Erol Olçok abi "Telefonu aç" diyor... Arayan Cumhurbaşkanımızmış
Sanatçı Uğur Işılak sanat dünyasını, en sevdiği şarkıları ve sanatçıları, siyaset günlerini Haber7’ye anlattı.
ABONE OLHaber7’nin son konuğu ses sanatçısı, besteci ve eski siyasetçi Uğur Işılak oldu. 20 yıllık profesyonel müzik hayatında 400'e yakın eseri bulunan ve 20’den fazla album yapan Işılak Haber7 Yayın Yönetmeni Osman Ateşli ve muhabir Gamze Türk’e konuştu. Ozanlığı, arifliği anlatan, edebiyatmızda kaybettiğimiz manadan bahseden Işılak, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile olan anılarını, en sevdiği şarkıları, Schubert hayranlığını ve sanat dünyasını anlattı.
Eserlerinizdeki mana derinliğini neye borçlusunuz? Hep arifçe ve ozanca söylemeyi tercih ettiniz? Uğur Işılak eserlerini nasıl seçer?
Önce bir “estağfurullah” diyerek başlayayım. Ariflik ulvi bir makamdır, bilmeyi değil, bilmemeyi gerektirir. Ariflik, bildiğini unutmayı gerektiren bir makamdır. Üzerine konuşsak, 1-1,5 sürecek bir konu.
Arifçe demektense, arifliğin taklidini yapıyoruz desek daha doğru olur. Ariflere duyduğumuz saygıdan ötürü, böyle bir unvanı kendimize yakıştıramam. Ama Allah ariflerden olmayı nasip etsin diye de niyazda bulunurum.
Ariflerin çok farklı hususiyetleri var hakikaten. Bir eserimde de bunu dillendirmiştim. Kâmil olsa incitmezdi, arif olsan incinmezdin, diye. Sözleri şöyle:
Alınma alıngan gönül
Kâmil olsa incitmezdi
Taş atana uzat bir gül
Kâmil olsa incitmezdi
Arif olsan incinmezdin
Hoş kelam kalbe yayılır
Sesi derinden duyulur
İncinen de çiğ sayılır
Kâmil olsa incitmezdi
Arif olsan incinmezdin.
İnsan bu, olur mu olur
Özü neyse onu bulur
Söz, kalbin rengini alır
Kâmil olsa incitmezdi
Arif olsan incinmezdin.
Aslında “kâmil”ler incitmez, “arif”ler incinmez. Bunu, şuna istinaden söylüyorum: Alim ile arifin arasında bir kıyas yap dediklerinde: “Alim, bildiğini bilir. Arif, bilmediğini bilir.” derim.
Bir rivayete göre de arifler ile ilgili en önemli hususiyetlerden biridir: Arifler bildiğini de unuturmuş. “Ola ki o bilgiyi başka birine anlatırım, ondan da bana bir mağruriyet doğar” der, o bilgiden herhangi bir mağruriyetin doğmaması için bilgiyi unuturlar.
İkinci bir rivayet, arifler bilgiyi sadece hayata geçirmek için öğrenir, hayata geçirdikten sonra onun bilgisi kalmaz, sadece hali kalır onlarda. Arifler onun için bilgi toplamazlar. Alimler ise bilgi toplar. Arifler ile alimler arasındaki bir fark da budur. Onlarca fark sayabiliriz, dolayısıyla ariflik hakikaten yüce bir makam. Allah ariflerden eylesin.
Tarihte de ozanlara baktığımızda, birçoğunda arifçe ifade ve söyleme şahit oluruz. Direkt belki bir ozan olarak isimlendirmek doğru değil ama, halk şairi veya tekke şairi diyebiliriz kendisine, ilk aklıma gelen isim Yunus Emre. Yunus Emre o bahsettiğimiz ariflerdendir. Çünkü,
“Tapduk'un kapısında kul olduk kapısında,
Yunus miskin çiğ idik, pişdik elhamdülillah”
derken burada Yunus Emre, pişmenin kendisine dair herhangi bir özellik olmadığını vurguluyor. Her şey, piştiği hocaya bağlı. “Ben de bir şey varsa, ondan dolayıdır” anlayışı hâkim. Dolayısıyla tarihte, hoca ile talebe ilişkisi, mürşit ile mürit ilişkisinde en önemli ve saygı duyulacak hususlardan biri de siz ne kadar yetkin hale gelirseniz gelin, bunu nefsinizden bilmezsiniz. Ya hocanız ya da mürşidinizden bilirsiniz. Dolayısıyla bir hocaya veyahut bir mürşide boyun eğmek, kibirden kurtulmanın farklı bir boyutudur.
Tarihte bizim halk ozanlarımıza baktığımızda, inanın bugüne kadar kalıcı olanlarının her biri, bir büyüğün rahle-i tedrisinden geçmiş, bir mürşidin kapısını çalmıştır. Sümmani mi çalmamış, Erzurumlu Emrah mı çalmamış? Everekli Seyrani mi çalmamış? Yunus Emre, Ahmet Yesevi mi çalmamış yoksa? Her biri çalmış. Bir dergâh terbiyesi ve edebi almışlar. Ondan sonra “söylemeye” başlamışlar.
Yunus’la alakalı kısa ve güzel bir hikâye:
Tapduk Emre’nin dergâhında, iki tane Yunus var. Bu Yunuslardan biri Yunus Emre, yani bizim oduncu Yunus. Diğeri de Yunus Guyende adında, başka bir derviş. Fakat genelde, dergâhta meşk yapıldığında, yani sohbet ortamı oluştuğunda, birileri de kaside, şiir, gazel söyleyecek olduğunda, hep Yunus Guyende söylermiş. Oduncu Yunus’un bu işlerle hiç alakası yokmuş. Bir gün bir meşk ve sohbet ortamında, Tapduk Emre, Yunus Guyende’ye dönmüş, “Aşka geldik, haydi bir şeyler söyle” demiş. Her zaman kasideler söyleyen Yunus Guyende’nin dile tutuluyor ve söyleyemiyor. Tapduk Emre tekrarlıyor, “Haydi Yunus, aşka geldik, bir şeyler söyle.” Yunus Guyende yine deniyor, yine olmuyor. Tapduk, “Haydi Yunus, seni bekliyoruz” diyor. Yine deniyor, yine olmuyor. Ondan sonra bizim oduncu Yunus’a dönüyor, “Haydi Yunus, sen söyle.” diyor. “Bundan böyle, dilinin düğümünü çözdük.” diyor Tapduk Emre. Yunus Emre o gün söylemeye başlıyor ve hala söylüyor.
YUNUS SÖYLEMİYOR, YUNUS SÖYLETİLİYOR
Buradan alınması gerek hisse şu: Yunus kendi söylemiyor. Yunus, “söyletiliyor”. Yunus, hadi ben bir şiir yazayım, demiyor.
Birçok ozan da söylememiş, söyletilmiştir. Kimi rüya görerek başlamış söylemeye, kimi bade içerek başlamış.
Haddizatında şöyle bakmak lazım: Aslında şu anda konuştuğumuz da sanki bizim kendi irademizle, bizim kendi gücümüzle mi söylediğimiz bir şey? Hak nefes vermese, sen şu an neyi söyleyebileceksin?
Aslında fuzuli olarak konuştuğumuz bir şeyde de çok derin bir şey konuştuğumuzda da irademiz yok. Kalitemiz nispetince bir şeyler söyletiliyoruz. Yani bir şeyler söylemeye vasıta kılınıyoruz. Kaliteli yaşıyorsak, kaliteli şeyler söylemeye vasıta kılınıyoruz. Kalitesiz yaşıyorsak, hakikaten kimsenin hakkını gözetmiyorsak, doğru yaşamıyorsak, yalan, riya, sahtekarlık içerisinde bir yaşam sürüyorsak, söylemimiz de o doğrultuda oluyor. Yani yine biz söylemiyoruz, söyletiliyoruz; fakat yaşamamıza paralel bir şeyler söylemiş oluyoruz.
Şöyle bakın; Maddi dünyada hürmetin nasıl karşılığı varsa, mana dünyasında ve gönül aleminde de bir karşılığı var. Mesela toplu taşımada giderken bir gencin bir yaşlıya yol vermesi hürmet göstergesidir. Bu, yaşlının karşısında eğilmesi veya bükülmesi demek değildir. O yaşlı bu hareketi o kadar memnuniyetle karşılar ki, içinden nasıl samimi dua ettiğini bilemezsiniz. Öyle bir “Allah razı olsun” der ki, belki de beş tane trafik kazanızı engeller.
Dolayısıyla hürmet karşılıksız bırakılmaz. Ariflere hürmetin karşılığı olarak, ilham var olmuştur diye düşünenlerdenim.
Mevlana, Yunus, Pir Sultan, Osmanlı Sultanları, Mehmet Akif, Necip Fazıl gibi sözün sultanlarından eserler bestelediniz. Hangi isimden ve hangi sözlerden en çok etkilendiniz? Geçmiş değerlerimize yönelmedeki amacınız neydi?
Vefa kavramına çok inanırım. Vefa, bir insanın kumaşı adına turnusol kâğıdı vazifesi görür. Dışarıdaki insan kendini ne kadar methederse etsin ne kadar omurgalı olmaktan bahsederse bahsetsin, o insanın anasına, babasına, aile büyüklerine, bu toprakları bize vatan yapan atalarına, bayrağına, memleketine, devletine, üstadlarına, büyüklerine vefasına bakacaksınız. Bizler her alanda vefalı olmak zorundayız. Ailevi yapımızda da zaten bizi biz yapan en önemli unsur, hala Türk ailesinin yıkılmayışının temel sebebi, vefadır.
BİZ ÖLÜLERİMİZLE BİRLİKTE YAŞARIZ
Paris Sorbonne Üniversitesi’nde eğitim gördüğü dönemler Fransız talebeler Yahya Kemal’e sormuşlar: İstanbul’un nüfusu kaç? Yahya Kemal de, “Aşağı yukarı 1 milyar civarında.” diye cevap vermiş. O zaman belki dünya nüfusu o kadar. “İstanbul nasıl 1 milyar nüfuslu olabilir” diye, Fransız talebeler şaşırıp gülmüşler. “Dünyadan bahsediyorsun galiba ama biz sana İstanbul’u sorduk.” demişler. Yahya Kemal, “Evet, hesap ettim, 1 milyar.” diye cevaplamış. Alay eden ve neye dayanarak bu hesabı yaptığını soran talebelere Yahya Kemal, "Efendim, biz, ölülerimizle birlikte yaşarız. Biz, ölülerimizi de sayarız. O yüzden yüzyılları da hesap ederek, toplasanız 1 milyar nüfusumuz vardır.” sözleriyle cevap vermiştir.
“Biz ölülerimizle beraber yaşarız.” demek, “biz vefalı bir milletiz” demektir. Neden Makam-ı Sultan, Üstad, Akifçe ve 19. yüzyıl ozanlarımızı konu alan bir albüm olan Miras ve Seyrani gibi albümler yaptım, işte bunların hepsinin cevabı burada.
SİZİN PADİŞAHLARINIZ SADECE EL ÖPTÜREN İNSANLAR DEĞİLDİ
Aslında bir manada şunu dedim; Bizim padişahlarımız sadece kılıç sallayan insanlar değillerdi. Sizin padişahlarınız sadece ülke yöneten, padişahlık yapan, el etek öptüren insanlar değildi. Onlar aynı zamanda sanat ruhu taşıyan, ince ruhlu, rikkat sahibi insanlardı. Onlar, sanat eserleri ürettiler. Kanuni dört tane divan yazdı. İki tanesi Türkçe, biri Arapça, diğeri ise Farsça. Düşünebiliyor musunuz? Benim yabancı dilim Almanca. Çat pat İngilizce bilirim. Bana deseniz ki Almanca bir şiir yaz . İnanın bir beyit yazamam size. Bir dilde bir beyit veya kıta yazabilmek veya sağlam bir edebi cümle kurabilmek için, o dili anadilinize yakın konuşmanız lazım ya da o dilin künhüne vakıf olmak lazım. Yani bütün edebi terminolojisi ile… Kanuni dediğimiz adam Farsça yazmış, o terminoloji ve edebiyata vakıf. Bir de şiir ve divan yazıyor, kaç beyitlik... Arapça yazmış Türkçe yazmış. Ve bunları yazarken edebi çevrenin dikkatini çekecek derinlikte yazmış üstelik.
“Dağlar sinemde güldür, selviler olur elif
Seyreyle aşk bağının ben harab abadıyam”
demiş mesela…
İşte biz bunları besteleyerek, bugünkü gençler de anlasın diye şiirlerin ahengini ve özünü bozmaksızın ve ahengine dokunmaksızın, bazı yerlerine küçük dokunuşlar yaptık. Yine de tabii gençlerin anlayabilmesi lügat açması lazım. Dolayısıyla Kanuni şiirlerini bu ilke ve düşüncelerle yeni jenerasyonla tanıştırmak adına yaptık.
Avnî mahlasıyla Fatih Sultah Mehmed’in, Selimî mahlasıyla da Yavuz Sultan Selim’in şiirleri de vardı.
ÜSTAD NECİP FAZIL OKUYANIN HİTABETİ GELİŞİR
21-22 yaşlarındaydım, Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in 70 eserinin tamamını, külliyatını bitirdim. Çoğu zaman geçmişe, çocukluğuma gitmek için herhangi bir kitabını çıkarır tekrar okurum. Üstad okuduğum zaman şöyle bir etkisi oluyor bende: Mesela hiç konuşasım yoksa, Üstad okuduktan sonra bülbül gibi şakıdığımı düşünürüm. Çünkü Üstad okumak, sizin sadece bilgi dağarcığınızı geliştirmez, aynı zamanda retoriğinizi, diyalektiğinizi, hitabetinizi ve belagatinizi geliştirir. Üstad’ın kendi kuşağına dair böyle bir etkisi vardır.
Karşıt görüşlerden bazıları der ki, “Biz gizli gizli köşelerde Üstad okurduk.” Niye diye soruyorlar, “Tartışmalarda, karşı tarafı alt edebilmek için.” cevabını alıyorlar. Çünkü onu okurken Türkçemiz gelişirdi, cümle kurma şeklimiz değişirdi, diyorlar. Hakikaten Üstad, böyle bir şeydir.
Aslında Üstad’ın eserlerinin, şiirlerinin bestelenmeye de ihtiyacı yok. Çünkü şiirlerin güçlü bir melodisi var zaten. Fakat Üstad’ı hala bilmeyen gençlere ve yeni yetişecek olan jenerasyona böyle bir armağan olsun, Üstad ve şiirleri müzik dünyasında da var olsun diye böyle bir çalışma yaptık vakti zamanında. Sağ olsun Mehmed Kısakürek de geldi stüdyoda dinledi. Normalde kimseye bestelenmesi hususunda müsaade etmediler. İlk müsaadeyi de alan kişi ben oldum. Buradan kendilerine tekrardan teşekkür ediyorum. Üstad’ı da bir dörtlüğüyle yad edelim bu vesileyle…
Kaçır beni ahenk al beni birlik
Artık barınamam gölge varlıkta
Ver cüceye onun olsun şairlik
Şimdi gözüm büyük sanatkarlıkta
İmam Gazali’nin sizin için çok farklı bir yerde olduğunu biliyoruz. Gazali’nin hem müziğiniz hem de hayatınız üzerindeki tesiri ve etkisi nedir?
Bazı yazarlar sizin aklınıza, hafızanıza ve bilgi dağarcığınıza dokunur, bazılarıysa direkt kalbinize dokunur. Gazali kalbe dokunan bir zattır. Yani ben onu bir yazar olarak görmüyorum. Sadece bir mütefekkir olarak da görmüyorum. Batı felsefesini Aristoteles'ten tutun, diğer bütün klasiklere varıncaya kadar, hepsini tetkik etmiş, araştırmış ve en az bir Batılı kadar, Aristoteles’i bilen bir insandır. Gazali bu yönüyle de Batı ve Doğu felsefesini çok iyi sentezlemiş olup sonunda en doğru yolu bize sunmuştur. Gazali’ye göre filozoflar üçe ayrılır. Materyalistler, natüralistler, metafizikçiler. Materyalist ve natüralistlerin ruh hakikatini kabul etmeyişlerinden dolayı onları fazla ciddiye almamıştır. Fakat metafizikçilerden istifade ettiğini itiraf eder. Düşünün, sizin 40-60 yıl çalışmanız lazım bu bilgilere ulaşabilmek için. Biz, Gazali’nin yaklaşımlarıyla muhatap olup İhya-u Ulumi'd-Din'i, Dilin Afetleri’ni Kimyayı Saadeti okuduğumuz zaman, onun gördüğü ve ayıkladığı hakikati okuyoruz. Gazali’nin arkasında koca bir bilgi ve külliyat var. Bir tarafta Batı, bir tarafta Doğu var. Bunları yemiş yutmuş bir adamın eserini okuyoruz biz, Gazali bize bilgiyi “damıtmış”. Sanatımda da yaşantımda da Gazali’nin etkisi vardır. Çünkü Gazali okuduğum zaman sadece beynim ve aklım değil bilhassa kalbim fevkalade etkileniyor. Gazali’nin kendi tabiriyle, cevizin kabuğunu kırıp özüne inmeyen, cevizin hepsini kabuk zanneder. Gazali, o cevizin özünü eserleriyle bize ikram eden kişidir bana göre.
KALİTELİ RAPİ DE DİNLERİM
Ozanlık kültüründen geliyorsunuz. Pop ve rap ağırlıklı müziklerin daha popüler olduğunu görüyoruz. Bu tarz müziklerin sanatın evrensel tınısını ve ahengini yozlaştırdığını düşünüyor musunuz?
Rap ve pop yapan arkadaşlarımız var. Olaya biraz şöyle bakıyorum; Tarzım olmamasına rağmen rap de olsa pop da olsa, kaliteli yapılan ne varsa takdir edilmeye hakkı vardır diye düşünüyorum. Mesela ben bugüne kadar klasik Batı müziği yapmadım, klasik Batı müziği orkestrasında da yer almadım. Eğitimini de almadım. Ama, klasik Batı müziğini kaliteli icra eden bir orkestrayı 2 saat, öksürmeden hapşırmadan, nefesi dahi sessizce alarak dinlerim. Ama bizim menşeimiz klasik Batı mı, değil. Fakat kaliteli icra edilen bir klasik Batı müziği eseri dinlenir.
Aman, Mozart çalıyor, hadi dinleyelim değil. Onun da nasıl icra edildiği önemli tabii ki. Beethoven çalıyor dinleyelim değil. Tamam, Beethoven çalıyor da hangi orkestra, yaylı grubu, piyanist nasıl çalıyor, yani icraat önemli. Sadece orada Beethoven markası yetmiyor bu işlerde.
Mesela, kalitesiz ilahi okuyor adam. Allah, din, kitap, Peygamber diyor. Anında kapattırıyorum. Sesi kalitesiz, müzik kalitesiz, sound kalitesiz, ona da tahammül edemiyorum. Yani kalitesiz bir ilahiyi mi dinlersin yoksa kaliteli bir rapi mi diye sorarsanız bana, kaliteli bir rapi dinlerim.
Şarkıcı ve sanatçı arasındaki farkı nasıl açıklarsınız? Günümüzde sözde ‘sanat’ adına yapılanları nasıl yorumluyorsunuz?
Şarkıcı şarkı söyler, sanatçı sanat yapar. Sanat çok geniş bir kavram. Şarkı dar bir alan. Şarkıcı sadece şarkı söyler. Ama sanatçı, her yönüyle sanatçıdır. Yazar, sanat yapar. Düşünür, sanat yapar, bir enstrüman icra ederek sanat yapar. Alan geniştir… Ayrıca sanat bir limandır. Yorulan, yıpranan, düşünen, üzülen, hisseden ulvi ruhların kaçtığı liman. Burada öteki yoktur, sadece sanat vardır. Sanatçı, bir ruh mimarıdır.
SANATIN STANDARDI YOK
Sanatın bir standardı yok. Şunu diyemiyorsunuz; Kardeşim, bu işin çıtası şu, bir kıstası var, bir de aletimiz var, herhangi yapılan bir şeyi bu aletin içerisine sokuyoruz, o da not veriyor. O not ortalamasına göre bir sanat eseri olup olmadığına karar veriyoruz. Böyle bir şey yok. Bana göre müzikal manada bazen hakikaten hiç kaliteli olmayan bir şeyin kitleler tarafından çok sevildiğini görebiliyoruz. Bunun sosyolojik tahlilini yapacak durumda değilim. Belki zamanlama doğrudur, belki o zaman söylendiği için o kadar yankı uyandırmıştır. Belki bir boşluk vardır, o boşluktan faydalanmıştır. Bunun sosyolojisini bilmiyorum. Ama bildiğim bir gerçek var, kalıcı olan her şey kalitelidir. Bugün çok popüler olan bir şeyin, otuz sene sonrasına bakın. Otuz sene sonra hala varsa, kaliteli bir şey yapılmıştır. Ama yoksa ve kaybolmuşsa durup düşünmek lazım. Yani en önemli ölçüt zamandır. Kaliteyi zaman gösterir. Zaman iyileri de bir tarafa koyacak, kötüleri de.
Kırk sene evvel ne sanatçılar vardı, çocukluğumdan hatırlıyorum. Çocukluğunuzdan kaç sanatçı var şu anda? Çok az kalmıştır. O yüzden kaliteli olan şey aradan yüzlerce yıl geçse de kalır. Hala Seyrani’den, Yunus Emre’den bahsedebiliyorum. Dokuz yüz yıl geçmesine rağmen hala bir isim varlığını dün gibi nasıl koruyabilir? Kalite ve nitelik korur. Zaten nitelikli olanı da Allah korur. Beethoven, Mozart’a bakın. Wagner’e, Bach’a, Itri’ye, Dede Efendi’ye, Çaykovski’ye, Chopin’e, Rahmaninov’a bakın. Hala varlar. Hala her tarafta bir orkestra icrası söz konusu olduğunda, eserleri çalınır. En önemli eserler de yine onlarındır. Kalite, görünmez bir el tarafından korunur.
Sanatçı ‘ben sanatıma bakarım arkadaş’ deyip toplumsal meselelere uzak, halkın hissiyatına yabancı olabilir mi? Sanatçının topluma karşı olan görevi nedir? Örnek olmalı mıdır? Sosyal konularda tepki vermeli midir?
Sanatçının tercih hakkı vardır. İster toplumsal meselelere duyarlı olur, tepki koyar, isterse sadece sanatıyla meşgul olur. Kimsenin bu konuda sanatçıyı yargılama veya yadırgama hakkı yoktur. Bu bir mizaçtır, bir tercihtir, bir duruştur. Sanatçının topluma örnek olma meselesine gelince… Bu en çok tartışılan konulardan biridir. Ben olaya sanatçı değil, birey zaviyesinden bakıyorum. Birey önce varlığına saygı duymalı. Saygın olmadığı halde millete saygın görünmeye çalışmak bir riyadır. Bu sebeple şunu diyebilirim, neysen o ol. Millet de milletse, neyi hak ediyorsan sana onu versin.
Sanatçının kültürel olarak beslendiği coğrafyayla bağları olmalı mı? Sanat üzerinden bölücü mesajlar veren, toplumsal kaos özlemi çekenler sanat adına söz sahibi olması bir planın parçası mıdır?
Her alanda suistimaller olduğu gibi, sanatta da suistimal olacaktır. Önüne geçemezsiniz. Milletin ferasetine güvenmek lazım. Orada terazi şaşmaz. Tarihin çöplüğü ibretlerle doludur.
KÜLTÜR YOKSUNLUĞUNUN SONU SEFİL BİR UYGARLIKTIR
Kültürel iktidar nedir? O iktidarı kazanmak için sandık yok. Hangi enstrümanla kazanılır kültürel iktidar?
Gandhi’nin bir sözü vardır: Kültür yoksunluğunun sonu hep aynıdır, sefil bir uygarlık ve eli kulağında bir çöküş. Yani kültür ve sanata yatırım yapmamış bir toplumun eninde sonunda çöküşü mukadderdir. Buradan şuraya varıyoruz: Kültürel iktidar dediğimiz hadise, bir ülkenin yöneticilerin gücüyle değil de rikkat, ruh inceliği ve estetik perspektifle varlığını gösterdiği bir şeydir. İktidar gücünde, cebri bir durum vardır. Fakat kültürel iktidarlar, sizi estetiğe, ince düşünmeye, hassasiyete zorlar. Kültürel iktidar olduğunuz zaman, idare sizin elinizde olmasa bile siz iktidarsınız demektir. Kültürün ve sanatın iktidar olduğu yerde kavgalar, kutuplaşma ve ötekileştirme azalmış demektir. Beethoven’ın görüşünü hiç konuştuk mu biz? Mozart vakti zamanında şu görüşteymiş diye konuşmayız mesela. Kimse bununla ilgilenmez. Bach’ın seni etkilemesidir önemli olan, ideolojisi değil. Ortaya konulan bir şaheser, birçok farklı görüşten insanı bir araya getirebilir. Yani bu yönüyle kültürel, medeni, sanatsal iktidar, toplumun sükûn içinde olmasını sağlayacak bir iktidar türüdür. En fazla yatırım yapılması gereken saha da bence burasıdır. Bunu ne kadar yaptığımız tartışılır. Zaten en başta Cumhurbaşkanımız bu konuda çok geride kaldığımızı ifade etmiştir.
Kültürel iktidar, toplumun her katmanında aydınlanmayla gerçekleşir, sadece aydınlarla değil. Aydınları anlayabilecek bir toplumun da var olması gerekir. Üç beş tane aydın yetişmiş olsa dahi muhatabı yoksa, bir anlamı olmaz.
Arama motorlarına dayalı bilgiyle donatılmış kitap çalışmaları, hiçbir kıymet ifade etmiyor, etkisi de olmuyor. Bilgi dediğimiz şey, bir tık ötede artık. Bize dert, mesele, aşk, zeka, ilim, derinlik, öngörü, tefekkür ve bunları ahenkle kalbimize işleyen kalem üstadları lazım.
Bir dönem siyasete atıldınız. Yeniden böyle bir adım atmayı düşünür müsünüz?
Bunların hepsi nasip. Ben siyaset düşünmüyordum. On beş sene önce sorulsa, “Hayır siyasetle uğraşmam, sanatımla meşgulüm ve olmaya da devam edeceğim” derdim. Ama bir şekilde şartlar sizi alıyor bir yere götürüyor. Bugün de siyaset yapmak istemiyorum. Ama üç sene sonra ne olur, beş sene sonra neler değişir bilinmez. Hakikaten belki bize bir ihtiyaç olabilir, siyasetçiler bizim tecrübemizden bir alanda faydalanmak isteyebilirler, bu noktada da bize başvurabilirler, bir teklif de sunabilirler. Biz de değerlendiririz. Ama şu anda asla somut olarak böyle bir düşüncem yok.
Tabii büyük konuşmamak lazım bu gibi konularda. Devlet, millet, memleket için bir şey yapılması gerekiyor ve sen de o yapılması gereken noktada liyakat sahibi olduğuna ve bir boşluğu doldurabileceğine inanıyorsan elini taşın altına koyarsın. Böyle bir istidadı kendinde görmüyorsan, uzak durur ve mesleğinde devam edersin. Siyasete bakışım bu kadar.
EROL ABİ “TELEFONU AÇ” DİYOR… ARAYAN CUMHURBAŞKANIMIZMIŞ
Sayın Cumurbaşkanımızın aracında dinlediği sanatçılardan birisiniz. Eserlerinizle ilgili düşüncelerini sizinle paylaştığı oldu mu? Cumhurbaşkanımızla varsa ilginç bir anınızı bizimle paylaşabilir misiniz?
Çok anımız var Cumhurbaşkanımızla. Bir keresinde telefon çaldı, numara ekranda çıkmadı. Ben de telefona bakmadım. Birkaç defa çaldı, ben her seferinde bakmadım. Sonra aradan bir dakika filan geçti, bir baktım Erol abi arıyor. Allah nur içinde yatırsın Erol Olçok abiyi. “Ya Uğur, telefonu aç.” dedi. “Açtım ya abi.” diye mukabele ettim. “Yahu az önce Cumhurbaşkanı aramış seni, ulaşamamış.” dedi. Numara ekranda görünmeyince açmadığımı söyledim. Erol abi o esnada çok heyecanlı, “Kapat da ararlarsa aç.” dedi. Kapattıktan sonra aradan bir iki dakika geçti, tabii açtım bu sefer telefonu. “Yahu ekrana yansımayan numaralara çıkmıyormuşsun, kusura bakma Uğur’cuğum.” dedi Cumhurbaşkanımız. Bayağı güldük. Ondan sonra biraz muhabbet ettik. Eserden dolayı kendisi teşekkür etti. Böyle zaman zaman aramalar, jestler oluyor.
Cumhurbaşkanımız bu noktada hakikaten vefalı bir adam. Gönül almayı bilen, ince düşünen bir adam.
Bundan üç dört sene evvel bir televizyon programına çıkmıştım. Bir gece programıydı. Bir miting öncesi veya sonrası Cumhurbaşkanı ile görüştüğümüzde, “Dün gece izledim, çok iyiydi.” diyerek bir duada bulundu. “Allah sözünün tesirini arttırsın.” dedi. O dua çok hoşuma gitti.
Böyle güzel anı ve muhabbetlerimiz var. Bir cumhurbaşkanı, başbakan veya bir siyasetçi değil o benim için. Hani böyle mahallenizde tanıştığınız, sohbetini dinlediğiniz, sohbetinden feyz aldığınız büyükler, abiler vardır. Benim için öyle biri. Televizyondan izlediğiniz zaman cumhurbaşkanı ama yanına yaklaştığınızda öyle biri değil. Cumhurbaşkanımızın en özel yanı bence bu. Çünkü yakından tanıyanların bakış açısı değişiyor. Televizyonda bir cumhurbaşkanını izliyoruz. Yanına yaklaştığınızda gerçek kimliği, dostluğu ve insanlığı ortaya çıkıyor. Bu yönüyle, benim için çok kıymetli.
SCHUBERT’İN SERENADE RUHUMUN RESMİDİR
Albümlerinize baktığımızda belirli bir tarzınız olduğunu görüyoruz. Peki Uğur Işılak’ın müzik beğenisi nedir? Karışık bir kaset dolduracak olsanız hangi şarkıları listeye alırdınız?
Schubert’in “Serenade” diye muhteşem bir bestesi var. Adeta ruhumun resmidir. Klasik Batı müziğidir ama her yönüyle dokunan bir tarafı vardır. O müziğin çok özel bir yeri var.
Itrî eserlerinin tamamı.
Neşet Ertaş’ın “Gönül Dağı” veyahut pek bilinmeyen bir eseri olan “Küstürdün Gönlümü”. Muhteşem bir eserdir. “Seher vakti çaldım yârin kapısını/Baktım yârin kapıları sürmeli” eserinin sözleri de Agâhî adlı bir şaire aittir. Neşet Ertaş bunu derlemiştir, okumuştur. Çok da güzel seslendirmiştir. Agâhî bir tekke aşığı, dergâh şairidir. Sürme metaforundan hareket ederek muhteşem kıtalar ortaya koymuştur.
Âşık Mahzuni’den en az üç dört eser koyarım. Mesela, “İşte gidiyorum çeşm-i siyahım/Önümüze dağlar sıralansa da/Sermayem derdimdir servetim ahım/Karardıkça bahtım karalansa da”.
En az üç dört tane Barış Manço eseri de eklerim. Barış Manço bizim çocukluğumuzun, modern ozanı, kent ozanı diyelim. Türkiye'de farklı şeyler söyleyebilmiş ender sanatçılardan biridir. Mesela “Halil İbrahim sofrası” ... Kaç tane sanatçının aklına gelmiş Halil İbrahim sofrası hakkında şarkı söylemek? Veyahut “Sarı çizmeli Mehmed Ağa”. Bir gün öder hesabı, yaz dostum, diyor. Bunlar muhteşem eserler. Hem Türkiye edebiyat tarihi için hem de müzik tarihi için önemli.
Beste ve güfte uyumu denen bir şey vardır. Bazen çok güzel söz olur, bestelersiniz ama çok uyumlu olmayabilir. Zaman faktörü, sizin ruh haliniz gibi şeyler etkiler, çok zor denk düşer sözle bestenin uyumu. Barış Manço çoğu eserinde bu uyumu öyle güzel denk düşürmüştür ki bu müziğe başka söz olmazdı veyahut bu söze başka müzik olmazdı dersiniz. Barış Manço bu yönüyle çok kıymetlidir. Barış Manço’da muhteşem bir beste güfte uyumu vardır. Yazdığı şiirler belki ozanlık geleneğiyle çok bağdaşmaz, daha serbest vezindedir, ama ben kendisine, bir kentli ozan diyebilirim. Hakikaten bambaşka bir boyuttur.
Cem Karaca’dan da koyardım. Bizim jenerasyon tabii bu saydıklarımı çok daha iyi bilir. Barış Manço, Cem Karaca, Âşık Mahzuni, Neşet Ertaş... Bizim dönemimizde kimse tanımazdı Neşet Ertaş’ı. Âşık Mahzuni dendiğinde gençler bilmezdi. Çağdaş müzisyenleri, pop dinlemiyorum diye benimle okulda dalga geçerlerdi. O zaman kimse bilmezdi, bir köy aşığı zannederlerdi. 2019’a geldik, hepsi hak ettiği yerlere geldi ve bugün bütün Türkiye tanıyor. Bizim dönemimizde özel bir kesim bilirdi. Murat Çobanoğlu dinlerdim mesela. “Bir hışımla geldi geçti”yi ilk söyleyen Murat Çobanoğlu’dur. Çok da güzel söyler.
Âşık Reyhani dinlerdim mesela. “Öz canımdan çok sevdiğim Erzurum/Çaresiz dişimi sıktım gidirem/Gafillerden darbe yedi gururum/Kaderime boyun büktüm gidirem” şiiri, Reyhani’nin Erzurum’dan ayrılışının şiiridir. Muhteşemdir. Kendisi uzun hava şeklinde söyler. Ben bunu daha sonra besteledim, sahnede de dillendirdim, bir albümüme de aldım. TRT’te kendi programımda da birkaç kez icra ettim.
YENİ ALBÜM DÜŞÜNMÜYORUZ
Yeni bir albüm çalışması yapmayı düşünüyor musunuz?
Albüm çalışmasını en son 4 yıl önce yaptık, 2 yıl sonra çıktı, 2 yıl da öyle geçti aradan. Albüm yapmaya hiç niyetli değiliz, işin gerçeği bu. Eser üretiyoruz, onu zaten Youtube kanalına veriyoruz. Çünkü albümün karşılığı yok artık. İnsanlar anında ulaşmak istiyor, ya Youtube’dan indiriyor ya da başka yerlerden. Single çalışması belki yapabiliriz ileride. İnanın albüm hem çok yorucu hem de karşılığı yok. Dolayısıyla yaptığımız yeni eserleri Youtube’dan paylaşmayı tercih ediyoruz. Zaten bir müzik mağazasına gidip CD soran insanların sayısı Türkiye’de bini geçmez zannediyorum. CD’den kimse bir şey dinlemiyor, ben yıllardan beri CD’den bir şey dinlediğimi hatırlamıyorum. USB’den dinliyorsun, telefondan dinliyorsun, telefonu da bluetooth’dan bağlıyorsun. Böyle bir gerçek var. Bu yönüyle albüm yapma hevesimiz eskisi gibi değil. 2000’lerden sonra yavaş yavaş CD’ler yaygınlaşmaya, 2010’lardan sonra da sosyal medya yaygınlaşmaya başladı. Bundan sonraki süreci bilemiyorum. Youtube ve sosyal medyadan sonra ne olacak bilemiyorum. Belki hiç kimse müzik dinlemeyecek belki herkes kendi müziğini bir şekilde teknolojik araç gereçlerle kendi yapacak. On sene sonrasını bu anlamda hiç kestiremiyorum. Belki yapay zekaya, bana şöyle bir beste yap sözlerin içeriği de bu minvalde olsun, filan diyeceğiz. Yapay zekâ alacak eline bağlamayı, piyanoyu güzel bir beste çıkaracak... Bilemiyorum öngöremiyorum yani. Sonumuz hayır olsun.