Edebiyat festivalinde Ömer Lütfi Mete Rüzgârı

9. İstanbul Edebiyat Festivali’nin 4. Gününde oturumlar oldukça yoğun bir katılımla gerçekleşti.

ABONE OL
GİRİŞ 01.12.2017 17:25 GÜNCELLEME 01.12.2017 17:25 Edebiyat
Edebiyat festivalinde Ömer Lütfi Mete Rüzgârı

TYB İstanbul Şubesi'nin bulunduğu Sultanahmet'teki Kızlarağası Medresesi'nde gerçekleşen “Sinemanın Şiiri” başlıklı oturumda şair Furkan Çalışkan, sinema ve şiir arasındaki bağlantının, iki disiplin arasındaki doğal ilişki olduğunu vurgulayarak, "Sinemada sevdiğimiz sahneleri, kült yönetmenleri, filmleri düşündüğünüzde yine şiiri görürsünüz. Sinema ve şiir arasındaki bağlantı, iki disiplinin bağından ziyade doğal ilişkisidir. Şiir bilen marangozun yaptığıyla, şiirden bihaber marangozun yaptığı aynı olmaz. Bu durum yönetmenlerde de böyle, Semih Kaplanoğlu'nun 'Buğday' filmini ortaya çıkaran da Semih Hocanın şiirle olan müthiş bağıdır. Şiirsiz sinema görsel bir zaman doldurmadır." dedi.

Anlatan değil söyleyen

Mustafa Akar, şiirin "anlatan" değil "söyleyen" bir alan olduğunu dile getirdi.

Akar, şairlerin gördükleri şeyi vicdan dâhilinde yansıttığına işaret ederek, "Önümüzde bulduğumuz sanatları sorgulayıp üzerine hüküm inşa eden bir nesil değiliz. Sinema artık tamamen hayatımızda. Hiçbir tartışmaya mahal vermeden, hatta biraz zoraki olarak sinema hayatımızda. Sinemanın en önemli yanı, insanın içindeki iyiyle kötüyü takip edebilmemizi sağlaması. Şiirle sinema arasındaki ilişki her zaman sorunlu olmuştur aslında. Çünkü sinema, bildiğimiz bütün edebi sanatları dönüştürmeyi başarmıştır ama şiiri dönüştürememiştir. 'Şiirsel Sinema' tabiri o yüzden 'Sanatsal Sinema' tabiri gibi tutmamıştır." ifadelerini kullandı.

'Beşinci Mevsim Edebiyat Mevsimi'

“Sinemaya Edebiyat Uyarlamaları” oturumunun yöneticisi Fahri Tuna, “Çocukluğumuzda bize dört mevsim var diye öğretmişlerdi. Fakat anladık ki bu mevsimler beş imiş ve beşincisi Edebiyat Mevsimi’ymiş.” sözleriyle oturumu açtı.

Sinema ve edebiyat ilişkisini irdeleyen bir konuşma yapan Cihan Aktaş, konuşmasına şu sözlerle başladı:

“Sinema edebiyattan ne kadar soyutlanabilir? Hangisi ötekine daha muhtaç? 19. yüzyıl, şiir ve romanın yüzyılı ve yüzyılın sonunda da sinema ortaya çıktı. Sinema aynı zamanda merkeze yerleşti. Sinema meselesini görüntü diliyle ifade ediyor ama iyi bir senaryoya edebî bir dil ve düşünce olmadan ulaşılamayacağını düşünüyorum. Sinema ve edebiyat arasında radikal bir fark var tabii. Sinemamım seyirciye kendisine kutsallık atfeden bir duruşu var… “Lara” isimli hikâyemi sinemadan esinlenerek yazdım. Film bana bir öyküyü yazma ilhamı verdi.”

Şairler roman okumazlar, filmini izlerler

Hakan Arslanbezer, oldukça renkli geçen konuşmasında sinemada her sanat dalından bir parça olduğunu söyledi:

“Sinemada bütün sanat dallarının parçası olduğu sözüne binaen devam etmek istiyorum. Kendisine ait hiçbir unsuru yok sinemanın; oyunculuk ve reji tiyatroda da vardır. Fotoğraf ve müzik önce de vardı. Her sanattan olan bir şeyi birleştirerek, teknoloji desteğiyle sinemanın ortaya çıktığını görüyoruz. Amerika’da ‘fotoğrafı nasıl satarız’ kaygısıyla hareketli fotoğraflar yapılmaya başlanması ile ortaya çıktı. Sessizdi, sesli oldu; siyah beyazdı, renkli oldu; derinliksizdi, animasyonlarla bambaşka bir şeye dönüştü. Edebiyat ile ilişkisi ne baktığımızda; şairler çok roman okumazlar ama daha çok filmini izlerler. Amerikan sineması edebiyata gider, doğrudan doğruya hikâye anlatmaya çalışır. Avrupa sineması ise edebiyattan uzaklaşan bir sinemadır.”

''Hikmet şiirimizden uzaklaşmaya başladı''

Bahtiyar Arslan ise hikmet vurgusu ile meseleye farklı bir bakış getirdi:

''Hikmet artık şiirimizden hikâyemizden uzaklaşmaya başladı.  Bu zannederim görselliğin egemen olduğunun göstergesidir. Bunu olumsuz bir şey olarak söylemiyorum sinemayı tabii ki görsel olarak konuşacağız. Kurosawa’nın “düşler” filminde bu anlamda, görsel metnin iyi yapıldığında yazınsal metnin kalitesine ulaşabileceğini gördüm. Ama mesela Aytmatov uyarlamalarında bu mesajların aktarılmasında gerekli olan başarının sağlanamadığını görüyorum. Hikâye okuyup üstünden filmi izlediğimde Selvi Boylum Al Yazmalım filmi, bana hep başarısız gelmiştir.''

İlk Uzun Heyecan

Seyid Çolak’ın ilk uzun metrajlı filmini çekerken yaşadığı tecrübeleri anlattığı “İlk Uzun Heyecan” isimli oturumu Bilali Yıldırım yönetti.

Seyid Çolak, kendi tecrübelerini anlattığı sözlerine şöyle başladı:

“Kimisi fotoğraf çekerek kimisi resim yaparak kimisi hikâye yazarak kitlelere bir şeyler söylemek ister. Gerçekten çok kötü filmler kısa filmler çektim. Ama şu an baktığımda iyi ki o zamanlar o filmleri çekmişim diyorum ve o filmlerle ben ‘nasıl film yapılır’ı öğrendim. Ben taşrayı seven birisiyim. Köy ve köy hayatını renklendiren insanlar bana hep cazip gelmiştir. Sinema maliyetli külfetli bir şey ama benim basamaklarımı çıkmaya yardımcı olan şey gönül desteğidir. Merak edilen konular vardır; ‘ne kadara çektin vs.’; ‘benim param yok nasıl çekeceğim’… İlk filmimizi 900 liraya çektik. Ama değerli vakitlerdi ve hâlâ unutamadığım anılarım vardır o filmde.”

Şu an durduğum yerde olmak isterim

Seyyid Çolak ilk uzun metrajlı filmini çekmekte olan bir yönetmen olarak, filminin hikâyesini anlattığı konuşmasını şu sözlerle sürdürdü:

''Bugün dünya tutarlı bir olay anlatır ve buna inanmak zorunda kalırsınız. Bugün Yahudi dediğinizde aklınıza ufacık çocuklara silah tutan gelmez mesela,  2. Dünya savasındaki gettolar gelir ve bunu sinema ile sağlamışlardır. Buradan bakmamız lazım. İnsanlığı kesinlikle Batı’nın tarif ettiği bir şekilde çözümleyemeyiz. Hedeflediğim yerin, şu an durduğum yer olmasını isterim. Uzun metrajlı filmini çektikten sonra değişmek, beni korkutan bir şey. Şu an ne söylemek istediğimi ve kendimi biliyorum. Değişmek istemem ve şu an durduğum yerde olmak isterim.''

Bazen yaptıklarını yazardı bazen yazdıklarını yapardı

Günün son programı “Ömer Lütfi Mete Özel Oturumu” idi. Yoğun bir kalabalığın takip ettiği programda, Ömer Lütfi Mete’nin oğlu Ali Buhara Mete, bir oğul olarak babasını anlattı:

“Sevgi adamıydı. Bencil olan kişi her zaman yalnızdır. Tam da bu noktada Ömer Lütfi Mete’nin etrafının neden kalabalık olduğunu açıklayabiliriz. Akıl ve gönül onun için çok önemli şeylerdi. Aklı ve gönlü ayrı olarak görmezdi, bir dağın iki yamacı gibiydi onun için. Senaryo yazmaktan pek de haz eden birisi değildi, roman yazmayı daha çok severdi ama yazdığı senaryolarla ulaştığı insan sayısına baktığımızda küçümseyemeyiz. Bazen yaptıklarını yazardı, bazen yazdıklarını yapardı.”

Ömer Lütfi Mete delikanlıca yaşadı

Ahmet Yenilmez, kendine has üslubuyla, “ağabeyim” dediği Ömer Lütfi Mete’yi duygusal ve coşkulu bir şekilde anlattı:

“Değerlerin bırak yaşanılmayı, konuşulmadığı zamanda sen bu ocağı tüttürdün… Ben onu delikanlı tanıdım. Delikanlıca yaşadı Ömer Lütfi Mete. İnsan onuru ve insanlık söz konusuysa dinden de dilden öncedir delikanlılık. Ömer Lütfi Mete hep delikanlılığı anlatmaya çalışmıştır. Bütün romanlarında da öyledir. Çektiklerini çekecek ve oynayacak nitelikte yönetmen ve oyuncu çıkmadı. Çok acil bir şekilde eserleri tekrardan basılmalı.”

Ahmet Turgut ise şöyle konuştu:

''Ömer ağabeyin zihin dünyası oldukça genişti. Asgari bir ya da iki kelime konuştuğu zaman paket hâlinde fikirlerini o kişiye dowloand ediyordu. Benim yılarca onun sohbet halkasında çay dağıtmam, hayatımın en büyük kariyeriymiş. Herhangi bir konuda konuşacağım zaman kendime dönüp soruyorum, “Ömer abi olsaydı bu konuda ne yapardı” diye. Ömer ağabey irfanıyla bir arifti. Ömer ağabey akildi. Ömer ağabey aksiyonerdi. Söylediği fikri eylem karşısında uygulardı. Ömer ağabey âlimdi.''

Geç saatlere kadar süren yoğun bir kalabalığın izlediği Edebiyat Mevsimi’nin 4. günü, şiirle, sinemayla, hüzünle, edebiyatla ve elbette coşku ile son buldu.