Oğlu, babası Mustafa Miyasoğlu'nu anlattı
İslâm davasına ömrünü adayan neferlerden biri. Türk-İslâm kültürünün sözcülerinden, entelektüel mücahit kavramının için dolduran adam gibi bir adam. Usta bir edebiyatçı ve engin bir bilgi birikimine sahip kültür hocası. Demir gibi sapasağlam bir karakter, acı da olsa dosdoğru konuşan doğru bir adam: Mustafa Miyasoğlu...
ABONE OLBeynindeki tümor nedeniyle hastanede tedavisine devam edilen şair Mustafa Miyasoğlu'nun Milli Gazete'nin dış haberler editörü olan oğlu Emre Miyasoğlu babası için bir yazı kaleme aldı. Emre Miyasoğlu, "O adam benim babam" başlıklı yazısında, babasıyla yaşadıklarını ve babasının davasına olan düşkünlüğünü gözler önüne seriyor. İşte Emre Miyasoğlu'nun bugün kaleme aldığı o yazısı:
İlk gençlik yıllarımda babamın öne çıkan özelliği tabii ki öğretmenliği oldu. O bitmek bilmeyen öğretme aşkına, okulda öğrenciler evde de biz muhataptık. Emin olduğum bir şey var ki, o da çok az babanın çocuklarının hayatıyla, eğitimiyle ve geleceğiyle benim babam kadar uğraştığıdır. Annemle birlikte gerçek bir 'adam' olmamız için gösterdiği olağanüstü çaba ve geleceğimiz için vatan hasretine bile katlanmış olması, gereğinden çok sonra algılayabildiğim bir fedakârlık olmuştur. Delikanlılık çağında, özellikle lise zamanında, öğretmenlik alışkanlığından kaçmaya çalıştığım babam, ben farkında olmadan beni yönlendirmişti.
Ayaklı Bir Kütüphane
Babam 'ayaklı bir kütüphane' anlamına gelmişti, ben kitap okumanın ne kadar güzel bir şey olduğunu geç de olsa anladığım zaman. O zamanlar edebiyat, kültür ve sanat hakkındaki en büyük otorite babamdı ve bu düşüncemin şu anda bile pek değiştiğini söyleyemeyeceğim. Edebiyatın, kitap okumanın, yazmanın ne olduğunu, ne kadar önemli ve güzel olduğunu onun sayesinde öğrendim. Yıllarca süren sabırla, hiç bıkmadan, bazen sinirlenerek, hatta bazen okumaya zorlayarak anlatma çabasına daha fazla karşı koyamayacağım zaman 15 yaşımdaydım. Bir gün bana 'Suç ve Ceza' romanını vermiş ve şöyle demişti: "Oğlum al bu kitabı oku. Bu kitabı da sevmez yarım bırakırsan sana diyecek bir sözüm kalmaz..." Bu sözü söylemek için gerçekten doğru kitabı seçmişti; ya da benim için bile kaçacak bir yer kalmamıştı. Kendi içindeki edebiyat sevdasının ilk tohumunu bana daha o günden atmış olmuştu. Babamı şöyle bir düşününce aklıma ilk önce kütüphane ve asabiyet geliyor. Belki de yazarların birçoğunda var bu. Taşıdıkları sorumluluk, iki ayrı hayat yaşamanın getirdiği stresin neden olduğu sürekli bir sinirlilik hali yaşıyorlar. Gerçek hayattaki sorumlulukları olan aile babası rolü ve kendi sınırları içerisinde alabildiğine özgür olan yazarlık hayal gücü... Bu iki yönlülük çoğu zaman sıkıntılara yol açmıştı babam için de.
Kendimi ister istemez babamın izlerinin ardından sürüklenmeye bıraktığımı hissediyorum. Onun çok mesafeler kat ettiği yolda onun arkasından, hatta belki de onun gölgesinde bazen rahatlayarak ve en önemlisi hâlâ küçüklüğümdeki gibi o kocaman ellerinden tutarak, yanında o kule gibi koruyuculuğunu hissederek yürüyorum...
Davası Hayatından Önemli
Bugün babamın o bazen sevecen, bazen asabi, ama her daim telaşlı hâlini özlüyorum. Hem birey olarak hem de Türk milletinin bir ferdi olarak her şeyi en doğru şekilde yapmamız için ateşli bir çaba içerisinde oluşunu özlüyorum. Bu yüzden bana kızıp bağırmasını bile ne kadar özlüyorum, anlatamam.
Babamın çok güçlü bir iman sahibi olduğunu, dini, vatanı ve kültürüne hayatını adadığını biliyordum. Fakat hastalığı süresinde nasıl bir iman sahibi olduğunu çok daha iyi anladım. Beynindeki tümörler algısını ve konuşmasını zorlarken dahi seminerlerine ara vermemesi, başına ağrılar girerken bile haftalık gazete yazılarından ve yeni çıkarılacak kitaplardan başka bir şey düşünmemesi üzücü ve yorucuydu ama bir yandan da gururdan gözlerimiz yaşarıyordu. "Bu dava hor, bu dava öksüz, bu dava büyük!" diyen Necip Fazıl'ın takip ettiği çile dolu o mukaddes davaya kendini adayan bir neferdi babam ve ağır hastalığında bile memleketini düşünüyordu. Hastanede yoğun bakımdan çıkışında annemi bile zor tanıdığında Allah'a yakarışı iman dolu göğsün kuvvetini ve cihat aşkını kanıtlıyor: "Allah'ım ben senden 80 yaşıma kadar ömür istiyorum. Benim davam daha bitmedi, benim söyleyeceklerim daha bitmedi!"
Neredeyse elli yıl boyunca yaptıklarıyla Türk sanat tarihine iz bırakacak bir mücadele ortaya koyan Mustafa Miyasoğlu'nun oğlu olmak belki ağır bir yük, ama bu onuru hayatım boyunca taşıyacağım için kendimi şanslı addediyorum. Dünyaya yeniden gelseydim, yine onun oğlu olmak isterdim.
Gümüşî saçlarına baktığımda yaşlandığını, gözlerindeki heyecanı gördüğümdeyse hâlâ bu dava için genç bir ruh taşıdığını görüyorum. Her şey için çok teşekkür ederim baba...