.
O kadar şöhrete rağmen hep sadeliği ve yalnızlığı tercih etmiştir. Vefatında yanında sadece birkaç dostu vardır. Cenazesini de birkaç üniversite öğrencisi defneder… ‘İstiklal Şairi’ni son yolculuğuna uğurlamaya devlet erkanından kimse katılmaz.
Zaten vatanına o kadar hizmet etmesine rağmen, gördüğü baskılar yüzünden de Mısır’a gitmek zorunda kalmış, sonradan vatan hasretine dayanamayıp yurda dönmüştür. İnandığı doğrulardan asla vazgeçmemesi ve hakkı söylemekten çekinmemesi bazı çevrelerde rahatsızlığa sebep olmuştur. Akif’in cevabı ise müthiştir:
Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdadıma saldırdı mı, hatta boğarım!
-Boğamazsın ki!
-Hiç olmazsa yanımdan kovarım.
Üçbuçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam;
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale;
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale!
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Adam aldırmada geç git! , diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!
Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu...
İrticâın şu sizin lehçede ma'nâsı bu mu?
"KENDİNİ GÖNÜLLÜ SÜRGÜN ETMİŞ"
Sürgün günlerini duyduğu kadarıyla anlatan torunu Selma Argon, yıllar sonra dedesinin Mısır günleri için, “Dedem kendini gönüllü sürgün etmiş” der.
Ne yazık ki, sonradan gelenler Akif’in emanetine sahip çıkmaz.
1991’de Beyoğlu’nda bir evin kiracıları kirayı ödemedikleri için sokağa atılırlar. Onlar, Mehmet Akif’in kızı ve torunlarıdır. 1985’te Üsküdar Belediyesi, emekli maaşıyla geçinmeye çalışırken hastalanan, zor ve bakımsız günlerin ardından gözlerini hayata kapayan adamın cenazesi ortada kalmasın diye tüm masrafları karşılar. O adam, Mehmet Akif’in torunudur. 1962’de Cağaloğlu’ndaki bir köşe yazarının odasına üstü başı eski, kirli sakallı biri girer. Adını söyledikten sonra yazardan kendisine yardım etmesini ister. Köşe yazarı, karşısındaki adamın içler acısı halinden dolayı büyük üzüntü duyar. Cüzdanını uzatarak adama istediği kadar para almasını söyler. O da uygun bir miktarda para alarak iki büklüm uzaklaşır. Birkaç ay sonra, köşe yazarının gözüne gazetede bir haber çarpar. İstanbul sokaklarında bir çöp bidonunun yanında bulunan cesetten söz ediliyordur. Fotoğrafa dikkatle bakar köşe yazarı. Bu kişi odasına para istemeye gelen adamdan başkası değildir. Emin Ersoy, Mehmet Akif Ersoy’un oğlu… Hazin olayı aktaran, Emin Ersoy’un durumuna bizzat şahit olan gazeteci Çetin Altan’dır.
Bu saydıklarımız, İstiklal Marşı’na karşılık verilen ödülü almayan ve ticarete malzeme yapmamak için kitabına da eklemeyen Mehmet Akif’in ailesinin yaşadığı drama sadece birkaç örnekti… Akif’in şu dokunaklı dizeleri, adeta bu hali anlatır gibidir:
Ağlarım, ağlatamam
Hissederim söyleyemem
Dili yok kalbimin
Ondan ne kadar bîzârım.
Hayatındayken de Akif hep zorluk içindeydi. Paltosu dahi olmadığı için kışın bile ceketle dolaşmak zorunda kalan Mehmet Akif, arkadaşından ödünç aldığı paltoyu giyerdi. Bir gün arkadaşının, “Akif Bey hiç olmazsa kendine bir palto alsaydın” sözü üzerine darılıp onunla iki ay konuşmadı.
İstiklal savaşına destek vermek için Anadolu’ya gittiğinde ailesini yalnız bırakmak zorunda kaldı. Eşi ve çocukları maddi zorluk içinde o günleri atlatmak zorunda kalırlar.
Vatanı için en ağır bedelleri tereddütsüz ödeyen Akif, vefatından çok yıllar sonra hak ettiği değeri görmeye başladı... İstiklal Şairi’nin Edirnekapı Şehitliği’ndeki kabrini her yıl binlerce kişi ziyaret ediyor ve yurdun dört bir yanında onu anmak için etkinlikler düzenleniyor.