Yardım: Hüzünden beslenmek şart mı?

Mehmet Nuri Yardım, "Acaba edebiyatçı hüzünden beslenmek zorunda mıdır, şiirlerin, hikâyelerin, romanların ve diğer edebî türlerin hüzünden bahsetmesi gerekiyor mu?"

ABONE OL
GİRİŞ 23.07.2009 10:57 GÜNCELLEME 23.07.2009 10:57 KÜLTÜR
Yardım: Hüzünden beslenmek şart mı?

Serap Öztuncer'in röportajı

Edebiyatçı yazar Mehmet Nuri Yardım edebiyat araştırmaları ve incelemeleri ile tanınıyor. Yeni çalışması Edebiyatımızda Hüzün adını taşıyor. Son 200 yıllık edebiyat tarihimizin keder dolu, acı ve hüzün yüklü cephesine bakmış bu sefer yazar. Mehmet Nuri Yardım ile kitap çerçeveli bir konuşma yaptık:

> Hüzün insan hayatında önemli bir yer tutuyor. Sadece neşeli yanlarımızı ele aldığımızda, hayatımızın bir ayağı topal kalmaktadır. Sizce hüzün edebiyatımızın ve hayatımızın neresinde duruyor?

> Hüzün duygusu elbette bizim hayatımızda çok önemli bir yer işgal ediyor. Sadece günlük hayatımızda değil, sanat dünyamızda, kültür âlemimizde ve edebiyat cephemizde de hüzünle iç içe yaşıyoruz denilebilir. Türkülerimize bakın, baştan sona neredeyse hüzün kokuyor. Elbette neşeli türkülerimiz de var. Ama oran olarak inceleyecek olursak hüzün ağırlıkta. Şarkılarımız da kezâ öyle. Şiirlerimiz bu ince duyguyu sırtlayıp götürmüyor mu asırlardır? Hangi şairimiz var ki melâli, hüznü, kederi, üzüntüyü, hazanı, sonbaharı, ölümü anlatmamış... Yahya Kemal'i hatırlıyoruz hemen değil mi: "Kaybetti asrımızda ölüm eski hüznünü / Lâkayt olan mühimsemiyor gamlı bir günü". Demek oluyor ki, biz aslında millet olarak hüznü severiz. Bakın Kubbealtı Lugatı'nda hüzün nasıl târif ediliyor: "Gönülde hissedilen gariplik ve burukluk, arzulanan bir şeyin elden kaçması veya istenmeyen bir şeyin başa gelmesi yüzünden duyulan tasa, üzüntü gam, keder." Sorunuza gelecek olursak hüzün, edebiyatımızın ve hayatımızın önemli bir kesitini işgal ediyor.

Hüznü edebiyatımızdan kaldırıp attığımızda geriye çok bir şey kalmayacaktır inanın.

> Edebiyatımızda Hüzün'ü okuduğumuzda gerçekten de adıyla birebir örtüşen bir eseri kaleme aldığınızı görmekteyiz. Kitap âdeta okuyucuyu içine çekiyor ve o hüznü bize canlı canlı yaşatıyor... Bu kitabı kaleme alırken ne düşündünüz, bu hikâyelerin sizin üzerinizde ne gibi etkileri oldu?

> Doğrusu bu kitap benim tabiatıma genel anlamda uygun değil. Çünkü tanıyanlar gayet iyi bilir, ben daha çok iyimser bir yapıya sahibim. Her hâl ve şartta insanın mutlaka ümitvâr olması, geleceğe olumlu bakması ve aydınlık düşünceler taşıması gerektiği kanaatindeyim. Mizacım böyle, değişmez. Fakat her insan gibi ben de zaman zaman hüzünleniyorum, kederli anlar yaşıyorum. Eh ben yaşadığıma göre başkası fazlasıyla yaşıyor demektir. Öyleyse kaçınılmaz bir  duygudur bu. Görmezlikten gelemeyiz. Bu çalışmayı yaparken hakikaten çok üzüldüğüm anlar oldu. Özellikle gencecik yaşta ölen şairler beni çok etkiledi. Ölümlerini anlattıkları şiirler ise son derece lirikti. Ama bir bakıma dünyanın faniliğini de anlatıyor bu kitap. Dünyaya körü körüne kapılmamak gerektiğini, gerektiğinde dünya zevklerinden uzaklaşabileceğimizi dile getiriyor. Bu anlamda biraz metafizik boyutu derin oldu kitabın. Fakat hiçbir bölümünde intihar eden şairleri özendiren satırlar yazmadım, bunu tasvip etmedim, aksine şairlerin ve yazarların dirayetli, güçlü, kuvvetli ve metanetli olması gerektiğini vurguladım. Bütün olumsuz şartlara rağmen ayakta dimdik durmaları gerektiğine işaret ettim.

Ölümü bekleyen hastanın ruh hali

> Kitabınızda gerçekten de birbirinden değerli edebiyatçıların hayatının bir döneminde yaşadığı hüzün hikâyelerini anlatıyorsunuz, bunların arasında sizi en çok etkileyen hangisi?

> Kitapta erken yaşta ölen şair ve yazarların veya çeşitli acıları yaşamış olan edebiyatçıların hikâyeleri elbette herkes gibi beni de çok üzdü. Bunlar arasında özellikle çok genç yaşta vefat eden Şinasi Gündoğdu, Yetik Ozan, Vehbi Kızılgün, Rüştü Onur, Muzaffer Tayyip Uslu'nun hikâyeleri insanı ister istemez çok etkiliyor.

Ama bana soracak olursanız kitapta adı geçen 154 edebiyatçıdan en hüzünlü metin, 1910'da doğan ve 1936'da veremden vefat eden Mazlum Kenan Köstekçioğlu'nun hayatının anlatıldığı bölümdür.

Mazlum Kenan adım adım yaklaşan ölümünü, şiirlerinden âdeta bize canlı tasvirlerle, bir film şeridi seyrettirircesine anlatır. Bu olağanüstü tasvir gücü onun güçlü şairliğinden kaynaklanmaktadır.

Mazlum Kenan, henüz 26 yaşında hayata veda etmeden bize nefis mısralar armağan etmiştir. Ölümü bekleyen bir hastanın ruh halini çok canlı bir şekilde bize yansıtmıştır. Aslında her şairin ve yazarın hayatı, ayrı bir hüzün yağmuru yağdırıyor üstümüze... Ama her okuyucu kendi ruh haline yakın olan edebiyatçıyı benimseyebilir. Süleyman Paralı, Muhsin Çalı isimli şairlerimizin  doğum ve ölüm tarihlerinin bilinmeyişi ve tespit edilemeyişi de ayrı bir hicran yarası değil midir?

> Mehmet Âkif Ersoy, millî ve manevî hassasiyetleri bünyesinde barındıran çok değerli bir sanatkâr, bu ülkede sanatını hakkıyla yapan insanların hak ettikleri ilgi ve itibarı görmemeleri, belli bir zamanda ekonomik sıkıntı çekmeleri sizce ne anlam ifade ediyor?

> Mehmet Âkif bu milletin has evladıdır, gönlü yüce, kararlı, cesur, inançlı, dürüst ve her şeyiyle dosdoğru bir ahlâk ve fazilet âbidesidir. Onun samimiyeti o kadar yüksektir ki sanatını bile gölgede bırakmıştır. Âkif elbette büyük bir şair. Ama önce üstün bir insan. Mükemmel bir baba. Aydınlık görüşlü bir münevver... Tabii bütün bunlarla birlikte has bir şair, köklerine bağlı bir aydın ve iyi bir insan olarak gönüllerde taht kurmuştur. Zamanında kıymeti bilinmiş midir, elbette hayır. Bilinseydi canı sevdiği kadar ülkesinden ayrılır Mısır'da yaşar mıydı? Bir çok sanatkârın kadri kıymeti bilinmemiştir bu ülkede. Tanpınar "sükût suikasti"ne uğramamış mıdır yaşarken, Cavit Ersen hepimizin gözü önünde huzurevinde beş parasız vefat etmedi mi, cenazesini belediye kaldırmadı mı? Bunlar yaşadığımız acılar. Ama şükürler olsun biraz düzelmeye başladık galiba. Artık şair ve yazarlara, sanatkârlara ve aydınlara değer veriliyor. Birikimlerinden istifade ediliyor. Bu olumlu gelişme son on on beş yıl içinde gerçekleşmeye başladı diyebiliriz.

> Size göre hüznün, edebiyatçıyı besleyen bir tarafı var mı? Ahmet Hâşim, "Melâli anlamayan nesle aşina değiliz.'' derken, iyi bir edebiyatçının mutlaka hüzünden beslenmesi gerektiğini mi ifade ediyor sizce?

> Aslında çok önemli bir konuya temas ettiniz. Acaba edebiyatçı hüzünden beslenmek zorunda mıdır, şiirlerin, hikâyelerin, romanların ve diğer edebî türlerin hüzünden bahsetmesi gerekiyor mu? Evet ben bu insanî duygunun bir şekilde edebî eserlerde yer alması gerektiği kanaatindeyim. Zira hayat sadece neşeden ibaret değildir. Hüzün de hayatın bir gerçeği ve hepimiz zaman zaman bu duyguyu yaşıyoruz. Bir yakınımızı kaybediyoruz, ailemizden, komşularımızdan, dostlarımızdan veya akrabalarımızdan birinin başına gelen bir musibet geliyor, üzülüyoruz. Bir ahbabımızın yaşadığı acı, bizi de müteessir ediyor, derin kederlere sevkediyor. Elbette toplum hayatında bizi de etkileyen böyle acılar görmüş, yaşamışızdır. Kalemi elinde olan sanatkârlar ve edebiyatçılar da bu duygularını kâğıda dökerler. Dolayısıyla bizi hayattaki diğer duygular gibi hüzün de besler. Tabiat sevgisi, vatan aşkı, bayrak tutkusu, insanî ilgiler ve diğer konular şair ve yazarları ruhen beslediği gibi kederler de, acılar da, hüzünler de bence edebiyatçıların ilham kaynağıdır. Öyle olmasaydı, edebiyatımız hüznü seslendiren binlerce edebî metin ile dolu olmazdı.

Tek anlayışım kuşatıcılık ve kucaklayıcılık oldu

> Türk edebiyatında hüznü yazarken, bu edebiyatçıları hangi kıstaslara göre seçtiniz?

> Doğrusu bu konudaki tek ölçüm, biricik anlayışım 'kuşatıcılık' ve 'kucaklayıcılık' oldu. Objektif olma endişem hep olagelmiştir. Yani herhangi bir edebî dönemi veya akımı esas almadım. Edebiyatçıların fikir dünyasını da nazar-ı itibara almadım.

Çünkü ben edebiyatın bir bütün olduğuna inanıyorum. Sağıyla soluyla edebiyat bir bütündür, bir dünyadır. Dolayısıyla 1800'lü yıllardan, Tanzimatçılardan, Ara Nesilcilerden, Servet-i Fünûnculardan başlayarak Millî Edebiyatçılara kadar geldim. Beş Hececiler, Yedi Meşaleciler ve Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatı mensupları bu kitaba girdiler. Bununla da yetinmedim 1950'den sonraki edebiyata da önem verdim. Biliyorsunuz kitapta 1970 doğumlu şairler bile var. Kısacası 19. asır ve 20. yüzyıl edebiyatçılarının neredeyse tamamını taradım ve konuya uygun olanları seçtim. Ama elbette her kitap gibi bu çalışmanın da eksikleri olabilir. O noksanlıkları da inşallah tamamlar, Edebiyatımızda Hüzün'ün yeni baskılarına eklerim.

> Bir edebiyat araştırmacısı olarak gelecek kuşaklara kalıcı eserler bırakmaktasınız. Edebiyatımızda Hüzün bunlardan bir tanesi. Biz bu kitabın öğrencilere kaynak eser olarak tavsiye edilmesi gerektiğini düşünüyoruz, siz ne dersiniz?

> Doğrusu araştırma, inceleme ve biyografi kitaplarımdan geniş kesimlerin faydalandığını duyuyor, seviniyorum. Bir çok okuyucu ile karşılaştığımda bana, "Sizin ilk okuduğumuz kitabınız Edebiyatçılarımızın Çocukluk Hâtıraları'dır. O kitaptan çok yararlandım. Hatta edebiyatımızı o kitapla sevmeye başladım" demişlerdir.

Bu kitabın devamı niteliğindeki Yazar Olacak Çocuklar da çocuklarımızın severek okuduğu bir çalışma oldu. Bazıları Romancılar Konuşuyor'a ilgi duyuyor. Şiirle arası iyi olanlar Türk Şiirinden Portreler'e bakıyor. Portre yazılarını sevenler Âşina Çehreler'i okuyor. Mizahtan hoşlananlar Edebiyatımızın Güleryüzü'ne sempati ile yaklaşıyorlar. Bununla yetinmeyenler Tarihimizin Güleryüzü'nü merak ediyor.

Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay, Ziya Osman Saba, Sait Faik Abasıyanık ve Safiye Erol Kitabı da bu edebiyatçıların hayatlarını ve eserlerini araştıranlar için bakılabilir. Kayıp İstasyon ise unutulmuş edebiyatçıları hatırlatıyordu. Bu kitapla birlikte Unutulmayan Edebiyatçılarımız günışığına çıkmıştı. Şimdi de Edebiyatımızda Hüzün, yazı dünyamızdaki acı sahneleri bir kitapta buluşturuyor. Elbette her kitap talihiyle doğar ve belli bir boşluğu doldurur. Ben Edebiyatımızda Hüzün kitabının da bu anlamda önemli bir misyonu üstleneceğini, yeni araştırmalar için bir zemin teşkil edeceğini ve bu sahada daha geniş çalışmaların ortaya çıkacağına bütün kalbimle inanıyorum.

> Bu konuşma da kitabın konusuna uygun olarak oldukça hüzün yüklü oldu sanıyorum, ne dersiniz?

> Doğrudur. Eh, Edebiyatımızın Güleryüzü'nü konuşsaydık, herhalde daha neşeli bir mülakat ortaya çıkardı. Edebiyatımızda Hüzün'ü anlatınca ister istemez bu tarzda oluyor, gülemiyor, kahkaha atamıyorsunuz. Ama ben bu durumdan şikâyetçi değilim. Çünkü bir bakıma bu kitapla denge kurulmuş oldu. İlk kitap neşe cephemizi, bu kitap hüzün yönümüzü aksettiriyor. İnsanoğlu da zaten her iki duyguyu da hayatı boyunca atbaşı yaşamıyor mu?

> Bazı gazetelerde adı konmamış gizli sansür var

 

> Siz 23 yıl fiilî olarak gazetelerde çalıştınız ve basından emekli oldunuz. Muhtelif gazetelerde muhabir, musahhih, editör, röportaj yazarı ve son olarak köşe yazarlığı yaptınız. Basınımızın kültür ve sanata yaklaşımını nasıl buluyorsunuz?

Bu konu beni efkârlandıran, açıkçası üzen bir konudur. Çünkü bizim gazeteler aslında edebiyatçılar vasıtasıyla günışığı görmüştür. İlk gazetelerimizi Tanzimat devrinin önemli edebiyatçıları yayımlamışlardır. Tanzimat, Servet-i Fünûn ve hatta Cumhuriyet devrinde basınımızın edebiyatla arası gayet iyi. Bu durum 60'lı yıllara kadar geliyor. Düşününüz ki 1950'li yıllarda Yahya Kemal'in şiirleri Hürriyet gazetesinin birinci sayfasında yayımlanıyor. Nihad Sâmi Banarlı'nın edebî makaleleri ikinci sayfada yer bulabiliyor. Ama bugün basınımız ne yazık ki sanata ve edebiyata 'kerhen' yer veriyor. Düşününüz ki bazı fikir gazetelerimizin kültür sanat sayfası bile yok. Ne kadar feci bir durum değil mi? Kültür sanat servislerinde çalışan elemanların sayısı giderek azalıyor.

Ve bir de üstüne üstlük, kültür sanat sayfası yapılan bazı gazetelerde adı konmamış bir 'gizli sansür' var. Belli bazı isimlere sayfalar kapalı, kapılar sürgülüdür.

Sızılmasın diye çifte cam, hatta çifte pencere konulmuştur prizmadan binalara. O gazetelerin ve sayfaların yöneticileri hoşlanmadıkları isimleri okuyucularıyla bir türlü buluşturmazlar.

Âdeta garip bir kıskançlık duyarlar, tuhaf ve anlaşılmaz bir tavırdır bu. Sebebini kavramak çok güç... Ama sanatın gücü  gün gelir bütün o baskıları, sınırlamaları parçalar dağıtır. Dolayısıyla bence edebiyatçılar ve sanatçılar basından gereken desteği ve ilgiyi görmeseler de çalışmalarını aralıksız devam ettirmelidirler. Aşklarını, şevklerini kaybetmemeliler. Gün gelir o çirkin sansürü uygulayanlar, yaptıklarından utanır saklanacak yer ararlar; ama sanatı ve edebiyatı hayatlarının biricik meşgalesi yapanlar her zaman saygı görmeye devam eder, onurlarıyla yaşar giderler. Edebiyatın ışıltısı, her türlü kızıl / karanlık sansürü deler geçer. Kelâmın ihtişamı, kalemin zarafeti her dem üstün, her zaman göz kamaştırıcıdır çünkü. Bize düşen araştırmak, incelemek, çalışmak ve ortaya bazı çalışmalar koymak. Gerisi  takdire kalmış...

(Milli Gazete)