Son Sultan Vahdettin
Son Sultan Vahdettin'in hayatı...
ABONE OLSanremo’ya geldi. Kalbinde hep günün birinde vatanına sultan olarak, muzaffer bir şekilde dönme umudu vardı. Üç yıl boyunca hep bu umutla yaşadı. Fakat fakr u zaruret, maiyyetindeki casuslar, kumar batağına saplanmış acımasız yardımcılar ve sürekli başları derde giren akrabalar peşini bırakmadı. Ve bir gün beyninde bir kurşunla bulunan depresif doktoru Reşad Paşa... Bu bir intihar mıydı yoksa cinayet mi? Peki Doktor Reşad’dan sonra sıra kime gelecekti? Etrafındaki cinayet çemberi daralarak Son Sultan’ı da mı içine alacaktı?
Bu ve buna benzer birçok sorunun cevabı, Riccardo Mandelli’nin İtalyan Devlet Arşivi, Dışişleri Bakanlığı Arşivi ve Sanremo Belediyesi Arşivi’ne girerek Son Sultan Vahdeddin’in son 3 yılını araştırıp yazdığı, Timaş Yayınları'ndan çıkan SON SULTAN / Osmanlı İmparatorluğu’nun Sanremo’da Ölümü kitabında…
* Vahdeddin, kelimenin gerçek anlamıyla son halife, bir gün ülkeye zaferle döneceği umudunu sürdürüyor ve emelini gerçekleştirmek için gizli gizli çalışıyordu. İhanet suçlamasının, Kemalizm’in tarihinin anılarına kazınmış olması anlaşılabilir. Milli kimliğin yüreğine dokunan meseleler söz konusudur ve bu tür meseleler bugün bile şiddetli duygusal tepkilere neden olabilirler. Tüm söyleyebileceğim, “kaybedenin” ve ona yakın kişilerin hikâyesini takip ettiğim ve Osmanlı İmparatorluğu’nun, Ortadoğu strateji uzmanlarınca tasarlanan ülkeler mozağine dönüşümündeki dolambaçlı yola biraz olsun ışık tutmaya çalıştığımdır. Burada açıklık getirmenin son derece gerekli olduğu bir nokta var: Ortadoğu’yu hâlâ kana bulamaya devam eden tüm anlaşmazlıkların temelleri, Vahdeddin’in tahta çıkışından ölümüne kadar geçen sekiz yılda atılmıştır. David Fromkin’in ifade ettiği gibi, bizim dönemimizi de etkileyen ve etkilemeye de devam edecek olan “barışsız barış”, belki de hükümdarlığa uygun olmayan Vahdeddin’in, son padişahı olduğu ülkenin kalıntılarından inşa edilmiştir.
* 1918 yılı sonları ile 1919 yılı başları arasındaki dönemde Vahdeddin pek çok kez Mustafa Kemal ile görüştü. Yaveri olarak atadığı eski seyahat arkadaşı, mümkün olduğu kadar fazla miktarda silah ve askerî mühimmatı emniyete aldıktan sonra Suriye Cephesi’nden dönmüştü. Her ne kadar sevilen biri olsa da, İstanbul’da kendine ait siyasi bir alana sahip değildi. İnanılmaz bir hırsa, henüz keşfedilmemiş bir kapasiteye ve pozitivist bir yaklaşımın şekillendirdiği ideallere sahip olan Mustafa Kemal otuzsekiz yaşına gelmişti. Cumhuriyet yanlısı olsa da etrafa belli etmemeye özen gösteriyordu. Hatta bir prenses ile evlenen Enver Paşa’yı taklit etmek istemiş ve Vahdeddin’e, kızı Sabiha’yla evlenme arzusunu iletmişti. Sultan çeşitli nedenlerden dolayı bu isteği geri çevirdi. Öncelikle, ailede hırslı bir subay daha istemiyordu. Ayrıca, Mustafa Kemal çapkındı ve hem kendi hem de başkalarının sağlığını tehlikeye atıyordu. Son olarak da, Sabiha, Abdülmecid Efendi’nin oğlu, kuzeni Ömer Faruk’a sevdalıydı.
* Her halükarda Kemal “son haftalarını” İstanbul’da, Nişantaşı’nda Damad Ferid ile anlaşmaya çalışarak, Harbiye Nezareti’nde ve Pera’nın Cercle D’Orient’ında görevliler ve nazırlarla görevini konuşarak geçirdi. 13 Mayıs 1919 günü akşamı Sadrazam ile yemek yiyerek şahsi niyetleriyle ilgili kendisini ikna etmeye çalıştı. 14 Mayıs günü Sultan kendisine, düzeni sağlaması, İmparatorluk için tehlike arz eden her tür duruma müdahale etmesi ve önlemesi, ülkenin güvenliğini arttırması ve düşmanın elinden kurtarması için her tür çabayı kullanması talimatını verdiği bir mektup yolladı. Aynı gün, yani 14 Mayıs günü, hapishaneye giderek, İngilizlerin hapse attırdığı, dostu Fethi’yi ziyaret etti. 15 Mayıs’ta da Vahdeddin kendisini, son bir mülakat için Yıldız Sarayı’nda huzura kabul etti. Aynı gün Yunan birlikleri, İtalyanlardan önce davranmak hevesiyle, Fransız ve İngilizlerden özenerek İzmir’e çıkarma yaptı. Vahdeddin, Mustafa Kemal’e, üzerinde kendi tuğrası bulunan altın bir saat hediye ederek, “Paşa, senin bu devlete zaten birçok hizmetin oldu. Bu hizmetler artık tarihin bir parçası. Ama şimdi ifa edeceğin vazife çok daha mühim olacak. Ülkeyi sen kurtarabilirsin!” dedi.
* Kemal, Kasım başı Daily Herald’a verdiği bir röportajda, Sultan’ın Sevr Antlaşması’nı kabul ederek intihar ettiğini ve Türk devletinin artık Ankara hükümetince yönetildiğini açıkladı. Ardından, Mussolini’nin altına imzasını atacağı cinsten biraz dolambaçlı bir açıklama yaptı: “Yeni Türk devleti, sosyalizmden fazla farkı olmayan bir sistemle yönetilecek. Bununla bizler komünistiz demek istemiyorum. Değiliz zira milliyetçiyiz. Ama şahsen ben sosyalistim ve bu inanç sistemi milliyetçiliğe son derece yakındır.”
* İslam dünyasına hitap eden açık mektubunda Vahdeddin, İstanbul’dan ayrılmasını, Hz. Muhammed’in, düşmanlarından kaçmak için Medine’ye gidişiyle kıyaslamıştır.
Uzaklaşmam, yaptıklarımın farkına varmış olmam veya dönüp kendi davranışlarını, özellikle de Avrupa savaşı sonrası davranışlarını gözden geçirmesi gereken şahıslardan korktuğumdan değildir. Ben Allah’ın emrettiği gibi davrandım yani “kendi elimle felaketime neden olmaktan” imtina ettim ve hayatımı alenen hiçbir kanuna saygısı olmayan kişilerin eline bırakmama yolunu seçtim. Ve beni halifesi yapan Hz. Peygamber’imizin hicret geleneğine uydum.
Durumu daha da elim hale getiren haber 18 Kasım günü ulaştı. Büyük Millet Meclisi, halifelik görevini kendisinden almıştı.
* Her şey yolunda görünüyordu. Heyecanla dolan Vahdeddin şu satırları yazacaktı:
Vaktimi, toprağının kokusunu içime çekmeye can attığım kutsal mekânlarda geçireceğim. Artık Allah’ın evinde hissediyorum kendimi. Kalbimin derinliklerinde, adaletin yerini bulacağına ve hakkımın çiğnenmeyeceğine olan inancım gayet kuvvetli. Ruhum sadece, ırk ayrımı olmaksızın bütün ülkemin mutluluğu ve sıhhatini ümit ediyor. Çok sevgili vatanıma dönene kadar da bu böyle olacak.
* Tüm bu olaylar İtalya ve İngiltere’nin Ortadoğu mevzularında birlikte hareket ettiklerinin göstergesidir. O dönemde iki ülke arasında, tabiri caizse bir aşk doğmuştu. İngiliz Kraliyet mensupları Mayıs ayında, Curzon eşliğinde Roma’ya resmî bir ziyarette bulundular. Büyükelçi Graham, İngilizlere karşı “yalnızca şahsen değil devlet olarak da” sadece saygı duyulmakla kalınmadığını hatta kendilerinden hoşlanıldığını da ifade etmişti.143 Kemalizm sempatizanı İtalyan siyasetinin yıllardır süregelen başarısızlığı ve müttefikleri İngilizlerle olan gizli sürtüşmelerin ardından, Vahdeddin’in düzenini Sanremo’da kurması, herkesin bir anda hemfikir olmasını sağladı. Kaldı ki Sanremo Sultan için geçici bir düzen olarak iyi bir seçim sayılırdı. Ne de olsa tüberküloz geçirmişti ve İtalyan Riviera’sında hayat İsviçre’ye nazaran daha ucuzdu. Ayrıca Sanremo Masonların kalesiydi ve yarım asırlık uluslararası turizm geçmişi sayesinde farklı dinlere karşı anlayışlı olması ve epeyce kalabalık olan yabancı nüfusu, konsoloslukları, otelleri, kumarhaneleri, sınıra yakın konumda bulunması nedeniyle de istenilen oyunların rahatça tezgâhlanması, insanların gözetlenmesi ve fesatlıklar için ideal bir ortam onumundaydı. Ayrıca şehir, Banca Commerciale’nin büyük hissedarı olan Masaglia ailesi aracılığıyla, İtalya ve Anadolu arasındaki ekonomik çıkarlara dayanan bir ilişkiyi de gizlemekteydi.
* 3 Temmuz 1923 günü, “Halife Sultan’ın haklarının korunması için kurulan Osmanlı Komitesi’nin delegesi” Aziz Nuri, Atina’dan, Vahdeddin’e karşı düzenlenen bir suikast planına dair bir haber aldığını Roma’ya bildirdi. Korfu’daki toplama kampından kaçan iki Arnavut’a, gittikleri Gjirokastra şehrinde Türk Sultanı’nı öldürmek için para ödenmiş ve alınan istihbarata göre de suikastçılar çoktan Valona üzerinden İtalya’ya giriş yapmıştı.
* Memnuniyetsizlerin toplandığı merkezlerin biri de Halife Abdülmecid’dir. Vahdeddin’in kuzeninin payına düşen dinî unvan, tek başına fazla bir değer ifade etmemektedir. Ama daha önce belirttiğimiz gibi etkili bir adamdır ve milliyetçilerle birçok ilişkisi vardır. Gazi Kemal ile projelerine ciddi bir direnme hazırlığında olan karşıt kesimlere arabuluculuk edecek ideal şahsiyettir. 23 ile 24 Aralık günleri, Başbakan İsmet İnönü’ye yazılmış ama henüz eline bile geçmemiş bir mektubun İstanbul gazetelerinde yayımlanması şiddetli tartışmalara sahne olmuştur. Mektubu yazan, İsmailî tarikatının başı Ağa Han ile Emir Ali’dir ve tüm Müslüman dünyası adına halifeye daha fazla yetki verilmesini talep etmektedir. Hem Ağa Han hem Emir Ali, Londra’da ikamet etmekteydiler. Türk milliyetçilerin tepkisi son derece sert olmuş ve bazı kişiler mektubun satır aralarında, İngilizler tarafından Sultan’ın tahtı adına çevrilen bir manevranın kokusunun hissedildiğini ima etmişlerdir. Bazı gazeteciler hâkim önüne çıkarılmış ve aralarından bir tanesi de beş yıllık bir tecrit cezasına çarptırılmıştır. Bir kamu görevlisi, halifenin güç kazanmaya çalışması halinde halk tarafından linç edileceğini söyleyecek kadar ileri gitmiştir. Başarılı bir ressam olmakla birlikte siyasi açıdan o denli donanıma sahip olmayan Abdülmecid’in çevresindeki hava gitgide ağırlaşmaktadır.
* 3 Mart akşamı Abdülmecid’e, ülkeden kovulduğu haberi ulaştırıldı. Gece yolculuk için gereken hazırlıklar yapıldı ve sabah vakti kendisine arabayla şehir dışına, Çatalca’ya kadar eşlik edildi. Oradan Avrupa’ya giden trene bindirilecekti. Treni beklerken, Musevi istasyon şefi kendisini teselli etmek için dokunaklı bir konuşma yapacaktı: Osmanlılar, Avrupa’da kovalanırken ırkını kurtarmıştı. Şimdi aynı talihsizlik hanedanın başındaydı. Borcunu ödemek için yapabileceği bir şey var mıydı acaba? Abdülmecid’e iki eşiyle birlikte Ömer, Faruk ve henüz küçük yaşta olsa da büyüdüğünde babasıyla akıllı ve samimi bir şekilde ilgilenecek olan Dürrüşehvar, yani çocukları da eşlik ediyorlardı. Osmanlı ailesinin diğer bireylerine birkaç gün daha izin verilmişti. Birçoğu, geçiş vizesi alabilmek için İtalyan Elçiliği’ne koştu. İstanbul’da sabık Halife’nin gidişi pek de fazla ses getirmedi. Milliyetçi basına göre en bariz protestoyu, Halife’ye sadakatini göstermek için elindeki uzun asanın tepesine bağladığı bayrak ile Galata’dan Dolmabahçe’ye koşan bir şahıs yapmıştır. Ama gariban, Abdülmecid yerine akıl hastanesi görevlileriyle karşılaşmış ve yaka paça götürülmüştür.
* 13 Mart 1924, Osmanlı Hanedanı soyundan gelenlerin Türkiye’yi terk etmeleri için tanınan son gündür. Aynı gün Vahdeddin, Vittorio III. Emmanuele’e, kendisinin halifelikten ve tahttan asla feragat etmediğini ve şahsını Türkiye’nin padişahı ve tüm müminlerin halifesi olarak gördüğünü açıklayan bir mektup yazdı. Ankara hükümetinin icraatları da, hanedan efradının kovulması da gayrikanuniydi. Kendisinden ailesi için yardım talep ediyordu. Kraliyet Bakanı Mattioli Pasqualini mesajı Dışişleri’ne aktardı. Dışişleri, Türk hükümetinin konuyla ilgili aşırı hassasiyetini zedelememek için sabık Sultan’a resmî bir cevap verilmemesi ama Sanremo Vali Yardımcısı aracılığıyla, mektubunun alındığının bildirilmesi talimatını verdi.
* O dakikalarda, jandarma Raffaele Campolini ve Pantaleone D’Ostuni’ye, Corso Cavallotti’deki evde sabık Sultan’ın doktorunun intihara teşebbüs ettiği haberi ulaştı. Olay yerine koşan jandarmalar Reşad Paşa’yı yemek salonunda halıya uzanmış halde buldular. Alnındaki yaradan kanlar akıyor ve konuşamıyordu. Bir arabaya bindirilen yaralı hastaneye götürüldü. Mauriziano, korkuyu ve ölüm düşüncesini çağırmak için özellikle inşa edilmişe benzeyen, keşişlerce işletilen bir hastaneydi. Reşad hastaneye, 18.30’da ulaştı. Kafasının sağında, çeperi içe çökmüş, yanık izi gözlenmeyen, düşük kalibreli bir silah tarafından açılmışa benzeyen bir yara bulunuyordu. Çekilen röntgenlerde de kafatasının içinde bir mermi bulunduğu tespit edildi. Nabzı gayet zayıftı ve bilincini yitirmişti. Tedavi etmek mümkün değildi. Hasta neredeyse yirmidört saat can çekişti ve 15 Mart günü ikindi sularında son nefesini verdi. Jandarmalar, ilk sorgulamaların ardından kurbanın sürekli izlendiğine dair bir saplantıya kapıldığını ve son zamanlarda ruh halinin, Türkiye’den gelen haberler nedeniyle daha da bozulduğunu saptadılar. Yaralıyı ilk fark eden kişi, Sultan’ın, tesadüfen yemek salonuna giren “uşağıydı”. Reşad’ı yerde kanlar içinde inlerken bulmuştu. Silah biraz ötesindeydi. Yedi atımlık, 6,35 kalibrelik otomatik Browning modeli küçük bir silahtı. Kılıfı az ötedeki masanın altına fırlamıştı.
Doktor Reşad'ı öldüren 6,3’5lik Browning’in boyutları
* Reşad’ın naaşı çarşafa örtülmüş halde önündeydi. İki kat çorap giymişti. Dış çoraplar kahverengi, iç çorapları ise beyaz pamuktandı. Sağ ayağındaki çoraptan bir sürpriz çıktı: İngiltere Bankası’na ait, 5 sterlinlik on adet ve 1 sterlinlik beş adet banknot. Çarşafı kaldırıldı. Uzmanlar, naaşın üzerinde yün don, beyaz atlet ve gömlek bulunduğunu not ettiler. Kıyafetleri çıkarıldı ve altmışlı yaşlarda, düzgün bir iskelete sahip ve epeyce deri altı yağlanması saptanan bir erkek olduğu belirtildi. Vücudundaki kan, yerçekimi nedeniyle bedenin masayla temas ettiği noktada birikmiş, karın bölgesinde ölüm sonrası morluklar oluşmaya başlamıştı. Semeria Maggio testereyi eline aldı. İlk olarak baş bölümünü incelemek istiyordu. Soruşturmada görevli hâkimler, Kraliyet Savcısı Ettore Martini ile otopside hazır bulunan sorgu hâkimi Giuseppe Beranger’di. Birkaç gün boyunca, bir iki kısa gazete haberi dışında olay sessizlikle sınırlı kaldı. Ama 22 Mayıs 1924 günü The New York Times, sabık Sultan’ın doktorunun Sanremo’da öldüğü haberini yayımladı. Vakanın intihar olmasından şüpheleniliyordu. “Bazı Türk çevrelerinde Reşad’ın, Halife’nin Kemalist hükümet tarafından ülkeden kovulması ile ilişkisi olduğu söylentisi dolaştığı nazarı dikkate alınırsa, ölümünü bir sır perdesi örtüyor,” denilmekteydi.
Sabık Sultan Vahdeddin’in sertabibi olan eşim Doktor Reşad Paşa’nın ülkenizde vefat ettiğini gazetelerden öğrenmiş bulunuyorum. Haberlerden vefatıyla ilgili zalim gerçeği tahmin etsem de, hangi koşullar altında vefat ettiğini öğrenemedim. Gözlerimde yaşlarla ve kederle dolu olarak İtalyan otoritelerinin, ateşli bir silahla vefat ettiğini anladığım zavallı eşimin ölüm nedeninin açığa çıkması için gereken araştırmaları yapmasını rica ediyorum. Hangi koşullarda vefat etti? Kim vurdu? İntihar mı yoksa cinayet mi? Siz Sayın Savcı Beyefendi’den en kısa zamanda, soruşturma neticesinde gerçeği ortaya çıkararak, cevap bekleyen bu elim soruları en küçük ayrıntılarıyla cevaplamanızı rica ediyorum. Dua etmekten başka çarem yok Saygıdeğer Savcı Beyefendi: Konu ile ilgili kararımı size bildirene kadar müteveffa eşime ait eşyaları teslim alıp mühürlemenizi rica ederim. Sizden rica ettiklerim için, merhum eşimin vefatının asıl nedenini bulmak için yapacağınız araştırmalar sayesinde bana büyük yardımınız dokunacağından size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum Sayın Savcı Beyefendi. Lütfen gözyaşları durmayan bir dul kadın için, insanlık namına bana yardım edin. Size sorduğum soruların cevaplarını öğrenmek için endişeyle beklerken teşekkürlerimi ve saygılarımın kabulünü rica ediyorum.
* Eğer Sanremo’da bir tür Ortadoğu mozaiği mevcutsa, Selim Melhame için asla bu mozaiğin önemsiz bir parçası olduğu söylenemezdi. Fütursuz bir atası, Lübnan dağlarının ortasında rakiplerini kırıp geçirerek epeyce dünyalık edinmişti ama Selim yükselişini, bizzat kendi rafine zekâsına borçluydu. Lübnanlı bir Maruni olan bu zat, Galatasaray Lisesi’nde muîd olarak iş bulunca 1870’lerde İstanbul’a gelmişti. Burada tanıştığı Osmanlı elitlerinin çocukları, önce babalarına sonra da onların etkili dostlarına giden yolda kendisine basamak vazifesi gördüler. 1897 yılında Dışişleri Nezareti’nde çalışmaya başlamış ve gitgide daha önemli kişilerle dostluk kurmuştu. 1891 yılında ise Abdülhamid tarafından, 20 yıl boyunca ifa edeceği Maâdin ve Orman Nazırlığı görevine atanmıştı. Petrol yataklarının araştırılması ve işletilmesine dair yetkilerin dağıtılması meselesini de ilgilendiren Bağdat Demiryolu’nun inşasında Almanlarla yapılan görüşmelerin aracılığını yapmış ve Almanların İngiltere’yi Ortadoğu’dan kazıma girişimine onay vermiştir. Sultan’ın sahip olduğu pek çok mülk ve Musul bölgesi de bu demiryolu hattı üzerinde yer almaktaydı. Osmanlı ziraati onun idaresi altındayken, bilhassa küçük üreticilerin de yararlanabildiği bir banka kredisi uygulaması getirmesi sayesinde, o güne kadar rastlanmamış bir gelişme ve zenginlik dönemine ulaşmıştır. Başka kaynaklara göre ise aslında sadece kendini ve arkadaşlarını zengin eden Selim Melhame, yetenekli ama Sultan için gammazlık yapan ve nazır olduktan sonra da yıllar boyunca ülkenin kaynaklarını engelleyen vicdansız biridir.
Selim Melhame’nin evi ve muhtemelen casusluk merkezi Villa Meglia’nın Sultan’ın Villa Nobel’deki dairesinin penceresinden görünümü
* Sabık nazır Firenze’ye kaçmıştı ama savaş patlak verince İsviçre’ye geçti. Sanremo’ya ise 1920’lerde yerleşti. Neredeyse yetmiş yaşında olmasına rağmen hâlâ enerji dolu ve küstah tavırlıydı. Daha önce “Meksika’nın Danton’u” olarak tabir edilen, tarihçi, romancı ve siyaset adamı, çok yönlü Ignatio Manuel Altamirano’nun ikamet ettiği Villa Meglia’yı satın aldı. Hâlihazırda bir çocuk sığınma evi olarak kullanılan bu bina tam olarak Villa Nobel’in önünde, biraz daha yüksekte bulunmaktadır. Bu da Selim’in evinin pencerelerinden, Vahdeddin’in evinde olan bitenin rahatça izlenebildiği anlamına gelir. Bu durumun tesadüf olduğuna inanalım mı? Kaldı ki Selim Melhame, 1908-1909 yılları arasında Türkiye’de aktif olan İtalyan Askerî İstihbarat Örgütü’nün en mühim adamlarından birinin, Albay Giovanni Romei Longhena’nın damadıydı.
* Son iki mesajın son satırlarına garip işaretler eklenmişti. Beranger’e, anlaşılması mümkün olmayan ama tekinsiz havası olan karalamalar gibi gelmiş olmalılar. Reşad’ın, hayatının son anına kadar cebinden ayırmadığı bu sayfalar İslami bir tarikatın sembollerini taşımaktaydı. Selim Melhame ismi “Muzaffer” olarak tercüme etti.
* Türk hükümetin başı İsmet İnönü, İtalya’yı Halife’yi davet etmekle suçladı. Mussolini bu suçlamayı şahsen yalanlayarak, bizzat Halife’nin, Lozan konsolosu aracılığıyla geçici ikamet talebinde bulunduğunu ifade etti. Kaldı ki bu talebe herhangi bir cevap da verilmemişti. Nitekim Konsolos Guisi, Abdülmecid ile olan görüşmesini, 26 Nisan 1924 tarihinde Kral’a ve Mussolini’ye bildirmişti:
Burada Territet’de, Prens Faruk ve kâtibi Keramet Bey eşliğinde sabık Halife ile bir görüşmem oldu. Ekselanslarının içinde bulunduğu mali kriz ile ilgili olarak Fransız gazetelerinde yayımlanan haberlerin tam olarak doğru olmadığını söylemeliyim. Kendisi hâlâ bazı imkânlara sahiptir ve benzeri söylentiler sadece Müslüman dünyasında ilgi toplamaya yöneliktir. Halife, Fransa’dan herhangi bir mali yardım talep etmeyi asla düşünmediğini bizzat ifade etmiştir…
İtalyanların 1926 yılında Türkiyeyi işgal etmekle tehdit ettikleri dönemde Türk gazetesinde çıkan Mussolini karikatürü
* Sultan’a gelince, evden neredeyse hiç çıkmıyordu. Nadiren Bahaeddin’i, güvercinlere ateş ettiği talim alanından almaya giderdi. Rivayete göre Vahdeddin bir defasında, her zaman yanında taşıdığı 45’lik Colt tabancasını (diğer tabancası odasında dururdu) cebinden çıkarmış ve 25 metre mesafeden yedi tane kuş vurmuştur: Kendisine karşı herhangi bir girişimde bulunmaya heveslilere karşı bir uyarı!
* Birkaç hafta sonra Türkiye’den, ülkenin 1925 yılının sonlarında içine düştüğü durumla ilgili gayet katı bir soğukkanlılıkla hazırlanmış “son derece gizli” bir rapor yola çıkar. Raporu, İtalyan Büyükelçiliği donanma ataşesi Yüzbaşı Luigi Neyrone hazırlamıştır:
Katı bir sansüre tâbi olan Türk basını, ülkedeki durumla ilgili hemen hemen hiçbir şey yayımlamamaktadır. Ancak, doğu vilayetlerinde Türk hükümetinin ayırt etmeksizin bütün vatandaşların Batı tarzı şapka kullanımını zorunlu kılmasından kaynaklanmakla birlikte aslında kökleri ve tepkisel tabanı çok daha derin ve dinî meselelere, devletin laikliğine ve idare biçimine dayanan yeni gösteriler meydana geldiği bilinmektedir. Türkiye’deki hükümetin başı tarafından “tepkisel yapıdaki olaylar” olarak tanımlanan bu gösterilerin kronolojik sırası şöyledir: 14 Kasım Sivas, 22 Kasım Antakya, 24 Kasım Erzurum, 25 Kasım Rize, 26 Kasım Maraş, 4 Aralık Giresun ve Trabzon, 7 Aralık Garzan. Olaylar, genel olarak dinî şahsiyetlerin başı çektiği kalabalıkların yerel Türk resmî makamlarının ikametgâhları hedef alınarak yaptığı gösteriler ve ilanların yapıştırılmasıyla sınırlı kalmıştır. Göstericiler yerel askerî güçler tarafından dağıtılmıştır. Kan dökülmemiştir. O bölgelerde bu tarihlerde ikiyüz kadar kişinin cezalandırıldığı ve ceza alanların çoğunun dinî şahsiyetler olduğu öğrenilmiştir. Başka cezalar da olacaktır. İstanbul’da da, özellikle Fatih’te, ilan yapıştırılarak gösteriler yapılmış ve birçok kişi gözaltına alınmıştır. İsmet, Büyük Millet Meclisi oturumunda söz konusu gösterilerle ilgili, “yurt dışında bulunan tek bir mihraktan kaynaklandıklarını ve bu mihrakın sabık Sultan Vahdeddin veya sabık Halife Abdülmecid Efendi olduğunu” açıklamıştır. Cumhuriyet hükümetinin yüzleşmek zorunda kaldığı tepkinin artık tek vücut ve organize olduğu da bilinmelidir. Sonuç olarak, Türkiye’deki durum kaygı verici olmamakla birlikte şu an oldukça kritiktir ve muhtemel sürprizlere gebedir…
Dışarıyla olan duruma gelince -diye devam etmektedir Neyrone-, Türk kamuoyu, vahim Musul sorununu çözmek için davet edilen Birleşmiş Milletler’in çalışmalarını izlemektedir. Cumhuriyet hükümeti Musul ile ilgili olarak Türk kamuoyuna karşı öylesine inatçı tutum sergiliyor ki, Birleşmiş Milletler’in İngiltere’nin isteği doğrultusunda muhtemel kararı halinde nasıl bir çıkış yolu bulabileceğini tahmin etmek mümkün değil. Öte yandan Türk hükümeti Birleşmiş Milletler’in kararını kabul ederse, ülke içinde son derece istikrarsız hale gelecektir. Ayrıca pek çok kere tekrar ettiği tehdidini uygulamaya sokarak, İngiliz askerî birliklerinin gözetimindeki Musul’a birlik yollayıp işgale kalkışması halinde ise nereye gideceği ve sonuçları son derece bariz olan çok ciddi olayların sorumluluğunu almak zorunda kalacaktır. Bana göre, yakın tarihte kendisine şahane sonuçlar elde etmesini sağlayan o cesaret oyununa delicesine sadık olan Mustafa Kemal’in hükümetinin, içerideki dengelerin çok da şahane olmadığı böyle bir anda, bu kadar ciddi bir meydan okuma girişimine alenen kalkışması değil muhtemel, mümkün dahi değildir.
* Giriş katında oyun salonu vardı. Küçük salonlar üst kata açılıyordu. Tavanlardan, bir sis bulutu içinde kalan devasa kristal avizeler sarkardı. Bahisler, krupiyeler tarafından hızla küçük tırmıklarla toplanır, bir düzine sabırsız göz konkav tekerleğin dönüşünü izler, şans meleğine dua eder ve fildişi topun birkaç zıplamadan sonra hareketsiz kalmasıyla yüzlerdeki ifadeler değişirdi. Zeki Bey, yoğun gürültüye rağmen tam bir umursamazlıkla önündeki yığınlardan aldığı fişleri masaya fırlatıyordu. Birbiri ardına atılan tomar tomar fiş… Hâlbuki diğer yanda Sultan, maddi sıkıntılar içindeydi. En azından Mümtaz’ın söylediğine göre paralar suyunu çekmeye başlamıştı.
* Ventimiglia Fransız Konsolosu’na, son derece yakın ahbabı olduğu Sami tarafından derhal Sanremo’ya gelmesi yönünde ricada bulunuldu. Armez’nin bildiği kadarıyla merhumun naaşı, eşlikçisi olmaksızın Marsilya’ya, oradan da herhangi biri gibi gemiye yüklenerek Beyrut’a yollanana kadar, hiçbir tören yapılmadan Villa Magnolie’de bekleyecekti. Ama bunun için Fransız devletinin herhangi bir engel bulunmadığına dair ifadesi gerekiyordu ve Fransızlar bu konuda çok da istekli değildi.
Sabık Sultan’ın ölümü ani ve şahitlik yapacak kimsenin bulunmadığı koşullar altında gerçekleşmesi hasebiyle otopsi yapılmasının zaruri olduğu sonucuna varılmıştır. Bütün ailenin iddiası bir kalp krizinin imkânsız olduğu yönündedir. Vahdeddin’in kalbiyle ilgili herhangi bir sorunu bulunmamaktaydı. Bu bağlamda, Ekselanslarının naaşını görmek için otopsi öncesinde -aileden veya Müslüman olmayan tek kişi olarak- morga girdiğimde, ölümün yaklaşık kırk saat önce gerçekleşmiş olmasına rağmen, kalp hastalıkları nedeniyle ölen kişilerde görülen hızlı çürüme emarelerine rastlamadım…
* Tek sorun cenazeydi artık. Vahdeddin’in Hristiyan topraklarında gömülmesi düşünülemezdi. Merhumun arzu ettiği gibi Mekke’ye gömülmesi ise söz konusu bile değildi. Trablus bir seçenek olsa da en garanti çözüm Şam’a defnedilmesiydi. Ne de olsa Suriye Cumhurbaşkanı Nami Bey hanedanın eski bir azasıydı (ve Campani’nin raporundan öğrendiğimiz gibi Mustafa Kemal için de güçlü bir hasımdı). Paris karşı çıkmazdı ama Fransız hükümeti, “Sultan’la son derece saygılı bir ilişkisi” olan İtalyan Kraliyet Ailesi’nin girişimine rağmen, cenazede resmen bulunmak, hatta çelenk yollamak için bile bir neden görmüyordu.
VI. Mehmedin tabutu Villa Magnolienin bahçesinde taşınırken
* Mussolini, hafta sonu, Vahdeddin meselesiyle bizzat ilgilendi. Bu cenaze artık külfet vermeye başlamıştı. Bir İtalyan limanından mı yoksa bir Fransız limanından mı gideceği bile hâlâ muammaydı. Marsilya’dan gidecekse İtalya seve seve iki adım ötedeki sınıra kadar badavaya taşınmasını üstlenmeye hazırdı. İtalya’dan bir savaş gemisiyle gitmesi ise söz konusu bile olamazdı ama aile isterse, Cenova veya Trieste ile Beyrut arasında düzenli olarak sefer yapan gemileri kullanabilirdi. Bu yolu seçmeleri halinde İtalyan hükümeti tabii ki denizcilik şirketine, fiyatta indirim yapması için müdahale edecekti.
* O gün Ömer Faruk ve üç hafta önce doğum yapan karısı Nice’ten geldiler. Vahdeddin vefat edeli üç hafta olmuştu ve tabutu bir seraya taşınmıştı. Ama en büyük problemleri, aralarında bir çift kasap da bulunan Sanremolu alacaklılardı. Fatma Nimet, villanın dışında ellerindeki fatura tomarlarını sallayarak deli gibi bağıran elli, altmış kişiden söz etmektedir.
* Lotti’nin hazırladığı, Villa Nobel ve Villa Magnolie sakinlerinin listesi en nihayet sorgu hâkimine ulaştı.73 Belki de kargaşa biraz olsun duruluyordu. Villa Magnolie’de on beş, Villa Nobel’de ise on dört kişi yaşamaktaydı. Türk hizmetkârlar dışında, hâlâ sorgulanması gereken yirmi kişi mevzubahisti. Listede, Sultan’ın oğlu ve torununun isimleri yer almamıştı. Belki de çoktan yollanmışlardı Fransa’ya.
* Mart ayında Kemal’in tehditkâr hatıratını yayınlayan Hâkimiyet-i Milliye gazetesi baş editörü, emniyet genel müdürü yardımcısıyla birlikte İtalya’ya doğru yola çıkmıştı bile. Anlaşıldığı kadarıyla Zeki meselesi dallanıp budaklanıyordu. Reşad’ı ortadan kaldırdıktan sonra Sultan’ı da mı öldürmüştü yoksa? Yoksa Zeki ve son eş, Musul meselesi nedeniyle telafi olarak Sultan’ın başı istendiği için Türk hükümeti veya İngiliz istihbarat servisinin aracı mı olmuşlardı? Gazetelere göre günler önce Albay hakkında ciddi suçlamalarda bulunan Ulviye Sultan ve Zeki Bey arasında şiddetli bir tartışma yaşanmıştı. Söylenenlere göre Sultan’ın kızı yeni bir otopsi talebinde bulunmuştu ve muhtemelen de bu isteği yerine getirilecekti.
1926 yılında Villa Magnoliede mevcut olan kişilerin İtalyan polisince belirlenen listesi
1926 yılında Villa Nobel’de mevcut olan kişilerin İtalyan polisince belirlenen listesi
VI. Mehmed’in eşyalarının Villa Magnolie’deki mezatına dair gazete ilanı
* Caminin bahçesine kazılan iki mezara da hemen su doldu. “Gerçi uygun bir yer değildi,” diyecekti Ömer Faruk, ama daha iyisi yoktu galiba. Ama sabık Sultan’ın naaşı sonunda gömülebildi. Nami Bey, kabrin üzerine bir türbe yaptıracağına söz verdi ama yıllarca bir toprak yığını olarak bekleyecekti. Sabiha, Ömer Faruk ile boşandıktan sonra, Mısır’da mezara yapılacak türbe için fon toplamaya çalıştı ama diğer Faruk’u yani kralı devirerek, hayatını Roma, Côte D’Azur ve Sanremo Kumarhanesi arasında geçirmesine neden olan darbe, projesini gerçekleştirmesine engel oldu. Ve sonunda mezarın başına basit bir taş dikildi.
* Villada kalan az sayıdaki eşyaya el konularak 1927 yılında açık arttırmaya çıkarıldı. Açık arttırma haberi, L’Eco della Riviera gazetesinde dört kere yayımlandı: 17 Mayıs saat 14.30’da Villa Magnolie’de (değerli eşyalar, sanat eserleri ve mobilya); 2 Ağustos saat 10.00; 9 Ağustos 14.00 adliyede (mücevherat, saatler, süsler, minyatürler, silahlar, Türk ve Mısır altın paraları, halılar); ve son olarak da 17 Ağustos saat 15.00’te Villa Magnolie’de (mobilyalar, çamaşırlar, değerli eşyalar vs indirimde).
* Toplam borç 350.000 liret civarındaydı. Caza Hukuku gereği bazı alacaklıların önceliği bulunduğundan, bir başka yasal kavga ortaya çıkacaktı. Ama en sonunda Şükrü, İbrahim, Mahmud, Mazhar ve Hayreddin’den her biri, 6.000 liret aldı. Kasap Marivaldi’ye alacağı olan 21.437,95 liret ödendi. Bakkal Steiner&Saluzzi’ye 37.253,90 liret, manav Tornatore’ye 8671,45 ve tavukçu Donatini’ye 2242,40 liret uygun görüldü.
* Sabri’nin Kemalist bir muhbir olduğuna inanan tek kişi Zeki Bey değildi. Özellikle de davranışıyla ilgili soru işaretleri mevcuttu. Hiçbir siyasi eylem içinde olmadığı doğruysa, neden İsmail Hakkı’yı öldürmek istemişti ki? Bu sorunun iki muhtemel cevabı vardı. Sabri, sürgündeki Türklerden herhangi birine ateş açma emri almış olabilirdi. Hedef ne kadar beklenmedik olursa o kadar başarılı olacaktı, zira istisnasız herkes korku içinde yaşamak zorunda kalacaktı. Diğer bir olasılık ise Sabri’ye bir görev verilmiş ama o bu görevi başaramamış olmasıydı. Kendisini affettirmek için de kolay bir hedefi, Mustafa Kemal’in eski düşmanını ortadan kaldırmaya çalışmıştı.