Ajda Pekkan batılılaşmanın en önemli figürü
Türk popunun yetkin kalemi Naim Dilmener, rock’ın yükselişinin çok sürmeyeceği görüşünde. Ona göre pop müzik iki-üç yıl içinde yine zirveye çıkacak.
ABONE OLFatih Vural'ın haberi
Pop müziğin geçmişi ve günümüzdeki yeri üzerine önemli yorumlarda bulunan Naim Dilmener, “Bak Bir Varmış Bir Yokmuş-Hafif Türk Pop Tarihi” isimli hacimli; ancak titizlikle yazılmış kitabıyla Türk popunun kapsamlı tarihini müzikseverlerle paylaşmıştı. Okurlarını geçmişe götürmekle yetinmeyip, kaliteli bir müzik için yönlendiren bir yazar da olan Dilmener, Türkiye’nin en kapsamlı arşivlerinden birine sahip.
Arşivinin bir bölümünü Beyazıt’taki muhasebe bürosuna taşıyan Naim Dilmener, bu yönüyle “en renkli mali müşavir” olma unvanını da hak ediyor. Müzik bilgisi ve aşkıyla, albüm yapımcılarının nostalji projeleri için sıkça kapısını çaldığı Dilmener’e bu kez biz uğradık. Kısa bir retrospektifini yaptığı Türk pop müziğinden günümüze salınırken, en çok da Mardin’de başlayan serüvenine kapıldık. Mardin’de hayata tutunmanın tek yolu olarak gece yarısına kadar radyo başında bekleyen, kazandığı ilk parayı babasından dayak yemeyi göze alarak plağa yatıran bir ‘müzik dilencisi’ni bir de kendi ağzından dinleyin…
-1960’ların Mardin’i ve müzik… Birbirine pek uzakmış görünüyor. Yoksa biz mi yanılıyoruz?
Televizyon, hiç yok Mardin’de. Radyo, Mardin gibi bir yerde sarılabileceğiniz tek şey. Taş plaklar, makara bantlar var; ama Mardin’de ağırlık, Kürtçe ve Arapça müzikte ya da türkülerde. O zaman Çukurova, Diyarbakır gibi bölge radyoları var. İzmir radyosunda Ali Kocatepe, Bülent Özveren; Ankara radyosunda Nazan Çulha pop müzik çalıyor. Ve bu deryayı biz hiç bilmiyoruz. Bu radyoları dinleyip sürekli birilerini tanıyoruz. Böylece müzikle tanışıklığımız başladı.
-Mardin nasıl bir şehirdi ki, içinizdeki müzik sevgisini böyle öne çıkartıyor?
Herkes Mardin’i yeni baştan keşfetti. Ama Mardin o zaman, benim gibi gençler için gerçek bir hapishane. Hiçbir şeye ulaşamıyorsun. Bulabildiğinle abartarak ilgileniyorsun. Günün her saatinde radyo dinlerdik. Müzik, hayata tutunmanın yoluydu.
TÜRKÇEYİ İLKOKULDA ÖĞRENDİM
-Ailede müzikle ilgilenen var mıydı?
Enstrüman çalan biri yoktu. Ama annemin babasında taş plak çalan bir gramofon vardı. Dedem hep Kürtçe taş plaklar çalardı. Biz Arap kökenliyiz. Ben de Türkçeyi ilkokulda öğrendim. Dolayısıyla mahallenin bir bölümünde Kürtçe, bir bölümünde Arapça konuşuluyor. Kürtçe taş plakların Mardin’e, Suriye ve Irak üzerinden gelmesi daha kolaymış ki dedem Kürt olmamasına rağmen Kürtçe plak toplamış. Babamın makara bantlı teybinde de Arap müziğinin yıldızları Feyruz’lar, Abdülhalim Hafız’lar dönerdi. Dayım da genç bir delikanlıyken türkülere merak saldı. Nezahat Bayram, Nuri Sesigüzel, Ahmet Sezgin ve Muzaffer Akgün dinliyordu. Ama pop müziği bilmiyorduk.
İLK HAFTALIĞIMLA PLAK ALDIM, DAYAK YEDİM
-Türkiye’de literatüre girmemiş bir müzikle Mardin’de nasıl tanıştınız?
66-67 olmalı. Bir zengin akrabamızın evine gittik. Gördüm ki zenginler bambaşka bir müzik çalıyor. “Bu, evde dinlediğim müziklere benzemiyor” deyince, kız “Bunlar pop. Sizde yoktur” dedi. O an o müziğe vurulmuştum. Daha sonra anladık ki, klasik müziğe ayrılsa da TRT3 pop müziğe de yer veriyor. Sabah 7’de okula gidecek olmama rağmen, gece 12’de İzmir radyosunda program bekliyorum, yabancı şarkılar çıkacak diye. İstanbul’da halamlar oturuyordu ve yaz tatillerinde yanlarına geliyorduk. Gele gide Beyazıt Yeraltı Geçidi’nde gördüğüm bir plakçıdan plak toplamaya başladım. Mardin’e dönüyoruz; plaklarım var, pikabımız yok. Arkadaşlarım “Deli misin?” diyorlardı. Ben de onlara “Murathan (Mungan)’ın, başkasının var ama… Cumartesi, pazar orda toplanırız, dinleriz” diyordum. Öyle de yaptık. Aynı şarkıyı bıkmadan defalarca dinliyorduk.
-İstanbul’a geliş hikâyeniz, müzik yazarlığınızın da başlangıcı olmalı…
1972’de liseyi bitirdim. İktisadı kazanmıştım, üniversite okumak için buraya geldim. Herkes tersini söylese de, o zamanın İstanbul’u taşraydı. Ama Mardin’den gelen biri için cennet gibiydi. Ailem de geldi. Mardin’de orta halliyiz; ama burada sıfır. Aksaray Yeraltı Geçidi’ndeki plakçının camında oturup şarkı dinleyeyim diye beklerdim. Adam “Oğlum gitsene, bir gün plak aldığın yok” derdi. Ama gitmezdim. Ant içmiştim, ilk kazandığım parayla kendime bir blucin, bir kadife pantolon, bir sürü plak alacağım diye. Okurken, Kapalıçarşı’da tezgâhtarlık da yaparken ilk haftalığımla bunları yaptım. Eve gittim ve babam, “Kırk yılda bir iş buldun. Evin yakıt parasını vereceğiz. Senin parayı yatırdığın yere bak” diye dayak attı.
ALTIN MİKROFON, POPU ANADOLU’YA GÖTÜRDÜ
-Ama vazgeçmediniz…
Vazgeçemezdim. Mardin’de lisedeyken Hey dergisine liste ve yazılar gönderdik. İstanbul’a geldiğimde, yazmaya çok erken başladım. Sezai Solelli adında, Oğuz ve Tekin Aral’ın hocası olan bir mizahçımız vardı. Onun Salata dergisine gönderdiğim yazı çıkınca, buna devam ettim. O dönemlerde Gırgır, 100-150 bin gibi müthiş bir tiraj yapmıştı. Yazılarımı gönderip de sesleri çıkmayınca, Oğuz ve Tekin Aral’a gittim. Beni İsmet isimli arkadaşlarına yönlendirdiler ve yeni çıkaracakları bir dergi için ‘kontraplak’ adıyla şarkılar üzerine mizahi metinler kaleme aldım. O sıralarda Kandemir Konduk’un açtığı Güldürü Üretim Merkezi’ne girdim, Müjdat Gezen-Perran Kutman’ın radyo ve sahne skeçlerini yazmaya başladım. Askerden dönüp evlenince yazmak umurumda olmadı. Ama gazetelere fotoğraf arşivi sağlıyordum. Radyoların patladığı dönemde arşiv müzikleri çaldığım Mavi Radyo’daki programımı Hürriyet’in Gazete Pazar ekini çıkaracak Nehire Özkan dinleyip, yazma teklifinde bulununca düzenli yazmaya başladım.
-Yabancı şarkı ve aranjmanlarla doğan Türk pop müziğinin miladı, kitabınıza da adını verdiğiniz ‘Bak Bir Varmış Bir Yokmuş’ oldu. Bu şarkının daha öte anlamları var mı?
Fecri Ebcioğlu’nun, Sezen Cumhur Önal’ın yaptıklarını şarkı sözü anlamında ciddiye almayabiliriz. Ama o adamlar tarih yazdılar. Pop müzikten, Batılı bir müzikten söz ediyoruz. Bu müzik, 50’lerin sonu, 60’ların başında, askerî darbeyle ithal edildiğinde kimse o müziği bilmiyordu. Bu müziğin bu topraklara girmesi, Türkçeleştirmekten geçiyordu. Fecri Ebcioğlu, İlham Gencer’e ‘Bak Bir Varmış Bir Yokmuş’u yazınca, devamının geleceği anlaşıldı. Daha sonra, nota yapıları söküldü, beste çalışmaları başladı. Ya da dediler ki “Gelin, türkülerimizi Batılı bir enstrümana, gitara ayarlayalım.”
-Batılılıktan, Anadolululu geçiş sancılı mı oluyor?
1962-68 arasında Anadolulu olmak gibi kaygılar yok. En baştaki amaç, rock’n roll yapmak. 1965’te Hürriyet’in Altın Mikrofon yarışması geliyor ve çok güzel haklar sunuyor: Plaklarınızı basacağım, birinci olan Kervansaray’da çalışmaya başlayacak… Ama şartları var: Türküleri aranje edin, ya da ona uygun bir şey besteleyin. Cem Karaca, Moğollar, Silüetler, Mavi Işıklar, Fikret Kızılok hep o yarışmadan çıkıyor. Plaklar deli gibi satınca herkes bu müziğe kayıyor.
-Müziğin kendi topraklarını keşfi, Anadolu’da yayılmasına da etki ediyor mu?
Altın Mikrofon’un ön elemeleri İstanbul’da yapılıyor; fakat finallerde Anadolu’yu geziyorlar. Yarışmanın kendisi Anadolu’daki dinleyiciye bir şeyler söylüyor. 40 yıllık ezgilerin farklı bir soundla kulağa gelmesi insanları cezbetmiş olmalı. Daha önce İstanbul, Ankara ve İzmir’e mahkûm bir müzik var.
-Hatta kulüp ve gazinolara mahkum bir müzik…
Sinemalarda dahi konserler veriliyor. İlham Gencer sahip olduğu Çatı Kulüp’te çalıyor. Yeni çıkacak isimler ondan icazet alıyor. Ajda Pekkan da icazet alan ilk isimlerden biridir.
80 DARBESİ AĞLATIRKEN, POP GÜLDÜREMEZDİ
DP iktidarı, Amerika’ya öykünme dönemi. Peki, neden rock’n roll o dönemde tavan yapmamış? Deniz Harp Okulu öğrencileri Durul Gence ve Erkut Taşkın ilk rock’n roll orkestrasını ancak 1955’te kuruyor. DP, Batılılaşmayı ekonomik ve siyasi kriterleriyle benimsiyor. Gündelik hayatın peşinde olmamış. Askerî darbe, pop müziği engellemedi. 1950’lerde Türk cazı çok güçlü. Pop müzik çıkınca cazcılara ilgi kayboluyor. Caz müziğin önderi İsmet Sıral, cazcı müzisyenlere “Sakın o pis müziğe teslim olmayın” diyor. Popun bir-iki yılda biteceğini söylüyor. Direnseler de, sonunda hepsi pop müziğe transfer oluyor. İsmet Sıral dahi… O nedenle Altın Mikrofon’a kadar yani 1961-65 arası çıkan plak sayısı 10-15 gibi komik bir sayıyla sınırlıdır. Pop, 65-66’yla şahlanıyor, 67-68’de tavan yapıyor.
-1960’ların ortalarıyla, pop müziğin sektörel bir hale dönüşmesi, nasıl bir gelişim süreci izliyor?
Yurtdışındaki gelişmeler özellikle Beatles fırtınası yurtdışına gidilerek ya da haber alınarak takip ediliyor. Mavi Işıklar ilk kez dekor yapıyor sahnede. Erol Büyükburç, 1969’da Ay’a ayak basıldığında, Lunapark Aksaray sahnesinde Ay’a ayak basar gibi çıkıyor sahneye. Görsellik giriyor devreye. Ajda Pekkan, Erol Büyükburç’la birlikte imaj kavramı da var ediliyor.
-68 hareketleri de bu dönemde çıkıyor...
Evet, müziğe de yansıyor; ama dayak yeme pahasına. Moğollar giydikleri elbiseler, Erkin Koray uzun saçları, Erol Büyükburç süslü elbiseleri yüzünden dayak yemiş, tehdit edilmiş. Zaten arkasından da 12 Mart darbesi gelmiş.
-Darbeler içinde müziğe en büyük balta indiren 80 darbesi mi?
12 Eylül 1980 bir dönüm noktası. 60 darbesi CHP yanlısı. 12 Mart yine sallamış bizi; ama dipten dibe yürümüş. Fakat 12 Eylül yönetimi herkesin sırtına basarken kimse, “Hadi pop yapalım, eğlenelim” diyemezdi. O zaman ağlatan şarkılara başvurulmuş ve darbe kendi müziğini oluşturmuş. Arkasından, halk ağlarken, zengin sınıfı biraz eğlenmek istemiş, bu sefer de taverna müziğini bulmuşlar. Özal’la birlikte kendimizi özgürlük ve refah içinde bulduğumuzu sandığımız anda pop müzik çıkageldi. Fransız peyniri yerken, Ferdi Tayfur dinleyemezdik! Aşkın Nur Yengi gibi, yemek yerken rahatsız etmeyecek isimler olabilirdi.
SERDAR ORTAÇ, MUSTAFA SANDAL ANCAK BİZDE ÜNLÜ OLUR
-Sezen Aksu, Ajda Pekkan, Nilüfer, Kayahan gibi sanatçılar ile MFÖ gibi grupların temsil ettiği bir damar da akmıyor muydu peki?
O yıllarda ‘main stream’ bir pop var diyemiyoruz. Müziği kendisi götürmüyor, isimler götürüyor. Bunlar, ne yapsa dinlenecek isimler. Ajda Pekkan dâhil, onların müziği saf bir pop değildi o dönem. Müzik, akım olurken arz da ortaya çıkıyor. Birdenbire bir şarkı, şarkıcı bolluğu oluyor.
-Aşkın Nur Yengi’nin ‘Sevgiliye’ gibi nitelikli bir albüm çıkarmasından sonra; vokal niteliği düşük, dans ettiği için tercih edilen Yonca Evcimik’in çıkışı yeni stratejinin de habercisiydi. Unkapanı, böylece kendi bitişinin yolunu açmadı mı?
Doğrudur; ama Unkapanı bunu hep yaptı. Yarını hiç planladılar mı ki! Birisi Tarkan’ı bulduysa, diğeri Mustafa Sandal’ı buluyor. Serdar Ortaç ve Mustafa Sandal, 12 yıldır şarkı söylüyorlar. Dünyanın hiçbir yerinde bu sesle, bu kadar popüler olamazsınız. Plak yaparlar; ama “Buraya kadar” derler. Bu yalnızca Unkapanı’nın günahı değil. Çok uluslu firmaların, Sony’nin, BMG’nin, EMI’nin, kapanan Universal’in de günahı. Bize yeni bir sistem aşılamak yerine tembellik yaptılar ve sisteme uydular. Sesi olmayan şarkıcılarla çalıştılar.
SİSTEMİ ELEŞTİRDİK, ROCK’I BAŞ TACI ETTİK
-2000’li dönemde rock müziğin bir tırmanışı var. On yıl önce kapalı kapılar ardında müzik yapan gruplar, bugün büyük kalabalıkları topluyor. Sistemi eleştiren, hayatı ciddiye alan rock’ı yükselten dinamikler nelerdi?
Bu konu, çok yeni. Tespit için yeterince zaman geçmedi. Maddi anlamda o kadar kötüyüz ki, artık sistemi eleştiren, yerden yere vuran şarkılar istiyoruz. İnsanlar evlenip barklanınca, 30’undan sonra tuhaf biçimde hayatlarından müziği atıyorlar. Son üç, dört yıldır müziği talep eden kitlenin yaşı düştü. 13-16 yaş aralığındayız. Bu kitle, internetle doğdu. Bilgisayar oyunlarının altına bile öyle müzik döşüyorlar ki, ‘heavy’sinden ‘soft’una kadar rock. Ama ne oldu, bunu da batırdık. Mor ve Ötesi, Duman tuttu diye, herkes kendi rock grubunu çıkardı. 84, Dorian, Nem gibi niteliksiz gruplar çıktı. Mor ve Ötesi, ‘Büyük Düşler’ gibi muhteşem bir albüm yapmışken, önceki albümü kadar satamadı. Çünkü, alternatif diye sürülenler ortalığı kirlettiler. Yine de popun iki, üç yıl içinde geri geleceğini düşünüyorum. Rock, hiçbir zaman uzun soluklu olamaz.
-Türkiye’de rock, geçişin müziği mi?
Zor günlerin müziği... Son elli yıl hep böyle olmuş. Rock’ı hiç konuşmadık; çünkü böyle bir çıkışı hiç yakalamadı. 90’larda popun durduğu dönemlerde de rock vardı; ama grupların tarzı yoktu. Ama inanın, 2010’dan sonra popun niteliği öyle yükselecek ki, bu piyasa Serdar Ortaç ve Mustafa Sandal’ı tasfiye edecek. CD, kaset formatları da olmayacak. Telifler de internet üzerinden ödenecek.
-Günümüzde yükselen bir değer de kentliliğin müziği. 1970’lerin başlarında, (önce protest denilse de) Bülent Ortaçgil’in öncüsü olduğu, Düş Sokağı Sakinleri, Ezginin Günlüğü, Feridun Düzağaç gibi daha kentli düşünen, bireyci akımın çıkışını nasıl görüyorsunuz?
Aylin Aslım’ın Gulyabani albümünün, Pinhani gibi bir çıkış yapabileceğini düşünmüştüm. Şehirlinin tam kalbine sesleniyordu; ama şartlar denk gelmedi. Ama Pinhani’ye denk geldi. Kimse iteklemeden, kendi kendilerine fırladılar. Bu karışıklıkta bir şehir müziğine ve o şairaneliğe her zaman ihtiyaç vardı.
BELKIS ÖZENER GERÇEĞİ, MÜZİĞİN ADALETİDİR
-Hakan Eren ve siz, çok önemli bir sorumluluğu üstlenerek, eski kayıtları ve isimleri günümüze taşıdınız. Bunlardan sonuncusu da Ayla Dikmen projesiydi…
Ondan önce Hümeyra, Ayten Alpman, Mavi Işıklar, Modern Folk Üçlüsü, Ali Rıza Binboğa, Timur Selçuk, Bak Bir Varmış Bir Yokmuş serileri var. Hakan Eren’in ‘Bir Zamanlar’ serisi var. 1998’de Ada Müzik eski kayıtları yeniden yapmak istedi ve yaptık. Ama çok da satmadı. 2000’den itibaren nostalji fırtınası başlayınca, hem albümler arttı, hem de satışlar. Eskilerin yaygınlaşması, müzik sektörünün işsizliğiyle de ilgili. Paraları yok; ama aktif olmak da durumundalar. “Zamanında ürettiklerimiz vardı, temizleyip basalım” dediler. E, tabii masrafı da yok…
-Geçmişi günümüzle buluşturmanız, iade-i itibar anlamı da taşıyor mu?
Kesinlikle, çok doğru bir tespit. Her yazımı iade-i itibar olarak gördüm: “Bu insanlar artık anılmıyor; tepe tepe onları yazmak istiyorum.” Üzerinden otuz yıl geçmişken, dokuz iyi varken bir kötüye bakamayız. Zamanında Belkıs Özener’i film şirketleri, adını jeneriğe dahi yazmayarak görmezden geldi. Sesini kiraladığı sinema yıldızı da onu maddi anlamda desteklemeyerek, ziyaret etmeyerek görmedi. Ama öyle bir zaman geldi ki işte, hepsinden daha fazla ünlendi.
AJDA, BATILILAŞMANIN EN ÖNEMLİ FİGÜRÜ
-Önümüzdeki ay, Ajda Pekkan kitabıyla geliyorsunuz. Bu kitap, içinizdeki Ajda Pekkan hayranlığının izdüşümü mü olacak, yoksa ona kör noktalardan bakabilme imkânı da sunacak mı?
Kitap, Ajda Pekkan’ın çocukluğundan başlıyor ve metinler arasında memleketin akıp duran Batılılaşma çabası var. Kitabın ilk bölümünü yazınca gördüm ki, kadın, Batılılaşmanın en önemli figürü.
-Zaten iyi bildiğiniz Ajda Pekkan’ın hayatı hakkında yine de sizi şaşırtan şeylerle karşılaştınız mı?
Türk popunun en önemli şarkılarından biri Adamo’nun Her Yerde Kar Var’ıdır. 1963 yılındaki bir filminde Ajda Pekkan bu şarkıyı söylüyor. Bu şarkıyı, Fecri Ebcioğlu’nun Adamo’ya yazdığını sanıyorduk. Ajda’ya yazdığını öğrenince çok şaşırmıştım.
(Aksiyon)