'Albert Camus Yaradır; Şeyh Galip Merhem'

Yazar Selahattin Yusuf, edebiyat dünyasını yorumladı. Deneme, öykü, şiir ve en son roman türünde eser veren Yusuf, eserleri ve ilk romanı İsa Hanginiz ile ilgili önemli tespitlerde bulundu.

ABONE OL
GİRİŞ 02.08.2012 10:51 GÜNCELLEME 02.08.2012 15:05 Edebiyat
'Albert Camus Yaradır; Şeyh Galip Merhem'

Söyleşi: Ali Görkem Userin

Yazmaya erken başladığınız söylenebilir. 1996-97’de henüz 22-23 yaşında ve yeni mezunken Ülke ve Yeni Şafak’ta yazdınız. Sonrasında Millî Gazete, Gerçek Hayat, Aktüel vd… Nasıl başladınız yazı-çizi işlerine? İşin başında daha çok kimlerin etkisi oldu?

Okulun son sınıfındayken başladım, evet. Erken sayılabilir. Ama benim o zamanlar kafama çok taktığım bir şair vardı, o çok daha erken başlamış, benim başladığım yaşlarda da bırakmıştı. Arthur Rimbaud. Geciktiğimi düşünüyordum yani. Dergâh’ın haftalık dergisi Ülke çıkmaya başlamıştı o günlerde. İşi gücü bıraktım, orada yazmaya başladım. Zarafetini ve beyefendiliğini hiç unutamam, Ezel Erverdi cesaretlendirdi beni. Büyük etkisi oldu. Sonra Yeni Şafak arka sayfa. Bir yandan da hikâyeler ve şiirler yazmaya devam ettim.

Başlangıçta, yazdıklarınızın okurdaki etkileri konusunda planlı bir gayretiniz var mıydı? Mesela bir yaraya merhem olmak veya anlatılmayan bir durumu kayda geçmek gibi özel bir amaçtan söz edilebilir mi?

Hayır. Yazdıklarımın bendeki etkileri üzerinde daha çok yoğunlaşıyordum. Basılmış yazılarımı alıp uzun uzun okumak, en büyük keyfimdi. Toplum üzerinde ne etkisi oluyordu, bilmiyorum. Çok gözetmiyordum toplumu filan. Daha çok kişisel dertlerim vardı. Onlarla uğraşıyordum. Ama bir hareketin de içindeydim ve o hareket, tam bayrak yükselttik derken alaşağı ediliyordu. Travmatik günlerdi. 28 Şubat’ın en çetrefil günlerinde Kanal 7’nin “Haber Saati” bir siper gibi çalışıyordu. Ahmet Hakan bir iki yazımı okudu ekranda. Hâlâ öğrenci evindeydim. “Beethoven’dan Demirel’e Mektup” diye bir şey yazmıştım. Okunmaya başladığında yaşadığım mutluluğu anlatamam. Muhtemelen beni ayartan en büyük etkenlerden biri de o oldu. Beethoven’ın hâlâ ölü kollarını kaldırıp kaldırıp Süleyman Demirel’in bön diskuruna kroşeler indiriyordum o yazıda. Ne günlerdi.

Başka Göklerin Altında gibi deneysel ve biçimci diyebileceğimiz bir öykü kitabına imza attınız. Biçimin tek başına bir derdi vardı o kitapta. O derdi açabilir misiniz biraz?

Teşekkür ederim. O dert hâlâ da yakamı bırakmış değil. Belki yazmama, su gibi akıp gitmeme engel de oluyordur. Ama dert eğer dert ise gerçekten durdurur insanı. Ben şiiri düzyazının içine sokmak istiyorum hep. Enstantaneler, anlar, duraklamalar, kafa karışıklıkları, gidip gelmeler, vazgeçmeler, geri dönmeler, tereddütler var benim metinlerimde. Onların büyük şiirini yazmak, benim en büyük amacım. Bir şeyin mükemmelliği değil; dokunaklı kusurluluğu ilgimi çekiyor benim. Bir insanın merhaba diyen elinin elinizi sıkması ve bırakması değil; elinizin içinde kaygıyla titremesi ilgimi çekiyor. Bir insanın gözlerindeki seğirme, bakışlarının kırılıp dökülmüş dalgınlığı, benim derken içine düştüğü gizli tereddüt. Böyle olunca da yazdıklarınız sürüp giden, akıp giden bir şey değil; süremeyen, gidemeyen, akamayan ve süreksizliklerden mürekkep bir şey olup çıkıyor.

2005’te TYB’nin ödül törenine, Üstün Hizmet Ödülü alan İsmet Özel’in konuşmasını dinlemeye gelmiştiniz.  Törende sadece İsmet Beyin konuşmasını dinleyip -üstelik ayakta- çıkan bir Selahattin Yusuf hatırlıyorum. İsmet Beyin sizdeki özel yerinden bahseder misiniz?

Ben İsmet Özel’e hep büyük bir muhabbet besledim. Hâlâ da böyle bu. Gerçek Hayat dergisindeki toplantılarımızda, üniversitede öğrendiğimden daha çok şey öğrendim. Kül yutmamayı, herhangi bir şeye biraz daha fazla bakmayı, insanlığa ve memlekete dair bir tasa taşımayı, hatta edinmeyi ondan öğrendim diyebilirim. O, Türkçe’nin nafileliklerle dolu sesli harfleri arasında, özgün bir sert sessiz.

Bir Masal İsmet Özel’i’nde ise masalların ötesindeki İsmet Özel’i resmetme çabası var. Masallardan bir masal anlatmaktansa şairin entelektüel duruşunu anlamaya çalışan bir kitap. Özel’in şiiri ile duruşu arasındaki irtibatı nasıl değerlendiriyorsunuz?

O benim AÜ SBF’deki yüksek lisans tezimdi. Beceremedim. Daha doğrusu akademik bir dille yazamadım. Birçok kereler dönüp dönüp yazdım, ama sonunda yine de tez olamadı. Anladım ki ben akademisyen filan olamayacağım. Kendimce önemli bazı meseleleri akademik bir uzaklıktan bakıp göremiyorum. İlgilendiğim herhangi bir konuyla alevli bir ilişkiden kendimi alamıyordum. Eşit mesafe, tarafsızlık, objektiflik gibi şeyler, zaman içinde benim açımdan “akademik kaçamaklıklar” olup çıktı. Mesafe koyamadım yani İsmet Özel metinlerine. Bıraktım. Kafama göre yazıp kitaplaştırdım. Ali Ural da sağolsun, metni bastı. Eğer bir önemi varsa bu kitabın, İsmet Özel’in fikirlerine bir giriş, onun siyasal duruşu için bir özet niteliğindedir. Bir de “entelektüel” kavramına kısa bir tarihî bakışı mevcuttur. Daha fazlası elimden gelseydi iyi olurdu. Ama daha iyi olurdu dediğimiz şeyler zaten arkamızdan hep bize seslenirler ve biz her defasında başımızı çevirip yola devam etmek zorundayızdır. 

Niçin Ağlıyorsun Elisabeth’te yoğun bir Doğu-Batı çözümlemesi vardı. Batının pusulasıyla Doğunun hikmeti keşfedilebilir mi sizce?

Pusulanın, bir ucu sürekli tek yönü gösteren bir metalden ibaret olması, sizin de kafanızı kurcalamıyor mu ara sıra? Benim pusulam hep aynı yönü gösteriyor göstermesine; ama biliyor musunuz, ibresi hep titremektedir. Önemsiz mi bu? Benim için değil. Ben inandığım şeylere doğru bakarken, içimde hep titreyen bir ibre hissediyorum. Bir gözüm oraya bakarken, bir gözüm de kendime bakıyor; yani “oraya” bakmakta olan bana. Titreyen bir ibrenin küçücük açılarını gezegenin kutuplarına kadar uzattığınızda, büyük mesafeler elde edersiniz. Yeniden düşünülmesi gereken, konulup kaldırılması, irdelenmesi gereken geniş alanlar. İnsanı ömrü boyunca uğraştıracak kadar büyük işler açılır başınıza. Ama sanmayın ki bu metaforu sorunuzdan kaçmak için kullanıyorum. Hayır. Düpedüz bir cevabı var bu sorunun, benim açımdan. Yıllar öce Tarık (Tufan) ve İsmail (Kılıçarslan) ile Meksika Sınırı diye bir program yapıyorduk. Orada söylemiş, kafamda da formüle etmiştim: Albert Camus yaradır; Şeyh Galip merhemdir: Yarayı bilmeden merhemi ne yapacağız? Kanamakta olan yeri bilmeliyiz. Ellerini kolayca vücudun orasına burasına koyup, buldum diyenlerle kaybedecek vaktimiz yok. Belki kulağımızı vücudumuzun en sağlıklı yerine dayayıp, kanın gizli kirişlerini dinleyip, işte burada, diyeceğiz, iç kanama burada! Hasılı, içinde yaşadığımız zamanların önemli yaralarını Batı düşüncesi ve edebiyatı vermiş ve veriyor bizlere. Orada mütecanis ve günceldir bu yaralar. Görülmesi daha kolaydır. Kaldı ki, bizler vaktiyle o dertleri -şaşırmayın!- görmeden, bilmeden ithal etmişiz, almışız zaten. Peki, bu mal nereden geliyor, bu malın üzerindeki bu koku da ne, burası neden çürük vs... diye düşünmenin bir yolu da, o malı gidip yerinde görmek değil mi? Eh, benim de bütün çabam bu zaten. Bütün çabam, aradaki uyanık komisyoncuları (Türk modernleşmesinin yarım yamalak yazarlarını) aradan çıkarmak. Bu kadar.

İlk romanınız İsa Hanginiz? Haziran ayında yayınlandı. Bu romanın sizdeki özel yerine dair neler söylemek istersiniz?

Romalı komutanın, Nasıra yakınlarındaki bir çalılıkta bir gece arkadaşlarıyla birlikte kıstırdığı İsa’yı hayal ettim. Yehuda onu öpmeden önceki son sahneyi yani. “Hanginiz?” sorusuna muhatap olmuş İsa ve arkadaşlarının o “ânını” sonsuzlaştırmak istedim. Ürkmüş gözlerle yukarıya, o “komutana” bakakalmışız sanki hepimiz. Kaba iktidarların, bencil egemenliklerin, maddiyatın ve çıkar çekişmelerinin fener ışıkları hepimizi bir kuytuda kıstırmış sanki. Sanki o soruya hepimiz muhatap olmuşuz ve elan da olmaktayız. Hür olmak fantastik bir şey neredeyse. Akıl almaz bir şey. Onu hayal etmeyi bıraktı; edebiyat bile. Bu romanda ben hürlüğün, birlikteliğin, yardımlaşmanın ve kardeşliğin silinmekte olan kadim duygusunu anlatmaya çalıştım. O “komutanın” sorusunu boşa çıkaracak resimler bulup buluşturmak istedim okurlarım için. Türkiye’de meseleler tartışılırken bir şey -beni hep şaşırtıyor bu- hep atlanıyor: mikro-iktidar meselesi. İnsanlar iktidarın hemen ve her an kurulup bozulmakta olduğunu unutuyorlar, veya unutmayı seçiyorlar. Ben diyorum ki, iktidar sorunsalının tek çözüm yolu vardır: Hakikat. Hakikat’e yaklaşmakta olanlar, iktidar meselesini de çözmeye yaklaşmaktadırlar. Diyeceksiniz ki Hakikat’i asla ele geçiremeyeceğiz. Hayır, onu dünya gözüyle elbette göremeyeceğiz; ama ona olan susuzluğumuzun derecesi, onu ne kadar istediğimizin de ölçüsü değil midir? Hakikat’e doğru olmak, iktidar meselesini de “aşmaya doğru olmak” demektir. Yönelmek ve samimi (ihlaslı) olmak bizim için yeterlidir. Gerisinden sorumlu değiliz zaten ve bu hal üzere olmak, görünür görünmez birçok insani çetin meselelerin çözümünü gösterir bize.

Tabii, burada ikinci önemli mesele de şudur: Samimiyet. Onu, görününce hemen tanınacak biçimde giydirdim zaten romanda ben. Hayattaki gibi yani: Delilik. Aptallık yani. Ama güncel anlamıyla ve ıstılahıyla birlikte değil; tarihî ve kültürel anlamıyla. “abdallık” yani. Samimiyetin görünür kılığıdır delilik. Çocukluğumdan beri kafamda durur bu benim. Hep sığınağım olmuştur. Tutkularımın değişmez konusudur. İlk gençliğimden beri içinde delilik olmayan hikâyeleri, şiirleri, romanları, felsefe metinlerini hep ikinci sınıf bir merakla okudum, bu yüzden. Sonuca geleyim: Romalı komutan abdal değildi; ama İsa öyleydi.

Romanda baskın bir taşra havası var. Taşradan kaçışın romanı diyebilir miyiz İsa Hanginiz? için?

Taşrayla bir derdim var, evet. Taşra benim için sadece taşra değil; aynı zamanda “henüz” taşradır. Bu “henüz”ün, hiç değilse ben ölünceye kadar öyle kalmasını dilerim. Binlerce yıldır yerinden edilmemiş bir şeydir taşra. İnsanlık durumudur. Durmuşluğunun, beklemişliğinin, kalmışlığının sonsuz şiirini niçin gözden kaçıralım? Şehir kurgunun, hırsın, samimiyetsizliğin, düzenlenmiş olanın yeridir. Taşrada (ve zaman zaman benim romanda da) orman vardır. Siz o ormana girdiğinizde, yolunuzu, hiç bozulmamış patikalardan bulup ilerlemek zorundasınız. Ormanın izin verdiği ölçüde ve biçimde. Şehirde de orman, en azından diyelim yeşillik vardır. Ama bu yeşillik, ancak belediyenin fen işleri müdürünün izin verdiği ölçüde ve biçimde ilerlemektedir. Paris’in dünyaca ünlü bahçe düzenlemelerini görüp de irkilmemek mümkün müdür? Şekilden şekle girmiş “orman”ın güdülme izleri, makas yerleri neden kesilip biçilmiş gövdeleriyle birlikte, bir yara olarak da büyümüş olmasın? Neden böyle düşünmeyelim? Buradaki keskin şiddet algısından bizi beri alan şey nedir? Nedir insanı bu hesaplı dalgınlığa sürükleyen şey?

Ben aptalların ve çocukların sordukları soruları daha ciddi buluyorum. En geriden, en taşradan gelenlerin şiirsel, ilksel sorularıdır bunlar. Ağaçları neden eğip büküyorsunuz? İnsanları neden eğip büküyorsunuz? Binaları neden eğip büküyorsunuz? Ruh hallerini neden eğip büküyorsunuz? Haberleri neden eğip büküyorsunuz? Müziği neden eğip büküyorsunuz? Merhabayı neden eğip büküyorsunuz? Anneyi neden eğip büküyorsunuz? Çocuğu neden eğip büküyorsunuz? Hayatı neden eğip büküyorsunuz?

Şafaktan Çok Önce’de olduğu gibi İsa Hanginiz?’de de asker yeşiline rastlamak mümkün. Zaten kitaba adını veren soru da bir komutanın dilinden dökülüyor. Selahattin Yusuf’un askerlikle hesaplaşması ne zaman bitecek?

Askerlik meselesi, iktidar meselesinin, özellikle de -benim daha çok ilgilendiğim ve topluma bakarken gözlerimi daha çok açtığına inandığım- şu mikro-iktidar meselesinin en kolay teşhis edilebildiği yer, laboratuvar olduğu için. Orada adanmışlık var, ölüm var. Ama aynı zamanda iktidarın en hoyrat biçimde, neredeyse bir tür savurganlıkla kullanıldığı yerdir askerî alan. Ve yine, ölümü birlikte beklemenin eşsiz insanî hazzı var. Birçok insanî duygunun ve zaafın kümülatif hülasasını veriyor bize orası.

Cevaplar veren değil, sorular soran bir roman İsa Hanginiz?. Cevapları okura bırakmayı mı tercih ediyorsunuz?

Verilmiş her cevap, benim için yeni sorulara yol açmıyorsa, orada bir ölüm kokusu alırım. Biter. Kapanır. Hayata kapanır. Hayat sorularla ilerliyor. Cevaplarla kapanıyor. Yargı cümlelerini sevmiyorum. Yargıdan, etrafı çitlerle çevrilmiş ve yasaklanmış soruların dokunaklı hapisliğini anlıyorum ben. Zayıflık görüyorum kesin yargılarda. Sorularda güç vardır. Damarları vardır soruların. Umutları vardır. Kaygıları vardır. Önlerinde yürünecek yolları vardır. İmkânları ve sürprizleri vardır. Terleri vardır ve kasları vardır.

Romandaki karakterleri seçerken nelere dikkat ettiniz? Ya da şöyle sorayım; karakterlerin getirdiği bir öykü mü bu, yoksa öykü ve olaylar mı karakterleri şekillendirdi?

Hayır, karakterleri olaylar ve genel olarak gidişat ortaya çıkarmış gibidir. Bir mesele var, dert var. O mesele, kendine İsa, Umur, Şakir... vb isminde bahaneler bulmuş gibidir. Muhtemelen romanın en zayıf yeri de burası, bilemiyorum. Ama böyle yazmaktan da alamadım kendimi.

Sıkışık zamanlarda yazıyı, kritik zamanlarda ise şiiri tercih ettiğinizi söylüyorsunuz. Sizi romana yönelten şartlar veya ihtiyaç neydi?

İlk hikâye kitabım yayımlandığında da söylemiştim. Bence türleri ihtiyaçlar belirliyor ve belirler. Bizim ağzımıza kadar gelmiş bir çığlık var. Kendimizi kaybettiğimiz bir anda o çığlık ağzımızdan kurtulup çıkıyor. Peki, biz çığlığın biçimini de ayrıca nasıl idare edebileceğiz ki? Şiir konusu da benim için öyle. Başım sıkıştığında, eğer durum çok ciddiyse öyle bağırıyorum. Ona şiir diyorum sonra. İçimden o ağacı bütün olarak çıkarmaya çalışıyorum; dallarıyla budaklarıyla ve bütün biricikliğiyle. Ona şekil ve isim izafe etmek sonraki iş oluyor. Roman da öyle. Ama bunun öncesi hiç yok demek değil bunlar. Uzun bir yolda giderken, tarlalardan şurada burada yükselmiş anız ateşi dumanlarını görüyorsanız ve yirmi dakika boyunca sustuktan sonra; “Evet, ben hamile kaldım bu duyguya galiba!” diyorsanız, hissediyorsanız, bir süre sonra onun içinizde alacağı şekli de aşağı yukarı kestirebiliyorsunuz tabii. Belki hiç büyümüyor, belki “dış gebelik” (edebiyatımızda ne çok var!) oluyor, bilemiyorsunuz; ama bazen de talih yardım ediyor elbette.

Bundan tam on sene önce, 2002'de, Başka Göklerin Altında vesilesiyle verdiğiniz bir röportajda, hikâye değil ama roman yazmak istediğinizi ifade etmiştiniz. Bu isteğin İsa Hanginiz?’le vücut bulması tam on sene sürmüş. Romanın hazırlık ve yazım sürecinden söz eder misiniz biraz da?

Öncelikle zarif dikkatinize çok teşekkür ederim. On yıl boyunca o kadar çok şey yaşadım ki. Hepsi hazırlık değildi yani. Hayat insanı orasından burasından sürekli çekiştiriyor, bilirsiniz (veya inşallah bilmezsiniz). Ama uzunca bir süre dolaştırdım kafamda bu romanı. Duygusunu. Nasip böyleymiş diyelim.

Deneme, öykü, şiir, roman… Edebiyatın neredeyse tüm türlerinde ürün verdiniz. Bu durumun sıkıntıları da olabiliyor. Riskli değil mi her türde kalem oynatmak?

Hiç riskli değil, emin olun. Şimdi de kısa hikâyeler yazmak istiyorum mesela. O kadar çoğaldılar ve o kadar öldüler ki içimde. Fırsat bulup kayda geçiremediğim için üzülüyorum. Bu arada, son bir kaç aydır bir şiir vardı kafamda. Şimdi unuttum duygusunu. Bir daha hatırlar mıyım bilmiyorum, hatırlasam iyi olur. Ama kaç kere hatırlayıp unuttuğumu da unuttum. Geri gelse keşke. Geri geldiğinde vaktim olsa çalışmak için. Böyle. 

Romanla aynı günlerde Haşmet Babaoğlu’yla beraber Kaçış Planı’na başladınız. Öncesinde Kafa Dengi ve Meksika Sınırı vardı. Televizyonda yapmaya çalıştığınız nedir? Biraz da bundan bahseder misiniz?

Televizyonda yapmak istediğim tek şey, tam olarak şu: İkide bir gelip gelip gırtlağıma yapışan, beni yaylım ateşine tutan faturalara karşı hiç değilse bir savunma hattı oluşturmak. Neden bilmiyorum, Türk Lirası hep nefret etti benden. Keşke düzenli bir işim olsaydı da bunlar olmasaydı dediğim zamanlar çok oldu. Ama şunu belirtmek de benim için namus borcudur. Program yaptığım insanlar Allah’ın yardımıyla harika insanlar oldular hep ve bu yükü her defasında, hiç hak etmeyeceğim kadar aldılar üzerimden. Zaman zaman orada burada karşılaştığım, yaşı bizden daha küçük olan arkadaşların ellerinde kitaplar, kafalarında bizimkilere benzer sorular da gördüm ve görüyorum. Eh, ne güzel işte, diye canlanıyorum. Çok seviniyorum o zamanlar. İyi ediyor bu beni. Haşmet ağabeyle yaptığım programı ise maişet derdinden ayrı, şık bir hareket olarak, Türkiye’nin genel entelektüel algısına bir müdahale olarak düşünmüştüm ben. Çok şükür hayata geçti bu iş de. Uzun yıllardır, bazen sabahlara kadar muhabbet ettiğimiz olur Haşmet Babaoğlu’yla. Ve hep hayıflanırım. Bence Sabah gibi çok popüler bir gazetede yazmanın verdiği kısıtlılığı aşıp, derinlikli fikirlerini daha dar bir çevreye, istediği gibi konuşarak aktarmasının da vakti gelmişti.

İTİBAR DERGİSİ