Olası Türkiye-Suriye yakınlaşmasındaki İran tehlikesi
Türkiye gazetesi yazarı Yusuf Alabarda, Yeni Birlik gazetesi yazarı Faruk Aktaş ve Türkiye gazetesi yazarı Yücel Koç; Suriye ile Türkiye arasındaki olası yakınlaşmanın artılarını ve eksilerini masaya yatırdı.
ABONE OLYeni Birlik gazetesi yazarı Faruk Aktaş, Suriye ile normalleşmenin geç kalınmış bir hamle olduğunu söyledi. Rusya'nın bu konuda büyük destek vereceğini düşündüğünü söyleyen Aktaş, ABD ve İran'ın ise özellikle de sahada atacağı adımlarla olası yakınlaşmayı bozmaya çalışabileceğini kaydetti.
Türkiye gazetesi yazarı Yusuf Alabarda ise; bölgede değişen demografiden söz etti. Aktaş gibi İran'ın sahadaki tavrına değinen Alabarda, Suriyelilerin ülkelerine dönmesi için Esad rejimiyle oturulup müzakereler edilmesi gerektiğini aktardı.
Türkiye gazetesi yazarı Yücel Koç da Türkiye'nin hamlesinin zamanlamasının "mükemmeliğine" dikkati çekti. Koç, Moskova'nın Ukrayna savaşı sebebiyle sahada eskisi kadar aktif olmadığına vurgu yaptı.
Faruk Aktaş'ın "Suriye konusunda yeni bir dönemin kapıları aralanmaya çalışılırken" başlıklı yazısı:
Siyasi, sosyal ve ekonomik zararların yanı sıra, bu krizin Türkiye açısından yarattığı en büyük tehdidin güney sınırlarımızda ABD eliyle bir terör devleti kurma çabaları olduğunun altını çizmek gerek.
Kuşku yok ki, Mart 2011’de başlayan ve halen devam eden Suriye iç savaşı, Suriye’den sonra en büyük zararı, bu ülkeyle 911 km sınırı bulunan Türkiye’ye verdi.
Siyasi, sosyal ve ekonomik zararların yanı sıra, bu krizin Türkiye açısından yarattığı en büyük tehdidin güney sınırlarımızda ABD eliyle bir terör devleti kurma çabaları olduğunun altını çizmek gerek.
Türkiye’nin Suriye’deki iç savaş konusundaki yaklaşımları her ne kadar insani esaslara dayandığı için makul görülse bile, krizin ülkemize yansımalarının bu denli büyük ve ağır olmasında, gerek Suriye’deki iç dengelerin doğru değerlendirilememesi, gerekse de başta ABD ve Fransa olmak üzere aynı tarafta yer aldığımız Batı blokunun büyük bölümünün tavır değiştirmelerine, gerekli ve yeterli refleksin gösterilememesi ve politikaların da yeni durumlara göre yeniden oluşturulamamasının etkileri olduğunu kabul etmek gerek.
Bu açıdan bakıldığında bu konuda en büyük sorumluluğun, dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na ait olduğunu söylemek lazım.
Bu tespitleri yaptıktan sonra Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun geçen hafta, Kasım ayında Belgrad’da yapılan “Bağlantısızlar Konferansı” toplantısında Suriye Dışişleri Bakanı Faysal Miktad ile ayaküstü konuştuklarını açıklamasıyla gündeme oturan Ankara-Şam hattında yeni bir süreç ile ilgili tartışmalara geçelim.
Gerek Suriye krizinin, gerek bunun Türkiye’ye yansımalarının çözümü gerekse de güney sınırlarımızda bir terör devleti oluşumunun bertaraf edilmesi için Ankara ile Şam arasında doğrudan görüşmelerin başlaması gecikmiş de olsa, yerinde, doğru ve yararlı bir adımdır.
Hükümet kanadından yapılan açıklamalar Ankara’nın, bu sürecin ilerletilmesi konusunda istekli olduğunu gösteriyor.
Suriye’den ise bu konuda şu ana kadar her ne kadar kayda değer bir açıklama gelmediyse de Şam yönetiminin terör örgütü PYD/YPG’nin uzlaşma çabalarına olumlu yanıt vermemesinin, onların da Türkiye ile ilişkileri geliştirme arzularına işaret olduğu kanısındayım.
Ancak Ankara da, Şam da bu konuda ne kadar istekli olursa olsun bu sürecin oldukça zor ve çetrefilli olduğunun altını çizelim.
Böyle bir süreci bozmak isteyen çok sayıda iç ve dış unsur olduğuna ve olacağına dikkat çekmekte yarar var.
Bu unsurların neler ve kimler olabileceğine bakmak için Suriye krizinin çözümünü kendi çıkarlarına aykırı gören ülkelere bakmak gerek.
Kuşkusuz birinci ve en önemli güç ABD. Washington yönetiminin kendi denetimindeki PYD/YPG unsurlarının etkisizleştirilmesine yol açacak bir sürece sıcak bakmayacağına, dolayısıyla böyle bir süreci engellemek için her türlü çabayı sarf edeceğine kuşku yok.
Ancak Rusya’nın güçlü bir şekilde böyle bir sürece ağırlığını koyması halinde ABD’nin süreci bozmaya yönelik çabalarının bertaraf edilmesi mümkündür.
ABD’den sonra bu konuda en ciddi sıkıntıyı çıkarmaya çabalayacak ülke İran olacaktır.
Tahran yönetimi her ne kadar hemen hemen tüm Soçi Zirveleri’nde olduğu gibi masada, sorunların çözümü konusunda olumlu bir yaklaşım gösteriyor gibi gözükse de gerek kendisine en büyük rakip olarak gördüğü Türkiye’nin güçlenmesine katkı sağlayacak gelişmeleri baltalama arzusu, gerekse de Irak’ta olduğu gibi Suriye’de de çıkarlarını çözümsüzlüğün sürmesinde gördüğü için süreci baltalama çabasına gireceğini kestirmek güç değildir.
ABD ve İran’ın baltalama çabalarına karşın bu sürece en güçlü desteğin Rusya’dan gelmesi muhtemeldir.
Özellikle Ukrayna savaşı nedeniyle yükünü hafifletmek isteyen Moskova’nın Suriye krizinin çözümüne her zamankinden daha fazla ihtiyacı vardır.
Bu durum, bu sürece Rusya’nın güçlü bir şekilde destek vermesinin sağlanması konusunda fırsat olarak değerlendirilebilir.
Öte yandan her ne kadar Atlantik İttifakı’nın güçlendirilmesi planı çerçevesinde giderek daha fazla ABD’nin güdümüne girmiş olsalar bile Avrupa ülkelerinin büyük kısmı gerek Suriye kaynaklı göç, gerekse de bölgenin yarattığı terör tehdidinden kurtulma arzuları nedeniyle Suriye krizinin çözümünün önünü açacak gelişmelere destek vermeleri beklenebilir.
O nedenle Avrupa nezdinde yürütülecek güçlü bir diplomasiyle söz konusu ülkelerin desteğinin alınmasıyla sürecin ilerletilmesi kolaylaştırılabilir.
İç unsurlar anlamında kuşku yok ki, Ankara ile Şam arasında ilişkilerin gelişmesinden en büyük endişeyi PKK ve Suriye’deki uzantısı PYD/YPG duyuyor ve duymakta.
Gelen bilgiler, terör örgütünün Suriye’deki yöneticilerinin bir kısmını Kuzey Irak’ta denetiminde tuttuğu Sincar bölgesine kaydırmaya başladığı yönünde.
Terör örgütünün özellikle Suriye üzerinden Türkiye’ye yönelik saldırılarını yoğunlaştırması da süreci baltalamaya yönelik arzusuyla ilgili.
Bunlar, sürpriz olmayan gelişmeler ki, güvenlik güçleri bu saldırılara misliyle cevap veriyor ve verecek.
Bu konuda en dikkat edilmesi gereken bir konulardan birinin Suriye muhalefetinin yaklaşımı olduğunu düşünüyorum.
Süreci baltalamaya çalışan güçlerin, “Türkiye sizi satıyor” diyerek gerek Suriye içindeki gerekse de Türkiye’de bulunan Suriyeli muhalif unsurları provokatif eylemlere ve olumsuz yaklaşımlara yöneltmesi muhtemeldir ki, bunların emareleri görülmeye başlandı bile.
Şam yönetimiyle temasa geçilerek Suriye krizinin çözüm çabalarının hızlandırılmasının muhalif unsurların da lehine olduğu konusunda bu kesimlerin ikna edilerek bunların da sürece desteklerini açıkça beyan etmelerinin sağlanması gereklidir ve önemlidir.
Bu, hem Suriye krizinin çözümünün kolaylaştırılması hem de sözünü ettiğimiz provokatif gelişmelerin önünün alınması konusunda kritik önemdedir diye düşünüyorum.
Yusuf Alabarda'nın "İddiasından vurulanların dünyası" başlıklı yazısı:
Türkiye’nin uzunca bir zamandan bu yana temas içerisinde olduğu Suriye istihbaratından sonra Dışişleri Bakanları düzeyinde de bir temas sağlandığının açıklanması Türkiye’deki siyasi gündemi hareketlendirmeye yetti.
Sınırın öte yakasında buldukları birkaç çapulcuya Türk milletini kışkırtacak provokasyonlar tertiplettiler. Görüntüleri izlediğinizde sanırsınız ki sınırın ötesinde yaşayan milyonlarca Suriyeli bu şekilde düşünüyor.
Birkaç yüz kişiden oluşan bu beşinci kol unsurlarının kabul edilemez bayrak yakma eylemleri elbette cezasız kalmadı.
Gelelim asıl konumuza...Esad ile diplomatik bir ilişki kurulmalı mı?
Esad ile girilecek bir ilişki Suriye sorununun çözümüne katkı sunar mı?
Yaklaşık beş yıldan bu yana her platformda Esad ile tereddütsüz görüşülebileceğini fakat Esad’ın burada ne kadar irade sahibi olduğunun bilinmesinin elzem olduğunu dile getirdim.
Bugün de aynı noktadayım.
Rusya ve İran ile koordine edilmeksizin sahada bağımsız bir siyaset uygulayabilen bir Esad varmış gibi düşünmek bizi günün sonunda yine aynı çıkmaz sokağa getirir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçtiğimiz haftalarda gerçekleştirdiği Soçi ziyareti sonrası hız kazanan Esad ile görüşme konusu, anlaşılan o ki Rusya’nın Esad üzerinde uyguladığı bir tazyikin de sonucu. Bu tazyik İran ayağı olmaksızın ne kadar bir sonuç üretecek önümüzdeki günlerde hep birlikte göreceğiz.
Asıl sorun demografi değişimi. Suriye’de bugün gelinen noktada önemli bir demografik değişim hayata geçirilmiştir.
Milyonlarca Suriyelinin yaşadığı ‘Sünni-Arap karakterli’ Halep şehrinin sokak ve caddelerinin isimleri Humeyni ve Kasım Süleymani’nin isimleri ve posterleri ile donatılmış vaziyette. Şehrin sakinleri artık Araplar ve Türkmenler değil, dünyanın birçok noktasından mezhep temelli olarak buraya taşınmış Afganlar, Tacikler, Hazaralar...
Bu demografi değişimi sadece İran eli ile ve İran lehine oluşturulmadı.
Sınırlarımız boyunca ABD güdümündeki PKK-YPG marifeti ile de oluşturuldu ve PKK gibi düşünmeyen Kürtler de Suriye topraklarından sürgün edildi.
Şimdi Esad ile görüşerek Halep başta olmak üzere bu bölgelerden sürgün edilmiş Suriyelileri Halep ve civarına döndürmek kolay bir iş değil.
Esad’ın bu türden bir siyasete evet dememesi için onlarca sebep, evet demesi için ise tek bir sebep dahi ortada yok.
Baba Hafız Esad dahil en ufak bir muhalif hareketin katliamlar ile bastırıldığı bir paradigma üzerine doğup büyümüş, babasının 1982 yılında yaptığı Hama katliamının çok daha fazlasını yapmış bir Esad kendisine muhalif olan gruplar ile neden uzlaşsın ya da onların tekrar Suriye’ye dönmesine yeşil ışık yaksın ki?
Kaldı ki bu konuya Esad ve çevresi Rusya’nın da tazyiki ile rıza gösterse dahi İran’ın bu konuya rıza gösterme ihtimali var mıdır?
Daha geçtiğimiz haftalarda Tahran’da gerçekleştirilen üçlü zirvenin yapıldığı saatlerde İran’ın dinî otoritesi olan Hamaney, Türkiye’nin muhtemel harekâtını "askerî bir saldırı" diye nitelendiriyordu. Hamaney, muhtemel bir harekâtın Suriye ve Türkiye’ye zarar vereceğini iddia ederek, bu harekâttan teröristlerin fayda sağlayacağı gibi artık inandırıcılığını yitirmiş köhne İran ezberlerini havaya savuruyordu.
Ayrıca Esad, PKK/PYD ile ortak bir mücadele kararı alarak Türkiye’nin sınırlarında oluşan terör koridoruna karşı mücadele etmek ister mi?
Daha dün Suriye tarafından yapılan saldırı sonucunda bir kahramanımızı şehit verdik.
Saldırının yapıldığı noktaya yapılan karşı saldırı sonucu PYD unsurları ile birçok rejim unsurunun da öldürülenler arasında olduğu haberleri yapılıyor.
Suriye’de Türkiye söz konusu olduğunda, İranlı grupların, Esad’ın ve YPG’nin nasıl birlikte hareket ettiğine birçok kez şahitlik etmedik mi?
Peki o zaman ne olacak? Elbette tüm bunlara rağmen Türkiye Esad ile görüşmeli ve çok kısa bir faaliyet takvimi içerisinde Suriyeli sığınmacıların Suriye’ye dönüşü ve sınırın terör unsurlarından arındırılması konusunda adımlar atmaya Esad’ı icbar etmeli.
Hep birlikte görülecektir ki hem İran hem de Esad buna yanaşmayacak ve farklı provokasyonlar ile bu faaliyet takviminin işlemesinin önüne geçmek isteyeceklerdir. Böyle bir durumda da daha önce kaleme aldığım yazılarımda tekrar ettiğim üzere, hükûmetin önümüzdeki süreçlerde Suriye’de elini daha seri tutması ve oyalama taktiklerine fırsat vermeksizin buradaki güvenlikli koridoru tamamlaması gerekmektedir.
Esad 2023 seçim sonuçlarına odaklanmış durumda. Esad’ın çevresinden sızanlardan anladığımız, Esad ve İran’ın da umudu 2023 seçimleri.
Yani anahtar teslim Türkiye projesi sadece Batı’nın değil, aynı zamanda Esad’ın da İran’ın da umudu.
Emelleri gerçekleşirse Suriye’deki sözde çözümün anahtarını da belki bizzat Davutoğlu eli ile Esad’a teslim ederler, zira herkesin iddialarından vurulduğu bir dünyada yaşıyoruz.
Yücel Koç'un "Suriye’de normalleşmeye İran izin verecek mi?" başlıklı yazısı:
Dünya, Suriye’ye geri dönüşlerle ilgili Ankara-Şam hattında süren görüşmeleri ve büyük heyecan uyandıran gelişmeleri gazetemizin manşetlerinden öğrendi.
Bölgenin nabzını çok iyi tutan arkadaşımız Yılmaz Bilgen, 9 Ağustos’ta SURİYE BARIŞ KOMİSYONU başlıklı haberinde, sahada terörü bitirecek hamleler yapan Türkiye’nin, masada da geri dönüşün zeminini oluşturmaya çalıştığına, bu kapsamda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Suriye lideri Esad’la telefon görüşmesi yapabileceğine yer verdi.
Gündeme bomba gibi düşen bu haber, 2023 seçimlerine kadar 2,5 milyon sivilin geri dönüşüne zemin hazırlandığını içeriyordu.
Ankara’nın, geri dönüşler içinse öncelikle siyasi mahkûmların serbest bırakılmasını, Suriyelilerin ev, arazi, iş yeri tapularının geri verilmesini ve memuriyet dâhil, daha önce sahip oldukları hakların iadesini istediğini manşetimizde duyurduk.
Bu haberimiz, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun “muhaliflerle rejimin masaya oturması gerektiğini” işaret etmesi ile teyit edilmiş oldu.
Bu adımın önü, Zaho benzeri yeni bir provokasyonla kesilmek istendiyse de, Suriye’de bayrağımıza ve binalarımıza saldıran provokatörler, Suriyeli muhalif güçler tarafından yakalanarak oyun bozuldu.
Daha sonra anlaşıldı ki, birileri muhalifleri PKK-YPG ile iş birliğine çekerek, Türkiye aleyhine döndürmeye çalışıyordu. Bunu da gazetemizin manşetinde deşifre ettik.
Sonra sırasıyla SURİYE’YE DÖNÜŞ ÜÇ BÖLGEYE ve ESAD’DAN BEŞ TALEP manşetlerimizle yeni detayları okuyucularımıza aktardık.
Ankara, geri dönüşlerin öncelikle pilot bölgeler olarak Halep, Humus ve Şam’a yapılmasını, başarılı olunması durumunda çerçevenin genişletilmesini önermiş.
Ülkesine dönen Suriyelilerin can güvenliği ve mallarının iadesinin takibi için de garantör ülkelerin kontrolünü masaya koymuş.
Türkiye’nin bu taleplerine karşılık, Şam rejimi de İdlib, Reyhanlı-Cilvegözü sınır kapısı ile Kesep gümrüğünün devrini, M4 kara yolunun kontrolünün kendilerine devrini istemiş.
Gazetemiz, Yılmaz Bilgen imzalı manşetleriyle gün gün bu gelişmeleri aktarırken, MHP Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun sözleri üzerinden Türkiye’nin girişimine destek çıktı.
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hayati Yazıcı ise “Şam ile ilişkiler direkt hâle gelebilir, seviyesi yükseltilebilir” diyerek, Erdoğan-Esad görüşmesinin önümüzdeki süreçte olabilirliğine işaret etti.
Haftalardır resmî beyanların da önünde giderek, kamuoyunda büyük yankı uyandıran manşetlerimizin Suriyelilerde nasıl karşılık bulduğunu öğrenmek için görüşlerine çok değer verdiğim eski Suriye Türkmen Meclisi’nin kurucu başkanı Samir Hafez Bey'i aradım.
“Girişimin zamanlaması mükemmel” dedi.
Rusya’nın, Ukrayna savaşı sebebiyle askerlerini büyük oranda bölgeden çekmiş olması avantaj.
Büyük bir enerji krizi ve ekonomik darboğaz yaşayan Suriye yönetiminin de çözüm isteyeceğini, ancak şimdilik elini yüksek tuttuğunu anlattı.
Tahmin edebileceğiniz gibi, bunun içinde Türkiye’nin operasyonla kontrol altında tuttuğu bölgelerden çekilmesi gibi talepleri var.
Ancak onlar da bal gibi biliyor ki, o bölgede PKK-YPG dâhil, ülkemize yönelik terör tehdidi bitmeden Türkiye’nin çekilmesi ihtimal dışı.
Şimdilik ellerini yüksek tutmaları normal ama masada adım adım mantıklı bir noktaya varılabilir.
Rusya ile Şam yönetimi ve Ankara mutabık kalırsa, PKK-YPG’nin bölgede uzun süre yaşaması, dolayısıyla Suriye’yi dörde bölme hayalleri kuran Batılı ülkelerin ve perde arkasında İsrail’in bu bölgede tutunması mümkün olmaz.
Burada tek problem var; İran.
Suriye’de 120 bin askeri olduğu söylenen İran, çözümün önündeki en büyük engel.
Onun da çıkmazı şu ki; bir taraftan Türkiye’nin önünü kesmeye çalışırken, öbür taraftan İsrail’in ve ABD’nin çıkarına hizmet etmiş olacak.
Oysa, Tahran’da 19 Temmuz’da yapılan Türkiye-Rusya-İran zirvesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan açık çağrıda bulunmuş, millî güvenliğimizi tehdit eden terörü Suriye’den söküp atmaktaki kararlılığı tekrarlarken, Rusya ve İran’ın da desteğini istemişti.
Erdoğan’ın bir başka önemli başlığı ise Suriye’ye geri dönüşlerin teşviki için “kötü muamele olmaması” gerektiğine vurgu yapmasıydı.
Bu ifade o gün tam olarak anlaşılmasa da, akabinde gazetemizin manşetlerinde yer alan gelişmeler, masada o gün kamuoyuna yansıyanların ötesinde konuların ele alındığını göstermekte.
Nitekim, 5 Ağustos’ta Soçi’deki Erdoğan-Putin zirvesinin ardından Bakan Çavuşoğlu’nun manşetlerimizi teyit etmesi ve akabinde gelen açıklamalar, masada belli konularda uzlaşıldığını ortaya koyuyor.
Bakalım İran, Tahran zirvesinde, Cumhurbaşkanı Reisi’nin, “ABD’nin Fırat’ın doğusundaki varlığı kabul edilemez” sözünün gereğini yapacak mı?
Bekleyip göreceğiz.