Önce kutsanan sonra müjdelenen kent
Cumhuriyet İstanbul'unun güzelliklerini birlikte yaşarken, bu kentin bir zamanlar Konstantin’in Kutsanmış, bir dönem Fatih’in Müjdelenen Şehri olduğunu bize hatırlatan İstanbul tarihi araştırmacısı Önder Kaya ile konuştuk...
ABONE OLDünyaya gözlerini 13 Aralık 1974’de İstanbul’da açan Önder Kaya, ömrünün neredeyse tamamını Aksaray ve Fatih civarında geçirdi. Pertevniyal Lisesi’nden mezun olduktan sonra girdiği Marmara üniversitesi Fen-Edebiyat Tarih Fakültesi’ni 1997 yılında bitirdi. Aynı fakültede Ortaçağ tarihi alanında Eyyubiler üzerine hazırlamış olduğu çalışmayla yüksek lisansını tamamladı. 1999’dan beri çeşitli özel eğitim kurumlarında tarih dersleri veriyor.
Yazı hayatına 2003’de başladı. Bu tarihte “Murat Bardakçı ile Hürriyet Tarih” dergisinde ilk poopüler tarih temalı yazıları yayınlandı. İlerleyen yıllarda Toplumsal Tarih, Popüler Tarih, Müteferrika, Kültür, Gezgin gibi dergilerle Radikal, Şalom gibi gazetelere yazılar yazdı. Yeditepe yayınları ve Küre yayınlarından sekiz kitabı çıkan yazar, İstanbul üzerine birbiri ardına yayınladığı araştırma kitapları ile dikkatleri üzerine çekmeyi sürdürüyor.
İstanbul’un bilinmeyen ya da sadece tarih ehlince az bilinen olaylarını hem didaktik hem edebi bir dille hem de gazeteci gözüyle akıcı üslup kullanarak farklı bakış açılarından sunan yazar her geçen gün ününe ün katıyor
Yazarın Fatih’in Müjdelenen Şehri adlı son kitabı Küre Yayınlarından neşredildi. Bu eser ilki geçtiğimiz Aralık ayında Konstantin’in Kutsanmış Şehri adıyla yayınlanan Üç Devrin İstanbul’u adlı serisinin ikinci kitabı. Tahmin edeceğiniz gibi önümüzdeki aylarda bir de Cumhuriyet Dönemi İstanbul’unu ondan okuyacağız.
Önder Kaya ile yeni kitabı üzerine sıcağı sıcağına söyleştik:
> Klasik soru ile başlayalım: Tarihe olan düşkünlüğünüz neden?
> Esasen doğup büyüdüğüm ortamın bunda etkisi son derece fazla. Kendimi bildim bileli hep sur içinde yaşadım. 1976’da babamın askerlik görevi nedeniyle gittiğim Tatvan, 1999’da ise kendi askerlik vazifem için gittiğim Erzurum’u bir tarafa bırakırsanız hep eski İstanbul’da oturdum. Fatih ve Aksaray’da farklı muhitlerde büyüdüm. İlkokul ve ortaokulu burada okudum. Liseyi sur içinin köklü eğitim müesseselerinden Pertev Nihal Valide ya da meşhur söylenişle Pertevniyal Lisesi’nde bitirdim. Esasen tüm bunları söyledikten sonra sorunun cevabını da vermiş oluyorum. Böylesi bir kültür ortamında yetişmem tarihçi olmamda belirleyici oldu. Oyun oynadığımız mekânlar tarihi mezarlıklar, su haznesi kurumuş çeşmeler olunca ve biraz da çevrenle ilgilenip “bu nedir?” sorusunu sorunca gerisi geldi. Kör çeşmeler dedim de, ilköğretimi okuduğum İskender paşa ilkokulunun yanındaki caminin yeniçeri ortalarının ibadetine tahsis edilen cami olduğunu, yine Yeniçeri kışlalarına ev sahipliği yapan Etmeydanı’nın burası olduğunu üniversite yılarımda iken öğrendiğimde şok olmuştum. Bir diğer şaşkınlığım da caminin hemen yakınında bulunan ve su haznesi çöplük haline gelen, bizim de tepesine çıkarak oyunlar oynadığımız çeşmenin, Orta çeşme adıyla anıldığını ve Lale devrine son veren Patrona Halil isyanı sonrasında sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın cesedinin burada asılarak teşhir edildiğini öğrendiğimde olmuştu. Hasılı bizim oyun mekanlarımız bile buram buram tarih kokuyormuş.
> İstanbul tarihine yönelmeniz de bu yüzden olmalı
> Sanırım evet. Zira İstanbul’da özellikle sur içinde her sokağın, her külliyenin, her hazirenin size fısıldayacağı bir şeyler var. Yani etrafınızı biraz gezin, sokakların kendisi zaten kulaklarınıza bir şeyler fısıldamaya başlıyor. Bir de ben “mahalle” kavramının sonlarına da olsa yetiştim. Mahallelilik öyle bir şey ki kelimelerle anlatılması zor. “Semtin çocuğu olmak” ifadesi bir yerde kimliğinizi yansıtırdı. Söz gelimi ben Halıcıların çocuğuydum, ama Sofulardan, Horhordan, Taşkasaptan, Yenibahçeden arkadaşlarımız da olurdu. Bazı mahallelerin iyi, bazı mahallelerin kötü şöhreti vardı. Ancak öyle ya da böyle mahallede hemen herkes birbirini tanırdı. En azından çocukları aynı okula devam ettiği için anneler, evlatları vesilesiyle birbirlerini ziyaret eder, çocukları oynar ya da ders çalışırken onlar da kendi aralarında kaynatırdı. Kim hasta, kim dertli, kim mutlu, falancanın gelini, filancanın oğlu mevzu konusu yapılırdı. Sünnet, düğün, aşure, Ramazan gibi özel günlerde konu komşuya ikramlar yapılır, hatırları alınırdı. Neyse ben kendimi yine kaptırdım. İşte bunların son demlerine yetiştim. Büyüklerimden yaşadığım yer ile bir sürü anı dinledim. Tüm bunlar etken tabii.
> Başlangıçta amacım sadece Bizans İstanbul’unu konu alan ve bu devri değişik, birbirinden bağımsız makalelerle inceleyen bir çalışma kaleme almaktı. Projeyi Küre yayınları yayın yönetmeni Sayın Yücel Bulut’a açtığımda bu çalışmanın arkasını getirmem ve Osmanlı İstanbul’u ile Cumhuriyet İstanbul’unu da yayına hazırlamam konusunda beni teşvik etti. İlk kitap 2008’de yayınlanacağından, üç kitap bittiğinde İstanbul’un Avrupa kültür başkenti olmasıyla da bağlantılı olarak güzel bir serinin İstanbul kültürüne kazandırılacağını söyledi. Biz de çalışmalarımızı bu minval üzerine yoğunlaştırdık. Hemen belirtelim ki çalışma baştan sona bir İstanbul tarihi değil. Daha ziyade İstanbul’da geçen önemli olaylar, inşa olunan abdievi yapılar ve İstanbul’da yaşayan ilginç şahsiyetler üzerine yoğunlaşan birbirinden bağımsız makalelerden oluşuyor. “Osmanlı İstanbulu” temalı serinin ikinci kitabında bu şekilde 43 makale var. Okur bu makaleler arasında şehrin spor, eğitim, sanat tarihine, mezarlık kültürüne, azınlık yaşayışına uzanan farklı konularda yazılarla karşılaşacak.
> Artık bir önyargılar ülkesi haline gelen Türkiye’de çalışmanızın ilk kitabının sadece Bizans Devri İstanbul’unu anlatmış olmasından dolayı tepki gördünüz mü?
> Esasen bir nebze de olsa kaygı taşımıyor değildik. Nitekim kitap yayına hazırlandığında ya da piyasaya çıktığı ilk günlerde gerek ben ve gerekse de yayınevi “Neden Bizans?”, “Bizim (!) İstanbulumuz dururken böyle bir çalışmaya ne gerek var?” ya da “Kitabın kapağında Konstantin’in şehri unvanı ile ne demeye getiriyorsunuz” tarzı soruların muhatabı oldu. Ama çalışmanın önsözünde de aktardığımız gibi, biz İstanbul’u her devri ile seviyor ve tüm zenginlikleri ile bir anlam taşıdığına inanıyoruz. Bizans devrinin küçümsenmesi ya da anlamsız bulunması da, insanların tarih bilmemezliğinden kaynaklanıyor. Ayasofyaya’yı “abidevi mabed” diye kutsayan insanlar, o mabedin kuruluş hikayesini ve geçirdiği safhaları, dönüşümleri bilmiyor. Serinin ilk kitabında da bahsettiğim üzere bu şehre daha Türkiye Selçukluları devrinde pek çok Selçuklu prensinin, onu bırakın Selçuklu sultanlarının yolu düşmüş, kimi taht mücadelesinde sığınacak bir liman arayışıyla, kimi de rakiplerine karşı destek bulmak amacıyla İstanbul’un yolunu tutmuş. Selçuklu hanedanın İstanbul’daki ikameti konusu dahi bizde pek bilinen şeyler değil.
Bunlar tabii işin bir yönü. Öte yandan kitap çok olumlu dönümler de aldı. Hatta neredeyse tüm dönümler olumlu. Bunda yayınevinin çalışma yöntemindeki titizliğinin de çok rolü var. Her iki kitapta tam bir ekip işi oldu. Nitekim bunların bir getirisi olarak Türkiye Yazarlar Birliği tarafından da en iyi şehir monografisi dalında ödül aldı.
> Açıkçası bilmiyorum ama olabilir. Ben her iki çalışmayı da kaleme alırken aynı keyfi duyumsadım. Ancak Osmanlı İstanbul’u hakkında biraz daha bir şeyler bilinen ve aynı zamanda merak edilen bir devre. Yine bu devreyi içeren pek çok konu, daha önce Ahmed Refik, Reşat Ekrem Koçu gibi popüler tarihçiliğin duayeni olan kişiler tarafından gündeme getirilmiş ve tarih okuyucunun dikkati bu konulara çekilmiş. Ayrıca malum, Bizans devri daha uzak bir devir. Bu nedenle bu devreden kalan bakiye sayısı son derece sınırlı. Ancak şehrin dört bir yanı, Osmanlı kültürünün izlerini ve hatırasını taşıyor. Bu açıdan bakıldığında dediğiniz de haklılık payı var.
> Her ne kadar senin eserlerini okurken bir tarih eseri olduğunu unutacak kadar akıcı bir dilin olsa da, sonuçta sen bir tarihçisin. Bir tarihçi olarak eserleri yazarken kaynaklara konusundaki hassasiyetin kaynakça kısmına da yansıyor, zaten. Konuları yazarken kaynak sıkıntısı çektiğin konular hangileri oldu?
> Çalışmada birinci elden kaynakların yanısıra ikinci el kaynaklar da kullanıldı. Her bölümle ilgili kaynakça, arzu eden ve daha detaylı araştırma yapmayı hedefleyen okuyucu için kitabın sonuna konuldu. Bazı konular için kaynakça sıkıntısı yaşanmazken, Mercan idadisi ya da Türk spor tarihine yön veren İstanbul liseleri ile ilgili yazılar da olduğu üzere bir parça sıkıntı yaşadığım yazılar da oldu.
> Bir yanda araştırmacı kimliğiniz, bir yanda öğretmenlik. İkisi bir arada zor olmuyor mu?
> Aslında ikisi birbirini tamamlayan şeyler. Zira bu şekilde hem üslup olarak genel okuyucu kitlesinin seviyesine inme imkânına kavuşuyor hem de merak edilen konuları daha kolay bir şekilde tespit edebiliyorsunuz. Yine sınıf içinde öğerncilerimle yaptığım tartışmalar, onların sordukları sorular da yoğunlaştığım konuların şekillenmesinde önemli rol oynadı. Ama iki işin zorlukları da olmuyor değil. Bilhassa zaman bulma konusunda. Belli dönemlerde okuldaki işlerinize yoğunlaşmanız gerekiyor. Özellikle hafta içi neredeyse boş zaman bulmanız imkânsız. Bu da yayın takviminde aksamaların olmasına, yazarın en azından belli dönemlerde yazdıklarına konsantre olmada güçlük yaşamasına sebebiyet veriyor. Yine de ben, bir öğretmenin öncelikli vazifesinin araştırmak ve bildiklerini insanlarla paylaşmak olduğuna inanıyorum. Ancak ülkemşizde eğitimcilerin durumu malum. Ekonomik sıkıntı ve eğitim politikamızda yılların birikimi olan aksamalar başta olmak üzere türlü problemlerle cedelleşiyoruz. Eski araştırmacıların önemli bir kısmı öğretmenlikle birlikte çalışmalarını yürütürken, bugün bu sayı oldukça düşmüş vaziyette.
> Araştırma sürecinde başınızdan ilginç olaylar geçiyor mu? Ülkemizde insanlar özellikle tarihi konularda soru soranları pek sevmiyorlar gibi bir izlenim var. Sizin de kapılardan döndüğünüz oldu mu?
> Tabii ki geçiyor. Mesela bir yapıyı araştırırken çevresinde gezinmeniz, fotoğraf çekmeye çalışmanız yapının yeni sahibini rahatsız edebiliyor. Zaten bu yapıların bir kısmı, vakıflar bünyesinde olması gerekirken bir şekilde el değiştiren ya da asli amacına hizmetin çok ötesinde faaliyet gösterdiği için deforme olan eserler durumunda. Mesela Aksaray’daki bir kütüphane binası, bugün çay ocağı haline dönüştürülmüş. Benim küçükken kitap okuduğum ve soba çıtırtıları arasında dergileri karıştırdığım üst kattaki okur salonu, çay ocağının çayhanesi oluvermiş. Şimdi gel de bu adama soru sor, yapının akıbeti hakkında bilgi al.
> Şimdiden 8 kitabın altına imza atmış durumdasınız. İlk kitaplardaki heyecan ateşi çoğu yazarda kendini teknik ustalığa bırakıyor. Siz de şöyle geriye dönüp baktığınızda ilk gündü heyecanı kaybetmiş olabilirsiniz belki ama yorulma emaresi var mı?
> Kesinlikle hayır. 2003’den beri çeşitli tarih dergilerinde ve gazetelerde kalem oynatıyorum. Son 3-4 yılda ise daha ziyade İstanbul üzerine yoğunlaştım. Daha öğrenecek ve paylaşacak çok şey var kanımca. Kişi sevdiği işle meşgul oluyorsa zaten heyecanının devam etmemesi mümkün değil. Ben de hem İstanbul’u, hem araştırmayı, hem de tarihi seviyorum.
> O zaman teşekkür ediyor, başarılarının devamını diliyoruz Cumhuriyet İstanbul'unda görüşmek üzere...
(Haber 7)
Söyleşiye konu olan kitapla ilgi teknik bilgileri görmek için bu linki kullaanbilirsiniz