Boğaziçi Üniversitesi'ndeki saygısızlığa Nabi şiiriyle tepki: Sakın terk-i edebten...
Boğaziçi Üniversitesi'ndeki olaylara ilişkin dikkat çeken bir yazı kaleme aldı. Divan şairi Nabi'nin "Sakın terk-i edebten kûy-ı Mahbûb-ı Hüdâdır bu / Nazargâh-ı İlâhîdir Makâm-ı Mustafâ'dır bu” şiirine atıfta bulunan Gündoğdu, Kabe'ye yapılan saygısızlığa tepki gösterdi.
ABONE OLHaber7 yazarı Mürsel Gündoğdu'nun bugünkü yazısı şöyle:
Sanata her daim özel bir alakam olmuştur. Bilirim ki bir toplumun ürettiği bilgi, geliştirdiği anlayış ve ortaya koyduğu tefekkür en saf biçimde sanatla şekillenip görüntüye çıkar ve sanat eseriyle dile gelir.
Alman filozof Arthur Schopenhauer “evrenin duru bilgisine ulaşabilmenin en iyi yolu sanattır” demişti. O yüzden bir düşünceyi, kültürü ve medeniyeti anlamanın en duru yolu da o medeniyetin sanat eserlerini anlamaktan geçer. Haddi zatında sanat en güzeli aramaktır, insanı insan yapan özgürlüğe kanat kuşanmaktır, edebe bürünmektir ve varlığın içine gizlenmiş olan en derin sırları keşfetmeye koyulmaktır.
İnsanın kendini bilip toplumunu tanımasının, kültür ve medeniyetiyle ünsiyet kurmasının en sade yolu da kendi medeniyetinin ortaya koyduğu sanat eserlerini anlamasıyla doğru orantılıdır. Eğer böyle bir yol izlemez iseniz önce kendinize sonra toplumunuza ve nihayet kendi kültür ve medeniyetinize yabancılaşırsınız. Bu alan boşluk kaldırmadığı için de zihniniz ve gönlünüz başka kültür ile anlayışların istilasına uğrar ve böylece sahte kimlik ve kişilik kalıplarının kölesi haline gelirsiniz.
Çocuklarımızın eğitiminde sanatın önemi de buradan kaynaklanır.
Okullarımızda bu sebeple sanat etkinlikleri, sergiler, şiir ve müzik dinletileri düzenlemek her daim teşvik edilir zira eğer toplumun yarınları olan nesilleri öncelikle kendi kültür ve medeniyet birikimleriyle tanış edip onlara bu zevki aşılayabilirsek ortaya, bakmaya doyamadığınız çok güzel tablolar çıkacaktır. Yahya Kemal Beyatlı “Eski Musiki” adlı şiirinde bunu çok güzel bir şekilde dile getirir;
“Çok insan anlayamaz eski musikimizden
Ve ondan anlayamayan bir şey anlamaz bizden.”
Vakt-i zamanında böyle bir amaçla şiir dinletisi düzenlemek için kolları sıvamıştık. Lakin bu dinleti biraz farklı olacaktı yani alışılmışın dışında bir divan şiiri dinletisi yapacaktık. O divan şiiri ki içinde aşkın bin bir tanımını barındırır, gönlü nezaket ve zarafetin zirvelerine yükseltir. Hemen hazırlıklara başladık. Öğrenci seçimleri yapıldı. Şiirler tespit edilmeye başlandı. Özellikle hikayesi olan ve bestelenmiş şiirleri seçiyorduk ki öğrencilerimiz bunu hem dramatize edecekler hem de seslendireceklerdi. Bu dinletide okunmasını arzu ettiğim şiirlerden birisi divan edebiyatımızın hikmet erbabından olan Urfalı Nabi’nin “Sakın Terk-i Edepten” sözleriyle başlayan anlamlı ve edep yüklü naatı idi. Zira her okuduğumda beni ezeli ve ebedi hikmetimizin zirvelerine kanatlandırıp gözlerimi yaşartan bu naatın yaşanmış çok özel bir hikayesi vardı.
Bu hikâye özetle şöyledir; Şair Nabi, Padişah IV. Mehmed döneminde Hacca gitmek üzere bir kısım devlet erkanıyla payitahttan yola çıkar. Kafile Medine-i Münevvere’ye yaklaşmıştır lakin vakit gecedir. Oracıkta konaklarlar. Efendimize bir an önce kavuşma arzusuyla yanıp tutuşan Peygamber âşığı Nabi’nin gözüne bir türlü uyku girmez. Etrafta deli divaneler gibi dolaşmaya başlar. Bir de ne görsün? Devlet büyüklerinden birisi ayaklarını kıbleye doğru uzatmış olarak uyumaktadır. Gönüller sultanının beldesinde hem de edebe aykırı böyle bir gaflet hâlini kabullenemeyen Nabi bu duruma çok üzülür ve oracıkta gelen ilhamla gönlüne düşen naatı bu görevlinin duyacağı sesle okumaya başlar;
“Sakın terk-i edebten kûy-ı Mahbûb-ı Hüdâdır bu
Nazargâh-ı İlâhîdir Makâm-ı Mustafâ'dır bu”
Bunun anlamı şudur; Sakın edebi terk etme! Burası Allah’ın biricik sevgilisinin beldesidir. Burası Hak Teala’nın nazargahı, Muhammed Mustafa Efendimizin makamıdır.”
Devlet görevlisi duydukları karşısında kendisine çeki düzen verir ve Nabi’ye bu naatı ne zaman yazdığını sorar. Yeni olduğunu öğrenince de ondan, bu işin aralarında sır olarak kalmasını ister. Akabinde yola çıkan kafile sabah ezanı vaktinde Medine’ye giriş yapar. Hikâyenin devamında ezandan sonra minareden Nabi’nin yazdığı bu naatın okunmaya başlandığı söylenir ve bunun sırrı da anlatılır. Bu naatın diğer beyitlerine gelince onlarda bu mukaddes beldelerin Müslümanlar için ifade ettiği derin anlamlardan, buraların manevi özelliklerinden ve üstün faziletlerinden muazzam benzetmeler yapılarak bahsedilir. Öyle ki Nabi, buraların kör gözlere şifa veren sürme olduğunu ve gökteki yeni ayın, Efendimizin kapısının yaralı aşığı olduğunu büyük bir edebi ustalıkla dile getirir. Nihayet bu anlamlı naat, bu mübarek mekanların, meleklerin dahi etrafında pervane oldukları yer olduğunu belirterek buraya edeple girilmesi gerektiğini tembihle sona erer.
Düzenlediğimiz divan şiiri dinletisinde Nabi’nin bu edep ve hikmet yüklü şiirini Nabi gibi adı Yusuf olan bir öğrencimin okumasını istemiştim. Sesi toktu ama şiiri ifadede ufak tefek eksikleri vardı. Çalıştık bir süre ve ortaya güzel bir icra çıktı. Yusuf şiiri içselleştirmiş ve adeta bu güzel naatla bütünleşmişti. Çalışmalar neticesinde bu dinleti hem halka hem bürokrasi hem de üniversite öğrencilerine sunularak büyük bir beğeni toplamıştı.
Yıllar sonra bir gün telefonum çaldı. Karşımdaki bizim Yusuf’tu. Hem de mübarek beldelerden arıyordu. Sesi çok duyguluydu. Dinletide okuduğu bu naatın o mübarek topraklarda derin manasını yürekten hissettiğinden ve birebir yaşadığından bahsediyordu. Ben duygulu gözlerle o muazzez beldelere selam göndermenin derdine düşmüşken Yusuf da yetişmesinde emeği geçen herkese dua ediyordu.
Bütün bunları niçin anlattım? Neden yıllar öncesine döndüm?
Geçen gün Boğaziçi Üniversitesinde bir gurup kendini bilmez öğrenci bizim binlerce kilometre uzaktan bakarken bile gözlerimize edep ve haya hırkası giydirdiğimiz en kutsalımız Kabe’yi ayaklar altına alıp hayasızca LGBT-İ bayrakları ve şahmeran temalı figür giydirmeye yeltenebiliyor. Üstelik bunu sanat adı altında yapıyor. Sahte bir özgürlük kılıfına bürünerek yapıyor. Adama sormazlar mı? Kendi milletinin en kutsalını pervasızca incitmek sanat mıdır? İçinde yaşadığın toplumun en hassas değerlerini kendi çirkin emellerine alet etmek özgürlük müdür? Sen hangi milletin ferdisin? Damarında hangi ulusun kanı dolaşır? Gönlün kime uşaklık eder?
Belli ki bu memleketin havasını pervasızca teneffüs edip suyunu içer ve aşını tüketirken zihnin ve ruhun bu toplumun değerlerinden beslenmiyor.
Öyle olmasa bu toplumun ilmin, ışık ve nurun kaynağı olarak en aydınlık gördüğü bu manevi mirasa karanlık gözlerle bakmazsın. Milletimizin en kutsal, mübarek ve mukaddes saydığı bu mekâna edepsizlik etmezsin ve sırf Efendimizin maneviyatına rahatsızlık vermesin diye tren raylarına keçe döşeyip ses çıkmasını engellemeye çalışan atalarının derin hissiyatına saygısızlığa yeltenmezdin. Belli ki yuların başkalarının elinde ve sen sanat adına olanca çirkinliği efendilerine yaranmak ve özgürlük adına köleliği onlara hizmet etmek için yapıyorsun. Ama bu toplum özgürlük adına dünyayı sömüren, ulusları köleleştiren ve onların mallarını çalarak utanmadan kendi çocuklarına yediren ve bu sapkın zihniyetle dünyayı ateşe veren ağababalarınızı da çok iyi tanır. Sanat adına dünyayı edepsizlik ve çirkinlik diyarı haline getirmeye çalışan efendilerinizi de iyi tanır. Onlar ki özgürlük getireceğiz diye girdikleri bütün ülkeleri yağmalayıp yakıp yıktılar ve oraların masum halkına dünyada iken cehennemi yaşattılar. Onlar ki girdikleri bütün ülkelerin kültür ve medeniyet birikimi ile sanat eserlerini gözlerini kırpmadan yerle bir ettiler.
Siz hangi sanattan ve hangi özgürlükten bahsediyorsunuz?
Kendi üniversitenizde sizin gibi düşünmeyen gençlere nasıl baskılar yaptığınızı, onları nasıl dışladığınızı, sizden farklı düşünenleri fişleyerek sindirmeye çalıştığınızı ve sizi yönlendirenlere yaranmak için nasıl filmler çevirdiğinizi bilmiyor muyuz zannediyorsunuz? Siz ilim öğrenmek ve ilim yolunda ilerlemek yerine film çevirmeyi tercih ediyorsunuz. Üstelik orada bile kendiniz olamıyor ve başkalarının yazdığı çirkin senaryolarda gönüllü figüranlık yapmaktan öte bir şey de yapmıyorsunuz.
Size tavsiyem memleketinizin kıymetini bilmenizdir.
Zira sizi yönlendiren ağababalarınızın dünyayı bölüp parçalayan ve kendilerine hizmet etmeyenlere hayatı dar eden sahte değerlerine en ufak bir laf etmeye kalkın da başınıza neler geliyor bir görün. Böyle bir şeye yeltendiğiniz andan itibaren siz dahil yedi ceddinizin nüfus kütüklerinden nasıl silinip yok edildiğini işte o zaman körleşmiş gözlerinizle ayan beyan görür de belki gözünüzün ve gönlünüzün pası bir nebzecik silinmiş olur. Şükredin ki yetmiş iki buçuk milleti, farklı kültür, din ve inanışı bir arada uzun yıllar beraberce, kardeşçe yaşatmış büyük bir medeniyet bakiyesinin engin müsamaha ve hoşgörü kültürü altında yaşıyorsunuz.
İlim öğretene, ilim öğrenene ve kültürle, sanatla, güzellikle uğraşanlara selam olsun. Onlar her zaman başımızın tacıdır ama sanat adına çirkin işlerle uğraşıp milletimizin değerlerine karşı edepsizliğe yeltenenlere ve ilim adına film çevirenlere bizim Yunus’un da söyleyecek bir çift lafı var elbette;
“İlim meclislerinde aradım kıldım talep
İlim geride kaldı illâ edep illâ edep.”
Sağlıcakla kalın efendim.