Ergüder Yoldaş'ın sırası geldi mi
Osmanlı makamlarını Batı armonisi içinde kullanması, dâhi bir müzisyenin çıkışının da müjdecisiydi. Ama kader onun dehasının değil deliliğinin gündeme gelmesini sağladı....
ABONE OLFatih Vural'ın haberi
Sultan-ı Yegâh, Elde Var Hüzün gibi başyapıtlara imza atan usta müzisyen Ergüder Yoldaş, müzik yaşamını, Büyükada'da geçen 12 yılı ve inziva günlerini anlattı.
Delilik ve dâhilik… Mozart’tan Beethoven’a, Leonardo Da Vinci’den Picasso’ya kıldan ince, kılıçtan keskin bu çizginin iki ucunda yaşayıp da bu topraklardan çıkan nev-i şahsına münhasır bir sanatçı, Ergüder Yoldaş… Birçoğumuzun onunla tanışıklığı, 1981’de çıkan Sultan-ı Yegâh albümüyle başlamıştı. Sultan-ı Yegâh ve Mahur gibi gözde iki şarkının yazarı Attila İlhan’la, klasik Türk edebiyatında kendi başlarına bir ekol olan Nedim, Abdülhak Hamit ve Seyit Nesimi gibi farklı isimleri aynı yere toplayıp, oldukça zor bir müzikaliteyle sunmuştu Yoldaş. Albümün solisti güçlü ve yanık sesiyle Nur Yoldaş’tı.
1980 askerî darbesinin ardından bir başıbozukluğa sürüklenen müziğimizde, sözel anlamda büyük bir mirası sahiplenen Yoldaş, bugünün ‘disco’ müziğini segâh makamına yedirerek, yaptığı işi ustalığın fevkine çıkarmıştı. Osmanlı makamlarını Batı armonisi içinde kullanması, kimilerine göre dâhi bir müzisyenin çıkışının da müjdecisiydi.
Sultan-ı Yegâh’ın hemen ardından, Attila İlhan-Ergüder Yoldaş birlikteliğini perçinleyen Elde Var Hüzün geldi. Bu kez, tarihten Yahya Kemal, Cahit Sıtkı ve Neşati gibi ustalar çıkageliyordu. Elde Var Hüzün’de kendince âdeta bir opera yazan Yoldaş’ın bu tümleyici albümü ne var ki, yeterince algılanamadı. Nur Yoldaş’la müzikal anlamda son beraberliğini yaşayacak Ergüder Yoldaş, reklâm ve televizyon müziklerinin yanı sıra Esin Afşar’a yaptığı Mevlânâ besteleri ve kendisine sakladığı Bach analizleriyle hem bir ayrılığın üzerini örtmeye çalışıyor, hem de müzikle bağını sürdürüyordu artık.
NAYLON KULÜBEDEKİ MÜZİSYEN
Nur Yoldaş’la yaşadığı ayrılığın katlanamaz bir noktaya ulaşmasını yazan basına rağmen, “Piyasa artık bana iş vermez olmuştu. Önüm tıkanmıştı.” diyen usta müzisyenin seçimi, 1991’de Büyükada’ya yerleşmek olur. O, bilinenin aksine Nur Yoldaş’ın değil, insanlara olan güveninin kurbanıdır biraz da… Arkadaşlarıyla açtığı okul için imza yetkisini kuşanmanın diyetini icralarla ödedikten sonra kaybedecek bir şeyi kalmadığını düşünerek, kendini kazanmanın çaresi olarak düşer adanın yoluna. Bir süre sonra rahatsızlanır. Tedavi için İzmir’de kardeşlerinin yanında kalır. Tekrar İstanbul’a döndüğünde bu kez oğlunun yanına yerleşir. Sonra notalarını da bir bavula yükleyip çıkar adaya… Büyükada Belediye Başkanı Recep Koç’un himayesinde; hatta bir süre adada Ayla Algan’ın yazlığında kalır. Ancak, 1994’te Recep Koç’un Büyükada İskelesi’nde öldürülmesiyle , yine iskeleye aşağı yukarı 6 kilometre uzakta kurduğu kulübede yaşamaya başlar.
İki yıl boyunca hiçbir tanıdığının ulaşamadığı Yoldaş’ı, ormanın içinde Uğur Dündar bulur. Televizyonda yayımlanan programa rast gelenlerden biri de kız kardeşi Ayça Hanım’dır. Ağabeyinin bu durumuna göz yumamayacağını anlayıp adanın yolunu tutar: “Ağabeyimi bulduğumuzda perişan vaziyetteydi. Bir ağacın dibini naylonlarla kapatmış, orada yaşıyordu.” Ayça Hanım’ın bütün ısrarlarına rağmen, Ergüder Yoldaş dönmeyi kabul etmez. İzmir’de bütün aileyi ayağa kaldıran Ayça Hanım, kısa bir süre sonra çadır ve eşya yüklenerek, uğrar kardeşinin yanına. Oysa Büyükada’ya Recep Koç’un himayesinde gelen Yoldaş için ailesi bankada hesap açtırmış; banka görevlileriyle tartışan Yoldaş, o öfkeyle hesabı da kapattırmıştır.
Adada beş parasız geçen üç yılın sonunda ağabeyinin imdadına koşan kız kardeşin çabaları sonunda fark edilir. Böylece medya için Ergüder Yoldaş’ın yeniden keşfedilme süreci de başlar: “Star TV’den Ali Çınar önayak oldu, beni buldular. Onu helikopterle Bakırköy AMATEM’e götürmüşler. O durmamış, ‘Ben gideceğim.’ demiş.” Yoldaş, sözünü tutarak, yapılan tüm çabalara kayıtsız kalmayı yeğler ve adaya döner. Ayça Hanım’la birlikte bir ay adada çekim yapan televizyon ekibi, büyük ustayı bir türlü ikna edemez. Yoldaş’ı fikrinden vazgeçiren ise diyetisyen Dr. Muzaffer Kuşhan’dır. Büyükdada’da yaptığı bir gezinti sırasında Yoldaş’a rastlayan ve hemen tanıyan Kuşhan, severek dinlediği bu müzisyene, Polonezköy’deki tedavi merkezinde çalışma teklifinde bulunur. Hastalara piyano çalacak, orada barınacaktır. Yoldaş, ancak bir ay çalışabilir. Çetin bir kış hüküm sürerken, ağabeyinin adaya döndüğünü öğrenen Ayça Hanım, “Ağabey, götüreyim seni. Üşümüyor musun?” dediğinde, Yoldaş’ın cevabı kesindir: “İçime karlar yağıyor; ama ben gelmem.”
DENİZİ GÖRECEĞİM, PENCERELERİ KALDIRIN
Büyükada Belediye Başkanı’ndan bir kulübe yaptırılması sözü alır Ayça Hanım. 1944’te ülkesindeki savaştan kaçmış bir Alman’ın yıllarca kaldığı yıkık kulübe onarılır, televizyon kanallarının da yardımıyla içine eşyalar konur. Ancak Yoldaş bu kez ilginç bir istekte bulunur: “Denizi rahat görebilmem lazım. Camları istemiyorum.” Elektriği ve suyu olmayan kulübenin yakınında bir lunaparkı fark eden Ayça Hanım, ağabeyine buradan tabldot ayarlayarak yemek problemini de çözer: “Sonra duydum ki, çocuk yemek bırakmaya gidiyor, ağabeyimi bulamayıp geri dönüyor. Herkese sorduk, muhtar hastanede olduğunu söyledi.” Kulübesinin yakınında çıkan yangından sorumlu tutulan Yoldaş, “Ben yapmadım.” dese de mahkemeye çıkarılır. Karar ise bir süre Bakırköy’de tedavi olması yönündedir. “Doktorlar, ağabeyim için ‘Bir süre burada kalsın, bir daha adaya gitmez.’ dediler. Nitekim de öyle oldu.”
Ergüder Yoldaş’ı hastaneden alan kişi, İlknur isimli öğrencisidir. Büyük oğlu ve eski eşinin ikna çabalarına rağmen öğrencisinin evinin yolunu tutan Yoldaş’ın yaşlanmış yüzüne rağmen, deniz mavisi gözleri de ortaya çıkmıştır. Öğrencisinin evinde bir süre kalıp, Taksim’de Garibaldi’de müzik yapmaya başlayan Yoldaş, gerek aşırı kedi sevgisi yüzünden evinden çıkarılan öğrencisi gerekse de işlerinin yeniden bozulması üzerine İstanbul’la olan bağlarını kopartarak, erkek kardeşi Adil Bey’in girişimiyle İzmir’deki kız kardeşi Ayça Hanım’ın yanına yerleşir.
Ergüder Yoldaş, yaklaşık dört yıldır kız kardeşi ve yeğeniyle birlikte yaşıyor. Odasından hiç çıkmıyor, televizyon izlemiyor, gazete okumuyor. Üç öğrencisinden biri olan Ercan Bey’in ısrarları üzerine onun çocuğuna piyano dersi vermeyi kabul etmiş. Ama ücretsiz… Manisa’da beyin cerrahı olan Ercan Bey bunun için kendi piyanosunu hocasına verse de, Yoldaş piyanonun tuşlarına dersler dışında dokunmuyor. Dört yıl içinde yaptığı dört binin üzerinde besteyi zihninden notalara geçiriyor. Müziği, beyninde yaşıyor.
İlk evliliğinden bir kızı, bir oğlu bulunan Ergüder Yoldaş’ın, Nur Yoldaş’tan da bir oğlu var. Devrim Yoldaş, İngiltere Kraliyet Müzik Akademisi’nden mezun, bir gitar virtüözü olma yolunda ilerliyor. Kendisi için İzmir’e gelmiş televizyonları geri çeviren, basına röportaj vermeyi reddeden Ergüder Yoldaş’ı uzun bir zamanın ardından ikna etmeyi başarıp, İzmir Balçova’da geçen sessiz günlerin tanığı olduk. Yoldaş’ın Aksiyon’a anlattıkları, en az yaşadıkları kadar konuşulacağa benziyor.
UNKAPANI MÜZİSYENLERİ KEŞFEDİNCE İFLAS ETTİ
-Ergüder Yoldaş için 60’lar çıraklık, 70’ler kalfalık, 80’ler yani Sultan-ı Yegâh ve Elde Var Hüzün, ustalık dönemidir denir. Bu fikri kabulleniyor musunuz?
Ben her zaman aynıydım. Çırak olan Unkapanı Çarşısı’ydı. Onlarla ilişki kuramıyordum. Ne yapacaklarını bilmiyorlardı. 10-15 yıl sonra kalfa oldular. Çevrelerindeki müzisyenlerle ilişki kurdukları için müzikle ilgili bir şeyler yapmaya başladılar. Bu sefer de iflas ettiler.
-Bahsettiğiniz değişimi biraz açar mısınız?
Bu süreç 1965’te falan başladı. O zaman, Türkiye ikiye bölündü. Şehirlerde yaşayanların radyolardan etkilenmesi sonucu, Avrupa’daki müzikal olayları takip etme imkânı çıktı. O dönemde televizyon girdi Türkiye’ye. Onlar da Avrupa repertuarına, İtalyan, İspanyol müziğine yöneldi. Daha sonra Fransızlar ve İngilizler girdi. Amerikalılar giremediler. Bu dönemde iç göç başladı. Bu iç göç, iki tabiatlıydı. Köylerden ve kasabalardan gelenler, büyük şehire yerleşiyorlardı. Kendi kültürlerini taşımaya çalışıyorlardı. Aynı şekilde Almanya işçi çekmeye başladı. O da dış göçtü. Bu göç hareketleri sonucunda yeni yerleşim bölgelerindeki göçmenler, kendi kültürleriyle daha sık karşı karşıya gelme imkânına sahip oldular. O zaman elle taşınan teypler çok modaydı, ucuzdu da.
PİCASSO, EN MEŞHUR ARABESKÇİDİR
-Müziğin olduğu kadar, dinleyicinin de modernleşmesi böylece mi başladı?
Tabii, zaten bu dönemler ara dönemlerdir. Yani oturmuş yerleşik bir toplum düzeni yoktur. Toplum yerleşmeye başladığı zaman ara dönem biter. Ara dönemin kalıntıları uzar. Ortaya çıkan bu kalıntılar da arabesk diye yorumlanır. Antik dönemlerdir bunlar. Şimdi her alanda arabesk denemeler yapılıyor. Sonuç olarak, önce Arapların taklidiyle başladı. Arabesk öyle bir şey değil aslında. Sonradan kendileri bir şey yapmaya başladılar. Şimdikiler, o arabesklerin bitişiyle ortaya çıkan yeni arabeskler. Bundan sonra sağlıklı dönemler başlayacak.
-Bir geçiş müziği dinliyoruz o halde?
Tabii, tabii…
-İlginçtir, Orhan Gencebay da arabeski tıpkı sizin gibi farklı bir tanımlama içine soktu.
Bugün bahsettikleri şey arabesk değil. Kentin varoşlarına yerleşmiş insanlar, orada kendi kulak alışkanlıklarını devam ettiriyor. O dönem en çok satanlar, bağlama müzikleriydi. Âşıklar vardı. Daha sonra çevrelerinden etkilenmeye başladılar. Müzik dinleme imkânları genişleyince, müzikle daha sık karşı karşıya geliyorlardı. Arabesk, Avrupa’nın yanlışlığı sonunda ortaya çıktı. Çünkü Avrupalı, arabeskin ne olduğunu bilmiyordu. Ama Avrupa’da arabesk çalışmış sanatçılar vardı. Arabesk, kübik müzik demektir. Klasik müziktir o; çok zor bir müziktir. Yani Arapların taklidi değil. Avrupa’da en tanınmış arabeskçi Pablo Picasso’dur. Guernica tablosu vardır. En meşhur tablosu da odur. O, kübiktir. Dolayısıyla, Avrupa bu konuda bir şey yapamadığı için şehirli tabiatlı müzikçiler, Arap müziğine karşı çıktılar. Radyolar da karşı çıktı. Radyonun karşı çıkış nedeni, radyo sanatçılarının eğitimsizliğinden kaynaklanıyordu.
ŞARKILARIMI RADYODAN KALDIRDILAR
-Sizin müziğiniz tam da bu noktada gelenekselin sözel mirasını yüklenen; onu çağdaş bir müzikle sarmalayan bir yapıya sahipti. Böylesine bir harmanlama zor olsa gerekti.
Benim için çok zor değildi. Ben klasik müzik kompozitörüyüm. Yapabileceğim şeylerdi. Arabesk faslını tamamlayalım… Radyo istasyonları, Türk klasik müziğini sahiplenmeye çalıştılar. Ama yanlışlık yaptılar. Çünkü Türk klasik müziğinin sahipleri değildi onlar. Sadece bazı eserleri kolay yoldan benimsemişlerdi. Ancak, radyoda oturmuş kadrolar bulunuyordu. Radyoları ele geçirdiler. Daha sonra da hükümler yürütüp, çeşitli denetim mekanizmalarını etkilemeye başladılar. Radyo ve televizyonların denetim kurullarına sızdılar, kendi bildiklerini yapmaya başladılar. Ancak hiçbirinin müzikal eğitimi yoktu. Bir notayı alıp da solfiye ederek, bitirebilecek doğru dürüst yetenekleri yoktu. Korolar halinde çalışıyorlardı, kulis faaliyetleri vardı. Kulis faaliyetleri de denetim kurullarında haber almaları şeklinde oluyordu. “Kimler, denetim kurullarına müzik eserlerini gönderiyor? Bunların nitelikleri nedir?” şeklinde, müzik eğitimleri olmadığı halde hükümler yürütmeye başladılar. 90’larda benim denetimden geçmiş repertuarım, radyo repertuarından kaldırıldı.
-Niçin?
Modern değilmiş. Bana hiçbir şey söylenmedi. Söyleyecek lafları yok çünkü. Yapmakta oldukları müzikle, benim yaptığım müzik arasında köprüler kuracak şekilde, Türk klasik müziğinin yapıtaşları hakkında bilgileri yoktu. Oysa benim o yapıtaşları hakkında yeterli donanımım vardı. Ben ne yaptığımı biliyordum; ama onlar kulisleriyle bu repertuarı, radyo ve televizyonlardan kaldırdılar. Denetim kurullarında o dönemlerde, Süheyl Denizci, Attila Özdemiroğlu, Nevit Kodallı, Timur Selçuk, İstemihan Taviloğlu vardı. Kulisi yapanlar bu isimlerdi. Onların onayıyla 35’e yakın parçam kaldırıldı. Hemen kurullar oluşturuluyor. Kurullara gidiyor, besteciler eser gönderiyor TRT’ye. Benim parçam İlyada’ydı ve Eurovision Türkiye elemesinde finale kaldı. “Yunan propagandası yapıyor.” diyerek vazgeçtiler. Devamlı üstüme geldiler. Yorumcu, Nur Yoldaş’tı. Sözleri de ben yazmıştım. Bu şarkıyı TRT hâlâ geri vermiyor bana. İkinci ‘long play’i çıkardıktan sonra, üzerime gelenler iyice azgınlaştı. Batı müziğiyle ilgilenenler de aleyhime konuşmaya başladılar. Dergilerde kendi görüşlerini açıkladılar; ama “Ergüder Yoldaş, kendi kendini tatmin ediyor.” dediler. Bütün bunlara karşın plaklar sattı.
-Örneğin Sultan-ı Yegâh’ın satışı neydi?
Bana bir sayı verilmedi. Fakat bütün plakların çok iyi sattığını biliyorum.
BATI’NIN KENDİNE AİT MÜZİK KÜLTÜRÜ YOK
-Geleneksel müziği senfonik müziğe uyarlarken önünüzde örnekler var mıydı?
Benim örnek aldığım biri olmadı. Çünkü bu işte bu şekilde uğraşabilecek kapasitede Batılı da yok. İşin komik tarafı bu... “Bu adam da kendini amma fasulye gibi nimetten sayıyor.” diyeceksin; ama doğrusu bu. Batı’da müzik, standartlaştırılmış vaziyette. Bir gösteri şeklinde planlanıyor. Kiliseye, Vatikan’a dayalı... Vatikan’ın koyduğu yasaklarla gelişiyor. Dolayısıyla o müzik hiçbir zaman gelişemez. Büyük orkestraları da çok zayıf. Batı’nın zaten kendi orkestrası yoktu. Çekoslovakya’dan orkestra alıyorlardı. Çekler çok büyük paralar kazandı. Batı’nın kendisine ait bir müzik kültürü yok. Bu, bilinmeyen tarafı Batı’nın. Dolayısıyla herhangi bir kompozitörün geleneksel müziklerle ilgilenmesi söz konusu değil. Bunu beceremiyorlar. Çünkü öyle programlanmışlar. Bunun dışına çıkamıyorlar. Daha sonraki yıllarda genç kuşaklar bir şeyler yapmaya çalıştı. O kuşaklar içinde ABD’den bir şeyler çıkmaya başladı ilk defa. Onlar da çok çabuk söndürüldü. ABD, konservatuarlı gençlere önem vermeye başladı, 15-20 yıl önce. Yaptıkları plaklar duyulmaya başladı. Beatles gibi uydurma şeyler değildi. Beatles bir propaganda ürünüdür.
-Bu ciddi bir iddia. Biraz açar mısınız?
Batı’nın bütün endişesi, kendi kültürsüzlüğünü örtmektir. Bunu yapar. İngilizler, Batı kültürü meraklısıdır; ama kendileri hiçbir kültüre yatırım yapmaz. Bunun için de hiçbir zaman müzik kültürü konusunda bir kadroya sahip değildir. En kolay yolu telif hakları kurumları ile ortaklaşa çalışmaktır. O yıllarda Almanya’da Geman, Fransa’da Sasem faaliyetteydi. Genç kuşakların telif hakları ödeniyordu. Ama genç kuşakların elinden tutan yoktu Batı’da. Dolayısıyla insicamlı bir şekilde, sonuna kadar gidebilen bir grup çıkmadı. Plak firmaları sadece sürüme bakıyorlardı. Bir iki plak yapıyor, sonra da, satmadı diyorlardı.
-O dönemde Türkiye’de, sizin müziğiniz nasıl karşılandı?
Menajerler ve plak prodüktörleri, “Tutmaz” diyordu. İsim vermeyeyim daha iyi.
-Attila İlhan’ın şiirleri sizin için hep ayrı bir yerde durdu. İlhan’la nasıl tanıştınız?
Ben Attila İlhan’ı çok severim. Boş bulduğum vakitlerde Kadıköy’e, Gençlik Kitapevi’ne inerdim. Orada, çıkan kitapları takip ederdim. Klasik tiyatro yayınları, şairler ve önemli yazarların kitaplarını alırdım. Hilmi Yavuz ve Attila İlhan’la o dönem tanıştım. Onların kitaplarını aldım. İkisini de çok sevdim. Gerçek şairlerdir, onlar. Attila İlhan’ın kitabında buldum Sultan-ı Yegâh’ı. İki bölümlüdür; ama ben sadece ilk bölümünü aldım. Sultan-ı Yegâh’ı, Berlin’de besteledim.
-Attila İlhan kolay vermezdi şiirlerini. Siz nasıl ikna ettiniz?
Çıktıktan sonra, o da sevdi müziği. Telefonla konuştuk. “Al, istediğin gibi kullan.” dedi. Şu anda da hem Attila İlhan’ın hem de Hilmi Yavuz’un şiirlerini besteliyorum.
-Yorumcu olarak kimi düşünüyorsunuz?
Kimseyi düşünmedim. Bu müzik, benim kendi müziğim. Piyasayı pek takmam ben. Çünkü piyasa devamlı olarak kendini koruma endişesi taşır. Yalnızca kendisi vardır. İkincisi, bu, ticaretin garip bir türüdür. Plak yapmak, kaset yapmak bu piyasadakilerin işi değil. Bu piyasaya kim girdiyse kolonya da satmak durumunda.
DEVLET SENFONİ ORKESTRALARI HALKI DÜŞÜNMÜYOR; UNKAPANI GÜDÜMLÜ
-Unkapanı biterken, ektiklerini mi biçiyor?
Bir kısmı akıllandı. Bir kısmı hâlâ eski aptallıklarını sürdürüyor. Hiçbir zaman bir piyasa edinemediler, bu yüzden iflas ettiler.
-Akıllananlar neden iflas etti?
Yanlış güdümlendiler. Unkapanı güdümlüdür. Onu güdümleyenler, söz yazarları ile amatör müzisyenlerdir. Unkapanı o güdümden kurtulamıyor. Çünkü profesyonellerle çalışmak gibi bir eğilime sahip değiller. Profesyonel müzisyenler hakkında hiçbir bilgileri yok. Müzik, yurdun gerçeklerini, insanını tanımakla ilgili bir şey. Aynı şekilde, bugünkü konservatuarların durumu da böyle. Onlar da yurdun gerçeklerini tanımaz ve buna uygun müfredatlar geliştirmez. Bunun için de opera bütün sene oturarak zaman geçirir. Senelerdir hiçbir şey yapmıyorlar. Devlet senfoni orkestraları her cumartesi sabahı konser verir. Kimse gitmez. Herkes oturuyor. Repertuar seçenler, hiçbir zaman insanları düşünmediler. Kendi eğitimleriyle ilgili olarak geliştirdikleri kavramlarla onlara yaklaşmaya çalıştılar. Ama bu geri tepti. İlgilenen olmadı. Şehirdekiler, varoşlardaki insanların arabeskine eğilim duydular. Bir Teselli Ver mesela… Caddebostan’daki konser salonlarında çalınmaya başladı. Bu kültürdekiler Robert Koleji öğrencileriydi. Operayı, senfoniyi seçmediler. Çünkü kendilerini bir gösteri alanına çıkıyormuş gibi hazırlamışlardı. Müzik gösteri değildir, temaşa sanatı değildir. Müziğin insanla ilgisini koparttığın zaman neden ilgilenilsin?
-Sultan-ı Yegâh, tam da arabeskin filizlendiği döneme denk düşüyordu. Bu albüm için de tıpkı arabesk gibi, tepkisellikten kaynaklanan bir rağbetle karşılaştı diyebilir miyiz?
Tabii ki. Birdenbire yayıldı. O, kaçınılmaz bir şeydi zaten. O alan tamamen boşaltılmıştı. Radyolar boşaltmıştı, o alanı. Öyle bir şey tanımıyorlar o dönem. Onun için birdenbire yerine oturdu.
YAPTIĞIM ÇALIŞMALAR ‘SENTEZ MÜZİK’ DEĞİLDİR
-Divan edebiyatını nasıl keşfettiniz?
Ben, İzmir İnönü Lisesi’nde okudum. Edebiyat hocalarımız çok kuvvetliydi. Divan edebiyatını lisede okuduk. O dönemde müzikle de ilgilendiğim için divan edebiyatının altyapısını çabuk çözdüm. Divan edebiyatı sayesinde, Türk klasik müziğini tanıdım. Bir kere o temel, sağlam bir temeldir. Dolayısıyla geleneksel müzikle ilgilendiğim zaman hiç sıkıntı çekmedim. Gerçek klasik müzikleri inceledim. Itriler, Dede Efendiler, Hamamizade Tellal Dede Efendiler gibi birçokları... Kütüphanelerle ve nota satan kitapevleriyle ilişki kurardım. Sonra radyoda arkadaşlarım vardı, onlar bulur getirirlerdi.
-Sentez bir müzik fikri ne zaman çıktı?
Sentez müzik deyimi o zaman da kullanılmıştı. O müzik, sentez müziği değil. Türk klasik müziğinin olması gereken şekli. Türk klasik müziğinin tam kendisidir o. Daha da ileri gidebilirdim. Bir sanatçının bağırması başka bir şey, o sanatçının yaptığı işin bağırması başka bir şey. Yapısal popülarite tanınmıyor. Konservatuarlar da bilmez bunu, Unkapanı Plakçılar Çarşısı da bilmez. Bir şeyin yapısında kendi kendine taşıdığı popülarite vardır. O popülariteyi insanlar seçer. İşte Avrupa’dakiler bundan uzaktı. Türkiye’dekiler hepten uzaktı. Adam yoktu. Bütün mesele bu. O bir sentez değil, kompozisyonun ta kendisi. Müziğin yazılışında daha nota üzerinde icracıya taşıdığı mesajlar vardır. O mesajların popülaritesi önemlidir. Batı’nın şov yaptığını söylemiştim. Batı, basın yayın yoluyla plak firmalarının desteğiyle gösteri grupları ortaya çıkartır. Ondan para kazanır. Dolayısıyla grubun ya da şarkıcının popüler olması önemlidir Batı’da. Türkiye’ye de böyle kabul ettirdi Batı. Bütün şarkıcıların popüler olması için radyo, televizyon, gazete ve Unkapanı el ele verdiler. Hiçbir yere varamıyorlardı. İşte o dönemde popüler bir şarkı, Sultan-ı Yegâh çıktı ortaya. Nur Yoldaş sonra meşhur oldu.
SULTAN-I YEGÂH, USTALIK ALBÜMÜ DEĞİL
-Sultan-ı Yegâh’ın bir ustalık albümü olduğunu kabul ediyor musunuz?
Hayır, hayır. Öyle bir şey söz konusu değil. Bekledim sadece. Olanı izlemem, çözmem gerekiyordu. Ben her zaman sağlamdım. Bende bir değişiklik yok. Sultan-ı Yegâh bilinçli yapıldı. O, kendi ustalığım.
-O albüm üzerinde ne kadar çalıştınız?
Oktay Öncü’yle anlaştıktan sonra ilk albümümdü o. Üç, üç buçuk ay sürdü orkestrasyonun yazılması. Stüdyoda da on, on beş gün çalıştım.
-İkinci albümünüz Elde Var Hüzün çok çarpıcı bir çalışma olmasına rağmen, neden Sultan-ı Yegâh’ın gölgesinde kaldı?
Sultan-ı Yegâh’ın hemen arkasından çıkardım onu. Bağ kurulması gerekiyordu. Ama iyice klasik yapıya ağırlık verdim. Şairlerin özelliklerini ortaya çıkardım. Bunun bilinmesi gerekiyordu. Elde Var Hüzün müthiş bir olay. Kendi popülaritesi var üzerinde. O albüm üzerinde anonim, folklorik çeşitlemeleri vardı. Elde Var Hüzün, insanların ulaşabileceği yerleri ortaya koydu. Alanı belirledi, yayıldı. Referans bir albümdü.
-Nur Yoldaş’tan ayrıldıktan sonra Esin Afşar’la Mevlânâ üzerine çalışmaya başladınız...
Mevlânâ üzerine 10-12 parça yazdık.
-Sonrasında da Bach üzerine yaptığınız söylenen oratoryolar…
Bach ile ilgili değil. Zamanında Bach analizleri yaptım. Onu söylemişlerdir. Şu anda 175 tane senfonik oratoryom var. 4 bin 500’den fazla müziği dört sene içinde yazdım. Çeşitli formlarda…
-Böyle bir arşivi yorumcu birine açmayı düşünmüyor musunuz?
Daha yorumculara sıra gelmedi. Henüz piyasada pişmiş bir yorumcu dinlemedim ben. Kardeşim radyoyu ara sıra açar, odaya pek uğramam, mahallede çalınan şarkıları penceremden dinliyorum.
-Söz yazıyor musunuz?
Hayır, bahsettiğim parçaların sözleri yazılı değil. Şarkıcılarla oturup anlaştıktan sonra, kendim yazarım sözünü. Ya da güvendiğim bir söz yazarı çıkarsa, ona yazdırırım. Aklımda bir söz yazarı yok.
İSTANBUL’DA YAŞAMAYA PARAM YETMEZDİ
-Büyükada’ya gidişinizin sebebi neydi?
O bir yoklamaydı. Piyasada iş yapma olanaklarım sınırlanmıştı. Sultan-ı Yegâh’a gösterilen tepki devam etti. Bir süre ara verecek olursam, ne olur diye merak ettim. Piyasadan iş alamıyordum. Bıçak gibi kesildi. Bir yandan reklâm firmalarına süpervizörlük yaparken, para kazanamaz duruma geldim. Kendi ekonomimle İstanbul’da yaşamam artık söz konusu değildi. Büyükada’ya gittim, adanın arka tarafına yerleştim. Belediye başkanı Recep Koç evini tahsis etti. Bana müzik danışmanı olarak görev vermek istedi. Görevi kabul etmedim, arkamdaki kulis onu suçlamasın diye... Orada Recep Koç’a söyleyemedim.
-Büyükada’da geçen onca yılı nasıl bir süreç olarak tanımlarsınız?
Bir ayıklanma süreci... Ben mesleğimle ilgili bir şeyi yaparken yanlış yapmamaya çalışırım. Yanlışlar benden kaynaklanıyor mu, kaynaklanmıyor mu diye tekrar gözden geçiririm. Tepki çekecek bir durumum yoktur. Hep kendi halimde yaşadım. Akşamcılarla ilgim yoktu. Evimde kalır çalışırdım. Böyle düşündüğüm için adayı seçtim. Büyükada’da da durumu düşünmeye başladım. Piyasadaki oluşumların zaman içinde yerine oturacağını düşündüm.
-Büyükada’da ne kadar kaldınız?
12 yıl.
-Bu süreçte müzikle ilişkinizi nasıl sürdürdünüz?
Not alıyordum. Herhangi bir enstrümanım yoktu. Zihnimden geçtiği haliyle notaya geçiyordum. Müzik öyle yazılır. Deşifre kompozisyon… O zaman müzikle karşı karşıya kalırsın. Yoksa bir enstrümanın başına geçip, akorlara basa basa müzik yazılmaz. Onun yapısal popülaritesi yoktur. Piyano, yeni geldi eve.
GERİ DÖNDÜĞÜMDE FİYATIMI YÜKSELTECEĞİM
-Piyanoyla yıllar sonra karşılaşmak ne hissettirdi size?
İlgimi çekmedi. Şimdi, öğrencimin kızına ders veriyorum, o kadar.
-Büyük bir kariyeri geride bırakıp gitmek, gözü karalık değil miydi?
Bilmem ki! Ucuzlamamam gerekiyordu. Sisteme bir tepkiydi. Tepki duymakta değildi çözüm. Çünkü benim yaptığım işin özelliği, bağırması. Ben ona güveniyordum.
-Adada bir hayat kurmuşken, medyanın sizi kurtarma operasyonlarına girişmesini nasıl karşıladınız?
Bütün bu yapılanlara güldüm. Gelip gidiyorlardı çocuklar. Röportaj yapıyorlardı. Ama onların yazılarının sınırlandırıldığını biliyordum. Bu, benim yapıma ters bir şeydir. Sönmekte olan tepkileri kışkırtmanın bir anlamı yoktu. Onun için medyayı kabul etmedim. 6 yıl röportaj vermedim. Çocuklara “Söyleyecek bir şeyim yok.” dedim, kırmadan gönderdim.
-Adada olduğunuzu öğrenip de ziyaretinize gelen sanatçı dostlarınız oldu mu?
Aramadılar. İlknur isimli öğrencim geldi, o kadar. Onun dışında arayıp soran olmadı.
-Sistemle yeniden barıştığınızda insanlara bir tepki vermeyi düşünmüyor musunuz?
Onları ekonomik bakımdan zorlamak istiyorum. Benim sistemlerim ekonomik sistemlerdir. Ben stüdyoda işimi önceden planladığım için miksajı da dahil bütün iş 8-10 gün sürer. Bunu plakçılar biliyor. Fiyatımı yükselteceğim, bunu açık söylüyorum.
-Daha elitist bir tavır takınacaksınız…
Tabii…
BAKIRKÖY’E CHECK-UP İÇİN GİTTİK SANDIM...
-Onca çabayı geri çevirirken, neden 1995’teki götürülme ricasını kabul ettiniz?
Beni Büyükada’dan kopartmaya çalışıyorlardı. Ben de istemiyordum. Büyükada’da rahattım, mutluydum. Dönmem gerekiyordu; ama direniyordum. Yol üzerinde çıkan yangından sorumlu tutup, Mazhar Osman’a (Bakırköy’e) kapattılar beni. Hiçbir gerekçe göstermediler. Ben de birisi düğmeye bastı gene, galiba beni check-up’tan geçirmek için buraya getirdiler dedim. Hiç sesimi çıkarmadım. Altı, altı buçuk ay kadar Mazhar Osman’da kaldım. Sonra İlknur geldi, baktılar bir şeyim yok. Taburcu oldum. Bir buçuk sene kadar Kızıltoprak’ta kaldıktan sonra Çengelköy’e taşındık. Sonra pilimiz bitti.
-O arada Muzaffer Kuşhan’ın diyet merkezindeki hastalara da piyano çalmıştınız…
Büyükada’da kübik bir su deposu var. Oradan su alıyorum. Birisi durdu, görür görmez tanıdım; ama nerden, hatırlamıyorum. “Ben Kuşhan kliniğinin sahibiyim. Biz diyetler yapıyoruz hastalara. Bizimle çalışır mısınız?” dedi. “Onların alışkanlıkları var, ben o alışkanlıklara uymam.” dedim. İyi bir insan olduğunu anladıktan sonra sesimi çıkarmadım. Baktım yer de güzel. “Kalıyorum.” dedim. Üç ay kadar kaldım. Sonradan Taksim’de Garibaldi’de program yapmaya başladık. Bayağı da para kazanıyorduk. Ama piyasada bir türlü dikiş tutturamadık. Geceleri Garibaldi’de, gündüzleri de Muzaffer Kuşhan’ın yanında çalışıyordum. Garibaldi’de çalışmanın yetersiz olduğunu düşündükten sonra ayrıldım, adaya geri döndüm. Piyasasız yürümezdi.
MEDYANIN AYAK OYUNLARI
-Sizi kurtaran medya, adaya tekrar döndükten sonra bir daha haberinizi yapmadı. Sizden umudu kestiler mi?
İşlerine öyle geldi. Birtakım ayak oyunları vardı.
-Sizi bir reyting malzemesi olarak mı kullandılar?
O konuda hiçbir bilgim yok. Canım sırf medya değil ki! Vapurla Yalova’ya gidiyorum, adamın biri karşıma oturup bana dedi ki: “Niye ayrıldın oradan?” Bu sorudan sonra “Ben orda yaşayabilir miyim?” diye sordu. Onun hayali de Büyükada’da yaşamakmış. Bu tür olaylar çok. Herkes benim gibi olmak istiyor. Mesela birisi telefon etti, Bozcaada’ya gidecekmiş, orada nasıl yaşanacağını soruyor. İlle “ Buluşalım, bana anlat.” diyor. (Gülüyor).
-İzmir’e kız kardeşinizin yanına ne zaman geldiniz?
Dört yıl önce.
-Gelmeye nasıl ikna oldunuz?
Mecburen geldim.
-Neden mecburen?
Sokakta kaldık. İlknur’un 70-80 tane kedisi vardı. Kedileri görünce adam bizi sokağa koydu. Kardeşim Adil telefon etti, “Gelip alacağım ağabey.” dedi. “Gel, al beni.” dedim. (Kız kardeşi, “Bunu demesi bile bir buçuk yıl sürdü.” diyor.)
PİYANOYU DEĞİL AKLIMI KULLANIRIM
-İzmir’de nasıl bir dört yıl geçti?
Müzik yaparak geçiriyorum. Odamdan dışarı çıkmıyorum. Eski İzmir’den hiçbir tanıdığım kalmamış. Okul arkadaşlarım darmadağın olmuş. Bulacağım hiç kimse yok.
-Gezmek için de çıkmıyor musunuz?
Hayır, ihtiyaç hissetmiyorum. Geceleri çalışıyorum. Çalışırken piyano kullanmıyorum. Çünkü bu sakıncalıdır. Piyanonun hafızasıyla, orkestranın hafızası aynı şey değildir. Piyano, orkestra çalgısıdır. Tek başına, yeterli değildir. Onun için piyanoyu kullanmam, kendi aklımı kullanırım.
-Çocuklarınızla aranız nasıl?
Çocuklarımla aram iyidir.
-Nur Hanım’la görüşüyor musunuz?
Elbette.
NUR YOLDAŞ’IN BANA İHTİYACI YOK
-Yeniden müzikal bir birliktelik oluşamaz mı?
Hiç düşünmedim. O, artık kendi yolunu çizdi. Bana ihtiyacı yok.
-Kendisi böyle bir teklif getirse?
Böyle bir teklifte bulunmadı. Plak yapmak için şarkı istedi. Bekledim, bir şey çıkmadı. Sonucunu getiremediler. Ben de ilgilenmedim. Adamlar benden kaçıp, Nur’u öne koyuyorlardı. Oysa yapmaları gereken, benimle ilişki kurmaları. Harbi olarak gelip, çalışmak istediklerini söyleyecekler. Ama böyle bir ilişki kurulmuyor.
-Bir gün tekrar adaya döner misiniz?
Büyükada’da yapacak bir şeyim yok artık. Geri dönmeyi düşünmüyorum. Ev duruyor orada. Burada rahatım.
KONUŞMA SIRASI BANA DA GELECEK
'Geleceğe yönelik kuşakların ortaya çıkmasını bekliyorum. Duyduklarımla ilgili konuşacak bir şeyim yok. Piyasa olduğu gibi arabesk durumda. Yeni bir şey yapmıyorlar. Oysa gerçek arabeskin su üstüne çıkması lazım. O zaman ben konuşacağım.
İki defa Avrupa’ya gittim. Moldova, Beyrut ve Afrika’da 6 ay kaldım. Afrika, tam bir maceraydı. Kongo’ya, Kinşasa’ya piyanist olarak gittim; ama beğenmedim işi. 1970’te geri döndüm.
Epik tiyatro, fizik, matematik gibi alanlara meraklıyım demem yetmez. Yoğunlaşıyorum o alanlarda. Tiyatro yazıyorum. Özellikle klasik tiyatronun boşluğunu yakalamaya çalışıyorum. Hâlâ üzerinde çalışıyorum. En son çalıştığım konu, hayvan.
Buraya menajerim Salih Bey geliyor ara sıra. Onun dışında gelen yok. Burada olduğumdan birçok insanın haberi yok.
TÜBİTAK’ta çalışan bir arkadaşım, kurumun MR cihazları için müzik yapacak birini aradığını söyleyip, “Bunu yaparsan sen yaparsın. Bu müziği, klasik orkestraya uyarla, gerisini ben halledeceğim.” dedi. İstanbul’a dönüp büyük bir orkestrasyonla müzikleri tamamladım. Orkestrasyonları gönderdim, paramı da aldım. Ama bir ses çıkmadı.
************
KIZ KARDEŞİ AYÇA HANIM’IN GÖZÜNDEN ERGÜDER YOLDAŞ
1948’de, babam Aydın’da Demokrat Parti’nin üyesi oluyor. İnsanlar, “Bu, DP’nin adamıdır.” deyince okulda sorun oluyor, babam öğretmenlikten istifa edip İzmir’e geliyor. Burada Karayolları’nın kurucuları arasında yer alıyor.
Ağabeyim ilkokuldayken mandolin ve pompalı mızıka çalardı. Bütün mahalleye konser verirdi. Babam da cümbüş çalarmış. Sanatçılık babamın kökeninden geliyor. Babam sonra akordeon aldı ona.
Lise çağlarında dersten kaçıp konservatuara gidiyormuş. Habersiz kayıt olmuş. Bize okuldan bir haber geldi, “Ergüder bir aydır okula gelmiyor.” diye. Babam üzüldü; ama öğrendikten sonra kızmadı. “Böyle bir isteğinin olduğunu bilsem, konservatuara ben yazdırırdım.” dedi.
Konservatuara giderken zorla liseyi bitirdi. Sonra da Avni Dilligil Tiyatrosu’na girmiş. Ardından bizden koptu. O ara bir sinema filmi falan yapmış. O filmi bulamadık.
Tiyatro turnesindeyken otobüsleri yuvarlanıyor. Bir ay kadar komada kalıyor. Gözünü açıyor, “İzmir’deyim.” diyor, hâlbuki İskenderun Kordonu’nda. Ondan sonra bir daha gitmedi turneye. İstanbul’a yerleşti.
Özgürlüğünün kısıtlanmasını hiç sevmeyen bir insan… Bizim ailenin yapısı böyledir. Özellikle de rahmetli babamın…
Nur, 13 yıl sonra adaya geldi. Ne olacak diye çok heyecanlandım. Ağabeyim sadece, “Hoş geldin.” dedi. Tepki vermedi. Bir de buraya gelip ağabeyimden şarkılarını istedi. Ağabeyimin cevabı “Basarsın dolarları. Alırsın şarkıları.” oldu.
Nur Yoldaş’ın ağabeyimden sonraki eşinin intiharı, gazetelerde ağabeyimin ölümü gibi yansıtıldı. Yanlışlık olmuş. Bütün insanlar başsağlığı için beni arıyorlardı. Ödüm koptu. Adaya gittim apar topar.
(aksiyon)