Orhan Özekinci: Herkesin okuyabileceği iyi bir yazar olmak istiyorum

Orhan Özekinci ilk romanı Kaybetmeden Önce'ye dair bilinmeyenleri anlattı.

ABONE OL
GİRİŞ 18.11.2019 16:25 GÜNCELLEME 22.01.2020 19:47 KÜLTÜR
Orhan Özekinci: Herkesin okuyabileceği iyi bir yazar olmak istiyorum

Orhan Özekinci’yle İlk Romanı: Kaybetmeden Önce

 

 

Orhan Özekinci: Siyasi, ideolojik ve dini görüşü ne olursa olsun herkesin okuyabileceği iyi bir yazar olmak istiyorum.

Öncelikle Kaybetmeden Önce’de okuru neler bekliyor? Bundan bahsedebilir misiniz?

 

 

Kitapta, Doktor Özge’yle Semih’in ayrı ayrı hikâyelerinin onları nasıl bir araya getirdiğini ve sonrasında gelişen hadiseler bekliyor okuru. Bu kadarının bilinmesi okur için yeterli sanırım.

Romanınızı okuyup bitirdiğimizde geriye büyük bir gerçeklik duygusu kalıyor. Karakterleri oluştururken esinlendiğiniz birileri oldu mu? Özge, Semih ve Gülay karakterleri için bunu özellikle sormak istiyorum.

Kurgu. Cümleme bu cümleyle başlamak istiyorum. Romandaki karakterlerde, yaşanan olaylar da, hepsi tamamen kurgu ve gerçekle en ufak bir teması yok. Aslında hayatın realitesinden ziyade, kendi kafasının içinde yaşayan birisiyim. Yazdığım romanın, içtiğim çayın, beklediğim otobüsün bir hikâyesi olduğuna inanıyorum. Tıpkı izafiyet teorisinde olduğu gibi, vermediğim her kararın sonuçlarıyla, acı da olsa yüzleşerek yaşıyorum. Bu romanda yaşananlar da birilerinin veremediği kararların bir sonucu olsa gerek.

Romanda gerçek olan tek bir şey var, o da hissettirdiği duygu. Fernando Pessoa “sanat kendi hissettiklerimizi başkalarına hissettirebilmektir” der. Kitap bitip okuyucunun damağında hangi duygu kaldıysa, işte hayatımı o duyguya karşı yaşadığımı söyleyebilirim. Her şey bir yana dursun, okuyucuya olayların içinde gelişen duyguları olduğu gibi yaşatmak istedim.  

Kitapta karakterleri adeta bir psikanalist gibi anlatmışsınız. Özellikle psikiyatri kliniği sahnesinde bunun bilinçsiz olmadığını görüyoruz…

İlk başta çok güçlü karakterler görüyoruz ama geçmişe doğru gittikçe yaşadıkları ortaya çıkıyor. Bu ortaya çıkışlarla o karakterlerin günlük hayatta sergiledikleri davranışlarının asıl sebebini öğreniyoruz. Bilinçaltı ve bu türlü açıklamalar her daim ilgimi çekmiştir.

Bu kitabı okuyan biri sizi önce seküler sonra muhafazakâr gibi düşünebilir. Çok farklı karakterlerde bunu iyi yansıtmışsınız. Semih her ne kadar muhafazakâr gibi görünse de aslında günaha da giriyor. Özge ve Gülay tamamen seküler…

Romandaki karakterler üzerinden romancının dünya görüşü hakkında fikir edinmek oldukça zor. Benim ya da genel olarak konuşacak olursak, sanatçının ne olduğunun cidden bir önemi yok. Bir eser neyse odur, eserin değeri sanatçının dünya görüşüne göre değişmez.

İllaki bir yerde duracaksam iyi sanatın iyi edebiyatın var olduğu ideolojiden bağımsız gri bir bölge var, ben oradayım. Sadece sanat çerçevesinde bir değerlendirmeye tabi tutulmak isterim.

Karakterlere gelirsek olursam; ilkokulu varoş bir mahallede, liseyi Nişantaşı’da okudum. İki tarafı da iyi tanıyorum. Bunu romanda bir avantaja dönüştürmeye çabaladım.

Her ne kadar sanatçının dünya görüşü eseri etkilemese de, hitap ettiği kitle bakımından dünya görüşü önemli bir yer tutuyor…

Şüphesiz haklısınız ama bir eserin değerini okurun dünya görüşü de belirlemiyor. Şuana kadar mütedeyyin camianın beni daha fazla okuduğunu söylememde beis yok ama ilerleyen zamanlarda bunun hızlı bir şekilde kırılacağını düşünüyorum. Siyasi, ideolojik ve dini görüşü ne olursa olsun herkesin okuyabileceği iyi bir yazar olmak istiyorum. Çünkü yazdıklarımda kimseye ideoloji vaat etmiyorum.

Bu biraz da suya sabuna dokunmamak olarak yorumlanabilir mi?

Hayır. Bu roman her ne kadar bir hikâyesi olarak ilk başta görülse de aslında sistem eleştirisi üzerine kurulu. Eğitim, sağlık ve adalet sistemindeki aksaklıkları, karakterlerin yaşadıkları olaylar üzerinden detaylarıyla anlattığımı düşünüyorum. Zeki’nin gözaltına alınması, yargılanması, cezaevinde yaşadıkları, Semih’in dershanedeki öğretmenliği, Zulfikar’ların izni olmadığı halde Esenyurt’ta yapımına başladıkları bina… Bunlar bu eleştiriyi görmek isteyenlere bir gösterge.

Bu roman özelinde soracak olursak, Kaybetmeden Önce’yi yazarken esinlendiğiniz sanatçılar ve kaynaklar nelerdir?

Yazmak, özellikle de roman yazmak uzun bir okuma deneyimi ve yazma antrenmanı istiyor. Kaybetmeden Önce’nin ilk cümlesini yazdıktan sonra kendime kısa süreli çok okuma ve yazma hedefleri koydum. Bu süreçte en çok katkısı olan yazarlar Orhan Pamuk, Ayfer Tunç, Bukowski, Murakami ve Galeano oldu. Bunun dışında Andrey Zvyagintsev, Michael Haneke, Zeki Demirkubuz ve Aleksandr Sokurov’un filmlerini tekrar tekrar not alarak izledim. Kitabın birkaç yerinde, bu saydığım isimlere selam göndermeyi de ihmal etmedim.

Romanı okurken birbiriyle bağlantılı her olay çok net anlaşılmasına, hatta romanın sonu gayet net olmasına karşın roman bittiğinde okurun kafasında dört beş tane soru işareti kalıyor. Okuru bu soru işaretleriyle bırakmanızın sebebi nedir? Gülay’ın hastanede Semih’e verdiği sarı dosyada ne olduğu açıklanmadı mesela.

Burada okurlarda bir soru işaretinden ziyade, bir tercih bıraktım. Burada sadece okur neyi tercih ederse etsin, sarı dosyadan her ne çıkarsa çıksın hissettiği duygu aynı kalacak. Kaybetmeden önceki o duygu…

Romanın sonuna geldiğimizde hiçbir şey bitmiyor hissi var. Her şey devam ediyor mu? O karakterler yaşamaya devam ediyor mu?

Bu da bir tercih aslında. Okur neyi istiyorsa o. Romanın sonu hakkında burada bir şey söylemek istemiyorum.

Romanınız yayınlandıktan sonra keşke şurayı farklı yazsam dediğiniz bir an oldu mu?

Öyle değil de, Semih’in kaybetmediği, Özge’nin üzülmediği bir romanı yazacak gücüm olsaydı keşke dedim. Bu fikir bana bambaşka bir hikâyenin de kapısını araladı doğrusu. Şimdilerde o hikâyenin peşindeyim.

Yeni kitaba başladınız o zaman…

Kaybetmeden Önce, 2019 yılı Mart ayında bitmişti. Haziran gibi yeni romana başladım. Anlatmayı istediğim çok şey, insanların bilmesini istediğim çok duygu var. Yeni roman, aynı zamanda yeni bir yolculuk demek. Zannediyorum bir sene içinde yeni romanım da bitmiş olur. Bu yeni roman açıkçası limitlerimi zorlayacak gibi görünüyor. Umarım bu romanımdan daha iyisiyle okuyucunun karşına çıkmayı başarabilirim.

Yazmak başlı başına zor bir süreçken, hele ki roman yazmak epey zor. Hele ki dil ve kurgu üzerine çok ince düşünen biri için daha zor. Roman yazma sürecinde ne gibi zorluklar yaşadınız? Yardım aldığınız yerler oldu mu?

Roman, şüphesiz disiplinli olmayı gerektiriyor. Yazma süreci boyunca bazı günler bir paragraf hatta bir satır yazdığım anlar oldu ama yine de hiç bıkmadan, usanmadan yazdım. Konuyla bağlantımı o süre boyunca hiç koparmadım. Öyle zamanlar geldi ki romanda anlattıklarımı rüyamda görmeye, hatta hayatın içindeki gerçeklikle karıştırmaya başladım. Bu süreç boyunca ailemi ve arkadaşlarımı ihmal ettim ama en son noktayı koyunca buna değdiğini anladım.

Romanı her ne kadar kendim yazsam da, özellikle hastane ve adliyede geçen sahneler için doktor ve savcı arkadaşlarımın teknik yardımları çok oldu.  

Bu yıl TRT Radyo’da haftalık bir programa başladınız. Radyo ve edebiyat her ne kadar birbirine yakın olsa da burada programa başlamanızın size katkıları ya da götürüleri oldu mu?

İşin özü itibariyle bakarsak ikisi de aynı. İkisinde de anlatıyorum. Radyoda karşımda buz dağı gibi duran bir gerçekliği anlatırken; romanda buz dağının görünmeyen yüzünü, buz dağının ardında sakladığı hisleri anlatıyorum.

Radyoda haftalık program yapmak, radyonun olduğu şehre bağımlı olmayı gerektiriyor. Her programdan sonra bir sonraki programı düşünmeye başlıyorsunuz. Bu da mesleğin cilveleri diyebiliriz ama TRT’de, o tarihi taş binada program yapmak eşsiz bir his.

Son sorumu soruyorum. Eğer seçecek olsanız, romandaki hangi karakter olmak veya hangi karakter olmamak isterdiniz.

Hangi karakter olmak istemezdim sorusuna cevabım çok net: Semih olmayı reddederdim.  

Röportaj: Gamze Koçak