1930'dan 'acayip bir' açık film ilanı

Türk Milli Eğitiminin yıllar önce ders kitabı olarak okuttuğu kitaplarda, eski gazete ve dergilerde o kadar malzeme varki. Gazeteci Fikri Akyüz, Yeni Aktüel'de arşiv yapraklarını aralıyor

ABONE OL
GİRİŞ 23.08.2011 14:50 GÜNCELLEME 23.08.2011 14:50 Dergiler
1930'dan 'acayip bir' açık film ilanı

Fikri Akyüz'ün yazısı

VAY POZAVAK VAY!

Türk Milli Eğitiminin yıllar önce ders kitabı olarak okuttuğu kitaplarda öyle malzemeler var ki yaz yaz bitmez..

Örneğin:

Örneği vermeden aklıma şimdi gelen bir anekdot aktarayım. Üstelik milli eğitimle alakalı.. Lisede hocalarımızdan biri demişti ki:

“Bir daha ‘örnek’ kelimesini ağzınıza almayacaksınız. Zira örnek, Ermenice bir kelimedir. ‘Misal’ diyeceksiniz. Bu kelimeyi hangi pezevenk dilimize musallat ettiyse Allah onun belasını versin”.

O gün bir arkadaşımın Ermenice bilen babasına sormuştum. Gerçekten örnek sözcüğü Ermeniceden dönüşerek dilimize yerleşmişti. Ermenice “orinag”, numune anlamındaydı.

Üniversite yıllarında da öğrendim ki, hocamızın kızdığı o “pezevenk” Ermeni miydi bilmiyorum ama pezevenk sözcüğü de Ermeniceydi(!). Pozavak sözcüğünden evrilmişti. Ermenice “poz”, fahişe; “avak” ise baş anlamına geliyordu. Yani fahişelerin başı..

Hocamı görsem ve bu “örneği” kendisine versem bu kez bana “Ulan moruk beni utandırdın” der mi, bilmiyorum. Ama demez, çünkü “moruk” da Ermenice!.

Evet yukarıda bir örnek verecektim. Veriyorum:

1977 yılında Milli Eğitim Basımevi’nce yayınlanan “Lise III Edebiyat” isimli kitabın 292. Sayfasından bir paragraf:

Nişantaşı, Moda, Etiler gibi semtlerde minare görülmez, ezan duyulmaz. Böyle olunca burada ikamet edenlerin Türk olma şuurunun gittikçe azaldığını yıllar sonra göreceğiz”

Evet kitapta aynen böyle yazıyor. Minare, ezan kısmına girmiyorum. Ben sadece şu “Burada oturanların Türk olma şuuru..” diye başlayan kısmına değineceğim.

Kitabın müellifi muhtemelen, yıllar sonra ulusalcılık diye bir akımın başlayacağını öngöremedi. Zira yaşıyorsa “yıllar sonra” buraların neredeyse “Türk ulusalcılığının” kalesi olduğunu en azından 12 Haziran 2011’de görmüştür!

SÖZCÜKLERİN GEÇMİŞİ GELMİŞİ

Şimdi size bir cümle kuracağım.. İşte bu cümlede yer alan boldlanmış sözcüklerin hepsi aynı kökten geliyor:

“Askerliğimi piyade er olarak yaptığımda koğuştaki bazı hempalar sehpaya papuçlarını dayamış vaziyette birbirlerine nasıl payanda olacaklarını konuşuyordu. Kendilerine asker payesi verilen bunlar eğitim saatlerinde ise paytak paytak yürüyerek askerlik görevinin ilelebet payidar kalamayacağını düşünüyordu ama disipline gitmekten dolayı da paçaları tutuşuyordu.”

Açıklayayım: Ayak, Farsçada pa veya pay demek.. Paytak, ayak askeri; piyade ise paytak’ın Türkçeye evrilmiş hali..

(Tekrarlıyorum paytak, “ayak askeri” demek.. Yani “asker ayağı” ile karıştırılmasın. Asker ayağı’nın etimolojisini bilmiyorum ama halk arasında vesayetin Türkçesi olarak biliniyor. Gerçi asker her zaman ayakla iş yapmaz, bazen direkt “el koyar”!.)

Sehpa’nın aslı ise “sepa”. Bunu öğrendiğimde gayriihtiyari “Demek arada he yok ha..” dediğimi de hatırlıyorum. Evet “se” Farsçada üç demek.. Yani “Üç ayak”.. (Gerçi evimdeki sehpa dört ayaklıydı.. Bir İranlı arkadaşım geldiğinde sehpanın bir ayağını kırmıştı. Sehpa, “men özüme dönirem” diyerek işte o zaman sepa olmuştu!.)

Hempa, hani hemcins (aynı cins) sözcüğünde gördüğümüz üzere “aynı ayak” yani ayakdaş demek..

Papuç’un aslı “papuş”. Ayak giysisi demek..“Beyler buna serpuş derler..” cümlesini hatırlayacaksınız.. O da malum, baş giysisi demek..

Payanda, ayakta duran; paye ise ayak yerine geçen demek..

Payidar sözcüğü ise ne yazık ki konuşma dilinde ilelebet payidar olamadı, sadece inkılap tarihi kitaplarında geçiyor. Ayakta kalan demek..

Paça, malum.. Kelle-paça’dan da tahmin etmişsinizdir. (Paça çorbası o kadar lezizdir ki yiyince kelleyi bilmem ama kesin “kafayı da yersiniz”.)

Ha bir de paten, patika, patinaj, patik sözcükleri var ki hepsi bir şekilde “ayağı” çağrıştırıyor. Ama bunlar Yunanca.. Muhtemelen Farsçadan Yunancaya geçmiş..

Evet bakın bu paftada (Buradaki pa’nın ayakla ilgisi yok!) hem piyade dedim, böylece askere selam gönderdim. Hem de serpuş, payidar kelimelerini kullanarak Atatürk’ü anmış oldum. Böylece “Bırak bu ayakları yobaz herif” diyecek olanların önünü keserek köşemin hakkını da vermiş oldum(!)

KELİMELERDEN SERBEST ÇAĞRIŞIM

“SİGARA” deyince aklıma “börek” sözcüğü; “yufka” deyince aklıma “un” sözcüğü geliyor? Ve çıkan kelime bu kez aklıma bakın hangi başka kelimeyi getiriyor.. Yani…

Un > UN (Birleşmiş Milletler-United Nations) > New York > Nevşehir  > Peribacaları > Cin > Tonik > Tunik > Etek > Sarı > Taksi > Durak > Aytaç > Sucuk > Afyon > Kocatepe > Cami > İmam > Hatip > Dicle > Diyarbekir > Hacıbekir > Şekerleme > Öğle > Arası > Ekmek > Peynir > Kaşar > Eski > Yeni > Harman > SİGARA

BİR ADET MAÇ YORUMU

Madem işi siyasetçilere bırakmayıp “arşivimi açtım”, madem samanlıkta iğne arıyoruz, devam edelim..

Tarih 3.12.1998.. Juventus-Galatasaray maçı oynanıyor. İnterStar televizyonunda spiker maçı anlatıyor ve kelimesi kelimesine aynen şöyle diyor:

“Biliyorsunuz Juventus, Galatasaray’a çeşitli oyunlar yaptı. İtalya da zaten Apo’ya kucak açmıştı. Biz milletçe İtalya’yı bu yüzden boykot ediyoruz. Ama PKK’ya kucak açan İsveç’i unutuyoruz. Ericsson hangi ülkede üretiliyor? İsveç’te.. İşte bu Ericsson’un ortaklarından biri de Türkcell.. Dolayısıyla Türkcell’e de boykot uygulamak vazifemizdir”

Tekrar ediyorum, bu yorum maç esnasında tribünden birinin mikrofonlara yansıyan bir “yorumu” değil; spikerin “maç yorumu”..

Şunu da ekleyeyim; zira bilmeyenler olabilir.. İnterStar’ın bağlı olduğu grubun şirketlerinden biri de Telsim’di!.

90’LI YILLAR

90’lı yıllarda bir ilçenin itfaiye müdürlüğünün girişinde üç sözcüğün yazılı olduğu bir levha görmüştüm.

Yazıyı okuyunca böğrümde yangın çıkmış, söndürebilmek için kendimi denize atmıştım! Denizin suyu buz gibi olduğu için aynı akşam bu kez ateşim 38’e çıkmıştı!

Yazı şuydu: “MEMLEKET ALEVLER İÇİNDE..”

Sonra düşündüm: bu uyarıdan maksat neydi ve bu uyarıyı “yaptıran” acaba kimdi?

Genelkurmay olamazdı; zira itfaiye müdürlüğü bildiğim kadarıyla “kollama ve koruma” görevi üstlenen bir kurum değildi.

Olsaydı hukuk fakültesinde hocalarımız Erdoğan Teziç ve Süheyl Batum bunu bize sınavda sorardı!

 DSİ’ye nazire olsun diye de olamazdı; zira DSİ’nin “Memlekette sular durulmuyor” diye bir uyarı levhası koyduğunu zannetmiyorum.

Hah, şimdi buldum: 90’lı yıllar “hortumculuğun” revaçta olduğu bir dönemdi. Muhtemelen “Ey hortumcular, memleket alevler içinde.. Siz kalkıp bize 100 metre hortum bile hibe etmiyorsunuz” demek istemişlerdir!

GÜZELLİĞİN BEŞ PAR’ETMEZ

3 Ekim 1934 tarihli Yedigün dergisinde Selim Tevfik isimli gazeteci Dünya Güzeli Keriman Halis ile röportaj yapmaktadır. Tevfik, soruyu bakın nasıl sormaktadır:     

“Ülkemize iktisap ettirdiğiniz namütenahi gururlar veçhile, gördüğünüz hudutsuz alakalar, nihayetsiz ikramlar, büyük hürmetler, derin meftuniyetler ve samimi hüsnü kabuller, taç ve tahtınıza beslediğiniz muhabbeti her halükarda gün geçtikçe arttırıyordur herhalde kraliçe hazretleri?”
Neriman Hanım'ın içine mehtap vurmuş birer zift kuyusu gibi parıldaya parıldaya derinleşen gözlerinin siyahlıkları zifirileşti:
"Umduğunuz gibi değil beyefendi. Vakıa kraliçelik çok şerefli bir şey. Kraliçe olmak milli bir vazifemizdir. Fakat bütün rahatım kaçtı. Şimdi sokağa her adımımı atacağım zaman içimde kalabalık bir sahneye ilk defa çıkacak acemi bir sanatkar heyecanı duyuyorum adeta...O kadar dikkatli bakıyorlar ki...Vakıa, bakmak haklarıdır.”

Evet Selim Tevfik’in yaptığı röportajın soru ve cevapları böyle..

Yani öylesine soru cümleleri ki neredeyse “Kraliçe Hazretleri” değil de haşa “Hazreti Keriman Halis”  diye hitap ediyor. Bu, bir uç..

 Şimdi ise bazıları diğer bir “uç”u uyguluyor. Misal, “Kız hepsi senin mi?” diyor.

Evet ben bu röportajdan şu bilgiye “muttali” oldum:

BİR: Güzellik kraliçesi olmak “milli bir vazifedir”.

İKİ  : Güzele bakmak “haktır”.

ÜÇ : Yeni anayasada bu temel “hak ve vazifelerimiz”in katiyetle teminat altına alınması “ulusal bir erek” olmalıdır.

TATİL ETMEK-FETHETMEK

Türkiye ilginç bir ülke.. Biliyorsunuz, 29 Mayıs 1453 İstanbul’un fethedildiği tarihtir. 6 Ekim 1923 ise İstanbul’un işgalden kurtulduğu gündür.

Şu doğrudur öteki yanlıştır tartışması uzun bir tartışmayı gerektirdiği için o konuya girmeyeceğim. Sadece ilginçlikten bahsedeceğim.. O da şudur:

İstanbul’un fethi kutlamalarının yapıldığı 29 Mayıs’ta okullar tatil edilmemektedir.

Ama İstanbul’un kurtuluşu kutlamalarının yapıldığı 6 Ekim’de okullar tatil edilmektedir.

Demek ki “fetih” önemli değildir.. Demek ki “kurtuluş” önemlidir.

Fakat bunun tam tersine, Türkiye’de 29 Mayıs Üniversitesi adı altında üniversite vardır ama 6 Ekim Üniversitesi yoktur.

Demek ki “kurtuluş” önemli değildir. Demek ki “fetih” önemlidir.

AÇIK FİLM KAPALI GİŞE OYNAR

Geçen gün Atatürk Kitaplığı’nda bir araştırma yapmak için Cumhuriyet gazetesinin 1930 yılına ait nüshalarını karıştırıyordum.

Tabii elime 18 Teşrinievvel (Ekim) 1930 tarihine ait gazete geçince insan ister istemez “küçük ilanlar” sayfasına da bakmak istiyor. Ben de insanım.. Baktım..

Baktım ki ne göreyim? Tek bir nüshada o kadar ilginç ilanlar var ki sırf bu ilanlardan oluşan bir kitap niye yazılmaz, bilmiyorum. Buradan ilan ediyorum; bu kitabın satılması için ilana bile gerek kalmayacaktır.

Şimdilik üç tanesine değineceğim; imlasına da dokunmayacağım..

Sayın editörüm, lütfen siz de dokunmayınız!! Gerçi editörümüzü uyarmadan önce “imlasına da dokunmayacağım.” diye bir ibare varken uyarıda bulunmak gereksizdi. Lütfen bağışlasınlar! Gereksizlik şu ki: Geçen gün bir lokantada insan kafasının değeceği kadar alçak bir kirişin üstünde küçük harflerle “Kafanızı kirişe vurmayın” yazıyordu. Daha doğrusu yazıyormuş!.Zira hastanede gözlerimi açtığımda böyle bir yazının varlığından arkadaşlar bahsetmişti! Demek ki neymiş sayın lokanta sahibi.. O yazıyı gören zaten kirişi de görürmüş!)

Evet 18 Teşrinievvel 1930 tarihli Cumhuriyet’teki ilanlara geçiyorum:

1)    SATILIK ECZAHANE: Salihlide vefat eden eczacı Hüseyin Beyin (Soyadı Beyin değil, sadece apostrof konulmamış. Kaldı ki soyadı kanununun çıkmasına daha 4 yıl var.F.A.) istikamet eczanesi satılıktır. İsteyenler ailesine sorsunlar. (Yani o zamanlar talepler “mail” yoluyla değil “maaile” yoluyla oluyordu!

2)    BİR FAHİŞENİN HATIRATI: Zafer sineması sizlere acayip bir film seyrettirecektir. Bu fevkalade açık filme kemali tehalükle (güçlü bir arzuyla.F.A.) koşacaksınız. (Bu “fevkalade açık” nitelemesi önemli.. O dönemde öztürkçecilik akımı henüz başlamadığı için film “Danıştay kararıyla” değil de muhtemelen “Şura-yı Devlet kararıyla” gösterilmiştir!)

3)    DR. HORHORONİ: Beyoğlu mektep sokak no.35 teki muayenesinde sizleri bekliyor. Sabahtan akşama kadar. (Çok şükür ki Sn. Horhoroni gececi değil.. Yoksa ilanda “Geceden sabaha kadar sizi bekliyor” diye yazdırırdı ki, fesatlık yapan rakipleri bunu her türlü kullanırdı!)

Yeni Aktüel