Mimar Sinan'ın gözünden: Altın Kubbenin Esrarı

Yazar Sultan Polat, Kapı Yayınları'ndan çıkan Altın Kubbenin Esrarı romanını Haber7'ye anlattı.

ABONE OL
GİRİŞ 25.11.2021 14:38 GÜNCELLEME 25.11.2021 14:38 KİTAP
Mimar Sinan'ın gözünden: Altın Kubbenin Esrarı

Sultan Polat, romanlarını kaleme alırken seçtiği konular ve kahramanlarla zihnimize kıymık batıran bir yazar. Kapı Yayınları'ndan çıkan yeni romanı Altın Kubbenin Esrarı'nda yine hepimizin tanıdığı tarihi bir karakterin hiç fark etmediğimiz bir özelliğine dikkat çekiyor; Gönül coğrafyamızı Mimar Sinan’ın gözünden anlatıyor.

İstanbul’dan Kudüs’e uzanan yol hikayesinde hem Sinan’ın ruhundaki fırtınalara tanık oluyoruz hem de genç bir devşirmeyi dâhi bir mimar, âbidevî bir şahsiyete dönüştüren medeniyeti tanıyoruz.

Sultan Hanım, Mimar Sinan’ın Kubbet-üs Sahra’yı tamir ettiğini ve Kudüs Surlarını yeniden inşa ettiğini anlatıyorsunuz. Bu bir bilgi mi yoksa kurgu mu?

Kurgu ile zenginleştirilmiş bir bilgi diyelim. Kanuni Sultan Süleyman’ın onarımlar için Mimar Sinan’ı Kudüs’e gönderdiğini biliyoruz ki Silsile Kubbesi’nin kitabelerinde yazıldığı kaydedilir.

Rahmetli Haluk Dursun hoca, çok bilinmese de, Kubbet-üs Sahra’nın su alan iç balkonlarını da Mimar Sinan’ın onardığını söylemişti. Yine çevresindeki çinilerin de Kanuni Sultan Süleyman döneminde İznik’de üretilip döşendiğini biliyoruz.

Kudüs Surları da aynı dönemde yeniden yükseltildi ve Şam Kapısı olarak bildiğimiz, Sultan Süleyman caddesine açılan o meşhur kapı da Kanuni döneminde inşa edildi. Aslında Kudüs’e hizmet etmeyen padişahımız yok desek yeridir.

Kitapta Kudüs’ün esasen bir Türk şehri olduğunu anlatıyorsunuz.

Aslında benden ziyade tarihçilerimizin kanaati bu yönde. Mesela, doktora tezini bu konuda yapan Kudüs uzmanlarından Cengiz Tomar hoca da Kudüs’ün öncelikle Memlûk şehri olduğunu söyler. Ki Memlûk dediğimiz Anadolu’dan çok önce Mısır’da Türkiya adında bir devlet kuran Türkler değil midir?

Yine, Alparslan Kudüs’e yürürken Romen Diyojen’in lejyonlarıyla yaklaştığını öğrenince Malazgirt’te karşısına dikilmemiş miydi?

Bugün Kudüs sokaklarında dolaşırken her taşta medeniyetimizin izlerini görürsünüz. Siyonist rejim her ne kadar kitabelerimizi söküp yerine Davud Yıldızı yapıştırsa da, atalarımızın Kudüs sakinlerinin gönüllerindeki yerini asla silemez.

Kudüs’te Mimar Sinan’a ait hangi eserleri biliyoruz?

Haseki Hürrem Sultan’ın kendi adına yaptırdığı imaret bugün hâlâ, her gün, dini, dili, ırkı ne olursa olsun yoksullara yemek vermeye devam ediyor mesela. Kanuni’nin de kendi kişisel gelirinden bağışlarıyla desteklediği vakfiyesi hâlâ dile kolay günde 999 kişiye sıcak aş ikram ediyor.

Mimari eserlerimiz saymakla bitmez, ancak bundan çok daha önemli, silinemeyen izlerimiz var Kudüs’te. Aslında bütün bu hikayeleri anlatmak, hafızalarımızı tazelemek lazım.

Kudüs daha fethedilmeden önce aslında halkın gönlünde yer ettiğimizden bahsediyorsunuz kitapta.

Evet, şehri fetheden Yavuz Sultan Selim’in ordusunda, ihtimal Yeniçeri Sinan da Mısır seferine katılmıştı. Tezkiret-ül Bünyan adlı hatıratında hayatının ilk döneminden, yani yeniçeri olduğu yıllardan pek bahsetmez.

Yavuz Sultan Selim tek bir kurşun atmadan, kılıcını hiç çekmeden şehre girdiğinde, onu Kudüs’ün ruhbanları karşılar.

Kıyame Kilisesi’nin yanısıra Ermeni ve Süryani cemaatlerin liderleri de hazırdır. Hz. Ömer’in ve sonrasında Fatih Sultan Mehmet’in verdiği emannameleri yenilemesini isterler.

Fatih Sultan Mehmet’in bir emanname vermiş olması ilginç. Henüz Osmanlı idaresi altında olmayan topraklardan bahsediyoruz.

İstanbul’un Fethinden beş yıl sonra Kudüs Rum Ortodoks Patrikliğinin merkezi olan Kıyame Kilisesi’nin Patriği İstanbul’a gelir ve padişahtan emanname ister. Fatih de sizin sorunuzla karşılık verir.

“Payitahtındaki Fener Rum Ortodoks Patrikhanesine bağlıyız.” Madem ki, derler; “İstanbul artık sendedir, öyleyse aslında biz de sana bağlıyız.” Fatih de istedikleri emannameyi verir.

O zaman, gün gelip bu kutsal şehrin de Osmanlı barışını yaşayacağını öngördüler, vizyonları genişti diyelim.

Çok değil yalnızca birkaç yıl önce Siyonist rejim şehirdeki Hıristiyan mabedlerden yüksek vergiler istemeye kalktığında, Ortodoks cemaat Kıyame Kilisesini ibadete ve ziyarete kapatıp İslam ve Osmanlı emannamelerini vergi muafiyetine yasal dayanak olarak göstererek direndiler. Ve kazandılar. Buna ne demeli?

Barış, eğer adalet üzere tesis edildiyse, yıkmak zalimin de harcı değildir. Belki de bu nedenle bütün bu coğrafyadaki eserlerimiz yok edilerek, insanlığın hafızası silinmek isteniyor.

Roman aslında yalnızca Sinan’ın mimarlığı üzerine inşa edilmemiş. Bir yol hikayesi olarak kaleme alınmış. Kitapta iç içe üç ayrı yolculuk anlatıyorsunuz. Müsadenizle kısa bir bölüm aktarmak isterim;

“Sinan o bahar, aynı anda üç sefere birden çıkmıştı.

Barbaros Hayrettin Paşa, Baştarda ile mîmarı İstanbul’dan Yafa Limanı’na götürüyordu.

Hâtırâtında tam yirmi sene önce Selim Şah ile çıktığı Şark Seferi’ni kaleme alıyordu.

Üçüncü ve en zorlu seferinde ise kimseler görmeden, duymadan, bilmeden, ruhunun labirentlerinde gezinmekteydi. Geceleri kamarasına her çekildiğinde zaman içinde zaman yaşamış, göz açıp kapayıncaya kadar en karanlık kuyulara dalmış, en sarp yamaçlarda yürümüş, en ulaşılmaz zirvelere tırmanmıştı.”

Sinan’ın yolu, gerçekten çok ilginç bir yol. Hıristiyan bir ailede doğuyor. Araştırmacılar Peçenek veya Karaman Türklerinden olabileceğini söylüyorlar. Kayseri sancağında vaktiyle Ortodoks Türklerin yaşamış olması kadar, devşirilden sonra İstanbul’a getirildiğinde Türk bir ailenin yanına gelenek ve görenek öğrenmesi için verilmemiş olmasını da delil gösteriyorlar. Bir kaide Sinan için neden bozulsun ki? Demek gerek görmediler.

Ağırnas’a gittiğiniz zaman, eğer gönüllü bir yerel rehbere denk gelirseniz yeraltı evlerindeki duvar yazılarında eski Türk alfabesi izlerini de gösterirler.

Bunun gibi pek çok gerekçeden bahsediliyor. Ama tabi, biz bugün böyle etnik kimliklere önem veriyoruz. Osmanlı ise kökenine hiç takılmadan bir çocuktan bir dâhi çıkarmayı önemsiyor. Bu yönüyle Sinan, aslında Osmanlı’nın insan seçme ve yetiştirme şeklinin en göz önündeki örneği. Mimar Sinan bizzat kendisi tam anlamıyla bir Osmanlı Eseri.

“Sinan’ın seyahati yalnızca mekanda değildi” diyor sıkça vurguluyorsunuz. Kitabı okuyunca hem çok zorlu ve hem de ilginç bir yolculuğa tanık oluyoruz.

Yıllardır söyleşilerimde sürekli dile getirdiğim, hatta belgesellerimde de kullandığım bir gözlemim var; Hep söylerim; İstanbul’u bir Fatih fetheder, bir de Mimar Sinan.İstanbul’un Roma ve Hıristiyan kimliğini silmeden üzerine Türk İslam kimliğini inşa eden Mimar Sinan’dır.

Kim İstanbul’u Sinan’dan daha iyi anlayabilirdi ki, aynı dönüşümü Sinan da bizzat kendi ruhunda yaşadı.

Sahtiyan Çizmeli Adam, Sinan’ın hayatını değiştiren, ileri bir yaşta devşirilmesini sağlayan, çok gizemli bir karakter. Ve romanda Sinan her yerde, herkeste onu arıyor.

Sinan’ yeniçeri ağası olabilecekken mimarbaşılık yoluna giren, çok başarılı bir asker. Hayatında öylesine keskin dönüm noktaları var ki. Bütün bunları anlatabilmek için bir arayış gerekti. O arayış, Sahtiyan Çizmeli Adam’da vücut buldu.

Beyazıt-ı Bestami hazretleri ne der; “Aramakla bulunmaz ama bulanlar ancak arayanlardır.”

ALTIN KUBBENİN ESRARI her ne kadar Sinan’ın hayatını anlatmak için kurguladığım bir eser olsa da, bir biyografi değil. Aksine sürükleyici bir macera.

Yolcunun kendi ruhunun labirentlerinde yaptığı seferin, gerçek mekanda yaşadığı sürükleyici, günümüz şartları için akılalmaz heyecanlı hayatın hızını kesmemesi gerekiyordu. Bu nedenle iki ayrı eksende akan bir hikâye kurgulamak gerekti.  

Kitaplarınızı kurgularken nasıl bir yol izliyorsunuz?

Öncelikle hikâyenin zihnimde olgunlaşması gerekiyor. Hikâyeniz ne kadar olağanüstü olursa olsun, karakterleriniz sahici olmak zorundadır. Yazar, karakterini çok iyi tanımazsa, okuru da gerçekliğine inandıramaz.

Mesela benim kitap kahramanım olarak yeniden kimlik kazanan Mimar Sinan’ı, Barbaros Hayrettin Paşa’yı, Piri Reis’i, Evliya Çelebi’yi, Kleopatra’yı ya da Kommagene Kralı Antiokos’u okuyan hiç kimse, karakterin gerçekliğini sorgulamaz. Hatta, sanki ete kemiğe bürünmüş gibi tanıdık derler.

Aynı şey mekânlar için de geçerli. Yalnızca zihnimin içinde var olan bir mekân da olsa, bütün detaylarıyla okurun gözünde canlandıracağı şekilde anlatırım. Bu biraz da Şehir Planlama eğitimi almış olmamdan, mekânı somutlaştırabilmemden kaynaklanıyor sanırım.

Tarihçi olmayışımı da, okuyarak, araştırarak, tarihimize duyduğum merakla aşıyorum. Mesela ALTIN KUBBENİN ESRARI romanımı, değerli dostum, hem tarih hem de sanat tarihi eğitimi alan Nermin Taylan basılmadan önce okudu. Kaldı ki, yalnızca Kudüs konusunda çalışmalarıyla temayüz etmiş olması dâhi elbette, böylesi bir danışmanlık için yeterliydi.

İstanbul ve Kudüs sizin kitaplarınızda çok önemli bir yer tutuyor. Tarihleri birbirine benzeyen iki şehrin, bir kez de Mimar Sinan mârifetiyle birbirine bağlandığını yazmışsınız. Bu gerçekten ilginç ve daha önce pek dile getirilmemiş bir tespit.

İstanbul ve Kudüs komşu olsaydı, ihtimal hikâyelerinin birbirine karıştırıldığını zannederdik. Kuşatmalarıyla, işgalleriyle, kutsal hikayeleriyle ve mabedleriyle o kadar benzeşiyorlar ki.

Mesela, Evliya Çelebi’ye göre, belki efsane belki de hakikat, ilk Ayasofya’dan önce aynı yerde inşa edilen ilk mabed, iddia edildiği gibi bir pagan mabedi değil. Bizzat Hz. Süleyman tarafından inşa edilmiş bir hak din mabedidir.

Yine Kubbet-üs Sahra’nın bulunduğu yerde ilk kez Hz. Süleyman’ın inşa ettiği bir hak din mabedi vardı. Ki Ayasofya’nın İmparator Kapısı üzerinde bugün Süleyman Mabedi’ni simgeleyen o iki sütunu gösteren mermer plaka hâlâ durur.

İmparator Jüstinyen de açılış töreninde “Seni geçtim ey Süleyman!” demiştir bilirsiniz, işaret ettiği belki de Kudüs’teki yıkılan mabed değildir de, Ayasofya’nın altındaki Süleyman mabedidir.

Bugün Ayasofya’ya da Kubbet-üs Sahra’ya da, İstanbul’a da Kudüs’e de Mimar Sinan’ın büyük emeği geçmiştir. Kubbesi daha önce defalarca çöken Ayasofya, Sinan’ın onarımları ve destekleri olmasaydı, günümüze ulaşamazdı.

Bu nedenle, Ayasofya, Fatih’in Kılıç Hakkı olduğu kadar, Mimar Sinan’ın da Kalem Hakkı’dır.

Siz efsanelerden bahsetmişken, ilk romanınızda “Efsaneler gerçeği gizleyen perdelerdir.” demiştiniz. “Ahit Sandığı’nı bulmak için o perdeleri yırtıp atmak gerek” diye devam etmiştiniz. Romanınızın baş kahramanı Evliya Çelebi de efsanelerin peşine düşüyordu.

Haklısınız, efsaneleri bu nedenle çok önemsiyorum. Üstelik, aynı anda iki işlevi birden yerine getiriyor olabilirler.

İlki, efsaneler gerçeği örtüyor ve ulaşmamızı engelliyor, doğaüstü olaylarla gölgeleyerek inanılması imkansız bir hale getiriyor olabilirler.

İkincisi ise, hakikati ancak ona layık olana sunmak üzere saklıyor, sakınıyor olabilirler.

Mesela Ahit Sandığı o kadar efsanevi bir hâle bürünmüş ki, üç kutsal kitapta da bahsedildiği ve bırakın definecileri, istihbarat örgütleri, devletler aradığı halde, var olup olmadığı tartışılabiliyor. Bu bir perde değilse nedir?

Hz. Süleyman’ın Yüzüğü için de aynı teoriniz geçerli sanırım.

Hz. Süleyman bizim itikadımıza göre peygamber, Yahudiler ve Hıristiyanlar için ise bir büyücü kral. Hatta Yahudiler pagan olarak öldüğünü ileri sürüyorlar.

Yüzük sayesinde hayvanların dilinden anladığı, cümle mahlukata hükmettiği kaydediliyor. Hz. Süleyman, İsa (a.s.)’dan 970 yıl önce dünyaya geldi. Yani günümüzden 2991 yıl önce.

2991 yıl önce, ya da daha önceki tarihlerde, bugünkü teknolojinin olmadığını sanıyoruz. Ama Göbeklitepe’nin nasıl inşa edildiğini anlayamıyoruz.

Bugün hayvanların dilinden anlamak için bilim insanları çalışmalar yapıyorlar. Bırakın hayvanları, nesneler bizimle konuşuyor, arabalarımız, saatlerimiz, evlerimiz, asansörler, mikrodalga fırınlar, oyuncaklar...

İnsanların, yaratılmış, hazır buldukları maddeyi kullanarak böyle bir teknoloji geliştirecek zekaya sahip olduğunu hepimiz kabul ediyoruz. Kainatı yaratanın, insana ruhundan üfleyenin peygamberlik bahşettiği kuluna, düşük enerjili mahluklarla iletişim kurabileceği bir araç vermesinin ise imkansız olduğunu mu sanıyoruz?

Siz gerçekten efsanelere ve mucizelere inanıyor musunuz?

Elbette. İnsanın kendisi bir mucize. Efsanelere ise özellikle bilim insanlarının çoğu inanıyor. Mesela, bilinen en eski efsane neredeyse 5.000 yıllık Gılgamış efsanesidir. Ölümsüzlüğün peşine düşen bir kralı anlatır. Bugün elitler ölümsüzlük peşinde gezegenimizi ve insanlığı felakete sürüklemiyorlar mı?

Hatta ben bazı masallara da inanırım. Birkaç bin yıllık masallar İzafiyet Teorisini Einstein’dan önce anlattılar.

Seyyahların çoğu da efsanelere, masallara inanır. Mesela bu coğrafyanın insanını birbirine düşman eden ve sınırları cetvelle çizen Gertrude Bell ile Arabistanlı Lawrance seyyah ve arkeolog görünümlü ajanlardı. Her ikisi de efsanevi Karkamış şehrini aradılar.

Sonunda Antep’te buldular. Ve şehri işgal ettiler. Antep böylelikle o şanlı savunmasıyla Gaziantep oldu. Yine Truva’yı efsanelerin peşine düşerek arayıp buldular ve öyle bir yağmaladılar ki, verdikleri hasar bugün dahi tesbit edilemiyor.

Yine geçmişte efsanelerin peşinde Zeugma’yı da aradılar ama neyse ki savaşlarla tozun dumana karıştığı dönemde bulup yağmalayamadılar.

Yüzyılın Keşfi dediğimiz Zerzevan Kalesi’nin bugüne dek el değmeden kalmasının en önemli nedeni ise hakkında hiçbir efsane ve hiçbir tarihi kayıt bulunmaması. Roma İmparatorluğu’nun hiç var olmamışçasına gizlenmiş, görev ifa ettiği tarihte bile haritalara çizilmemiş, lejyon listelerinde yer almamış, hiçbir kaynakta bahsedilmemiş bir sınır garnizonu. Bu yüzden kurtulmuş. Ve daha şimdiden dünyanın gündemine oturdu.

Seyyahın Gizemli Defteri adında bir tarih, arkeoloji ve kültür programı da hazırlayıp sunuyorsunuz. Efsanelerin yanısıra bahsettiğiniz seyyahların ve yağmacıların hikâyesine de Ülke Tv ekranlarındaki programınızda sıkça yer veriyorsunuz. Konuları nasıl seçiyorsunuz?

Bir yazarın, bir belgeselcinin, TV programcısının hiç konu eksikliği çekmeyeceği bir coğrafyada yaşıyoruz. Tarihimize, medeniyetimize ilgi duyan bir romancının oturup ilham beklemesine hiç gerek yok. Aksine bizim en büyük meselemiz, seçim yapmak.

Zihnimde şu anda dışarı çıkıp kağıda dökülmeyi bekleyen öyle hikâyeler var ki, yazmaya ömrüm yetmeyecek.

Aynı şey Seyyahın Gizemli Defteri programımız için de geçerli. Yaşadığımız coğrafyada ne kahramanlarımız biter ne de hikâyelerimiz. Ben de konu aramak şöyle dursun, öncelik sırası yapmakta zorlanıyorum.

Bizzat kendisi arayıp programda halkımızla paylaşmak istediği merak uyandıracak çalışmaları olduğunu söyleyen akademisyenlerimiz var.

Belediyeler, valilikler arayıp şehirlerindeki ören yerlerini tanıtmamız için davet ediyorlar. Onların bu heyecanı devam ettikçe, SEYYAHIN GİZEMLİ DEFTERİ programımızda anlatacak konu bitmez. 

Geçmişte arkeolojik kazıların çoğunun defineciler ve arkeolog kisveli yağmacılar tarafından yapılmasına karşın, bugün kazılarımızın tamamı devletimizin ve bizim arkeologlarımızın kontrolünde. Ve gün geçmiyor ki dünya tarihini birkaç bin yıl geriye götürecek kadar büyük keşifler yapılmasın.

Artık bu topraklarda yağma yapmak mümkün değil. Her bir kazının başında bu toprağın insanı, yetişmiş vatansever ve değerli arkeologlarımız var. Muhteşem hikâyeler keşfediyorlar.

Biz de ekip olarak o hikâyeleri seyirciyle buluşturmanın derdindeyiz. Kazı başkanlığını yürüten, medeniyetimize gönül vermiş akademisyenlerimizin anlatımıyla asırlar, hatta binyıllar öncesinden toprağın altına gömülmüş efsanelerin somut izlerini ekrana taşıyoruz.

Müze başkanlarımız, tarihçilerimiz, araştırmacılarımız üzerinde çalıştıkları, emek verdikleri konuları seyircilerimize aktarıyorlar.

Bu topraklarda bitmeyecek tek şey gizemli hikâyelerdir, keşke daha çok yazarımız, programcımız peşine düşse de geçmişimizi birlikte keşfetsek.

Binyıllardır bu topraklarda atalarımızın kurduğu medeniyetleri kitaplara ve ekranlara taşıyarak hafızalarımızı tazelemeye katkıda bulunsak.

Karınca misali...

KAYNAK : Haber7