İletişim Başkanı Altun'dan çok sert tepki: Bu bir savaş ilanıdır
ABD Başkanı Trump ve İsrail Başbakanı Netanyahu'nun açıkladığı sözde barış planı dünyanın gündeminde. Filistin'e karşı soykırımın amaçlandığını vurgulayan İletişim Başkanı Altun, ABD'nin bu planı açıklamasını, "Savaş ilanı" olarak nitelendirdi.
ABONE OLİletişim Başkanı Fahrettin Altun, gündeme dair önemli açıklamalar yaptı. Hürriyet gazetesine konuşan Altun, ABD'nin sözde barış ilanıyla ilgili, "Bu savaş ilanıdır" ifadelerini kullandı. Altun'un açıklamaları şöyle:
28 Aralık 2020 tarihinde ABD Başkanı Donald Trump tarafından uluslararası kamuoyuna duyurulan “Yüzyılın Planı” olarak adlandırılan 189 sayfalık planda gözünüze ilk çarpan kısım ne oldu?
Öncelikle söz konusu planın adlandırılması ile ilgili bir sorun olduğunu hemen belirtmeliyim. “Ortadoğu Barış Planı” veya “Yüzyılın Anlaşması” tabirlerinin oldukça hatalı olduğunu düşünüyorum. Planın içeriğini okudukça bunu çok net görüyorsunuz. Bize göre bu “İşgal ve İmha Planı” ya da “Yüzyılın İhaneti” olarak adlandırılmayı daha çok hak ediyor. Kavramsallaştırma noktasında itiraz da bir eylem biçimidir. Dolayısıyla öncelikle doğru kavram setlerini kullanırsak meseleyi de doğru zeminde tartışırız. Siz de fark etmişsinizdir, ilk günden beri Filistin konusunda duyarlı olan Türkiye’de ve dünyanın birçok yerinde insanlar kendiliğinden bu adlandırmayı reddettiler. Sadece bunun bile önemli bir itiraz refleksi olduğunu düşünüyorum.
"İŞGAL ALANINI GENİŞLETİYORLAR"
Size göre planda sorun olan öğeler neler?
İki tarafın müzakeresinden ziyade, tek taraflı bir dayatma var burada. Hatta ve hatta bu konuyu biraz bilenler, tek tarafın İsrail değil, Netenyahu ve çevresindeki siyasi elitler olduğunu da çok rahat göreceklerdir. Bu yönüyle baktığınızda, planın barış gündemiyle ya da Filistin-İsrail meselesinin sürdürülebilir çözümü ile hiçbir ilgisinin olmadığını görebilirsiniz. Planın tek amacının Netenyahu’nun liderlik krizini gidermek olduğu ortaya çıkıyor. ABD’nin önemli medya kuruluşlarında da iç siyasi hesaplara vurgu yapan onlarca önemli makale yayınlandı geçtiğimiz hafta boyunca. Planı hazırlayanlar, uygulanamayacağını gayet iyi biliyorlar. Tüm hedefleri, zaman kazanmak ve bu arada işgal edilen alanları genişletmektir. Barış Planı değil, savaş ilanıdır bu.
AB ülkelerinin Trump ile Netanyahu’nun bu planına yönelik tavrını nasıl değerlendirmek lazım? Türkiye ile benzer düşüncelere sahip devletler olduğunu görüyoruz.
Avrupa ve Avrupa Birliği’nin diplomasi eksenli gündemini güçlü bir şekilde masaya koymasının zamanı gelmiştir. Ortadoğu’ya yönelik artık daha sağlıklı politika geliştirmeli ve Filistin-İsrail meselesini bu yönüyle ele almalıdırlar. Zira Trump-Netanyahu’nun bu planı, küresel diplomasinin tüm unsurlarını yok ederken AB ve Avrupa ülkelerinin de alanını daraltmaktadır. Filistin meselesi, tüm bu eksiklikleri giderebilecek bir fırsattır kendileri için. Bu konuya başka hiçbir ahlaki ya da etik kaygıyla yaklaşamasalar bile, sadece uluslararası hukuku savunsalar yeterli olacaktır. Kendileri de çok iyi biliyorlar ki Ortadoğu’da krizin büyümesi ve derinleşmesi, Avrupa’da da emniyetsiz ortamı güçlendirecektir. Ortadoğu’da istikrarsızlığı besleyen her adım, AB ve Avrupa ülkelerinde de güvenlik sorununu besleyecektir.
"HİÇBİR MEŞRUİYETİ YOK"
ABD bundan önce de Filistin-İsrail meselesine dair birçok girişimde bulundu. ABD Başkanı Trump’ın bu girişiminin diğerlerinden bir farkı var mı?
İşgal ve imha planının, geçmiş anlaşmalara yaklaşımı tamamen fırsatçılık üzerine kurgulanmış. Zira söz konusu anlaşmaların barış getirmediğini ve birçok sorunu çözemediğini dile getirerek kendisine diğerlerinden farklı bir meşruiyet alanı sağlamaya çalışıyor. Özellikle BM ve BMGK ile diğer uluslararası kurumlar tarafından ortaya koyulan çözüm önerilerinin hiçbirini temel olarak almayan bir yaklaşım sergilenmiş. Bunun da ötesinde plan, BMGK kararlarını sorunun bir parçası olarak görmekte ve barışın tesis edilememesi sorumluluğunu kısmen bu kararlara yüklemektedir. Bu haliyle Filistin meselesine dair uluslararası kabul görmüş bazı metinlerin de facto olarak geçersiz kılınması söz konusu. İşte tam da bu noktada tüm dünyayı ilgilendiren başka bir sorun ortaya çıkarıyor. Plan, sadece Filistin meselesini çözümsüz kılmıyor, aynı zamanda uluslararası hukuk ve anlaşmaları, BM gibi küresel kuruluşları işlevsizleştiriyor ve değersizleştiriyor. Bu da sadece Filistin halkının sorunu değil.
Plana biraz daha detaylı bakalım. Meşruiyeti var mıdır bu planın?
İsrail-Filistin sorununu çözmekten ziyade, İsrail’in işgalini kalıcılaştırmaya odaklanmış bir planla karşı karşıyayız. Bunu da İsrail’in teo-politik maksimalist tezlerini destekleyerek gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Özellikle planın üçüncü bölümünde, barışın İsrail Devleti ile Filistinliler arasında olacağını söylemek suretiyle Filistin’i daha başında bir devlet olarak görmek yerine bir halk olarak tasvir etmişler örneğin. Tarafların katı itirazından dolayı uygulanma ihtimali olmadığı gibi, uygulama çabalarının kriz ve çatışmayı derinleştireceği aşikardır. Siyasi liderlerin sorumsuzca davranışı, dünyayı ateş atmak isteyen bir süreci başlatmaktadır. Plan uluslararası hukuka aykırı, BM ve BM kararlarına tamamen terstir. Hiçbir meşruiyeti yoktur.
"ULUSARARASI HUKUKTA ÖRNEĞİ YOK"
Planın ortaya konulan haritasına baktığımızda devlet içinde bir devlet gibi bir durumla karşılaşıyoruz. Sanki biri diğerini yutmuş gibi. Nasıl okumak lazım bu haritayı?
Haritaya baktığınızda Filistin’in topraksal varlığı yüzde 70’e indiğini görürsünüz. Filistin meselesinin en temel sütunlarından biri olarak BM 194. maddeye aykırı şekilde 6 milyon Filistinli mültecinin topraklarına geri dönüşü de bu bağlamda engellenmektedir. Ayrıca, Batı Şeria'daki mevcut yasa dışı Yahudi yerleşim yerleri ise kalıcı hale getirilmeye çalışıyor. Önerilen çerçeveye baktığınızda, dört yıl içinde kurulacak bir Filistin devletinin sınırları yönetilemez ve paramparça olarak çizildiğini görüyoruz. Bu strateji ile Filistin’e bırakılan topraklar birbirine köprü ve tüneller ile bağlanarak, yeni devletin dış ‘sınır’ kontrolü ve ara bağlantılardaki geçişler doğrudan İsrail’in kontrolüne geçmektedir. Filistin için sadece Kudüs ayrım duvarının dışında kalan kenar mahallerinde başkenti olan bir devlet öngörülmektedir. Bunun kabul edilebilir bir yanı olabilir mi? Kudüs’ün tamamı İsrail’e bırakılıyor ve İsrail’in ‘bölünmez başkenti’ olarak kabul edilmesiyle birlikte İsrail mutlak bir egemene dönüşüyor.
Planda bir Filistin devletinden bahsediliyor. Bu, olumlu bir gelişme değil mi?
Plan her ne kadar yeni ve bağımsız bir Filistin devletinden söz ediyor olsa da bunun sadece kâğıt üzerinde sözde bir bağımsızlık anlamı taşıdığının birçok kanıtı var içerikte. Bakın mesela, oluşturulması vaadedilen yeni Filistin Devleti’ne bir ordu kurma hakkı verilmiyor ve sınır güvenliği İsrail’e bırakılıyor. Filistin’in güvenliğinin ise hafif silahlı polisler tarafından sağlanabileceği söyleniyor. Ayrıca, Filistin devletinin uluslararası kuruluşlara üye olabilmesi için bile İsrail’in onayı gerekiyor. Plan her ne kadar Filistin devletinin kurulmasına izin veriyor gibi gözükse de bunu bazı şartlara bağlıyor. Bu haliyle, bütün şartların İsrail tarafından onaylanması gereken bir keyfiyetle oluşturulmuş. Yani bir devletin ordusu olmadan, hava sahasına ve karasularına hâkim olmadan, uluslararası kurumlara katılımı dâhil tüm kararlarını başka bir devlete onaylatması, egemen bir devlet anlayışı anlamına nasıl gelebilir ki? Bunun diplomaside, uluslararası hukukta ve uluslararası literatürde örneği yoktur.
"İSLAM DÜNYASINDAKİ REKABETİ ÖNE ÇIKARMAYA ÇALIŞAN BİR PLAN"
Söz konusu plan için bölge devletlerinin tepkilerine baktığımızda bir parçalanmışlık hali söz konusu. Sizce Trump yönetimi planını bu hesap üzerinden mi şekillendirdi?
ABD’nin bu girişimde izlediği stratejiyi “sert güç” ve “oldu-bitti” şeklinde değerlendirmek mümkün. Zira plan, herhangi bir diplomatik zemin ya da destek kazanma çabasından ziyade, Müslümanların zayıflığını ve dağınıklığını esas alan bir bakış açısının ürünü olarak temellendirilmiş. İslam dünyasındaki iç krizleri hassas bir şekilde değerlendirmişler ve muhtemel tüm gerilim ile itirazları İslam dünyasının içine sürüklemeyi hedefleyen bir stratejiyi takip etmişler.
BAE, Umman ve Bahreyn’e teşekkür edilmesi, Suudi Arabistan elçiliğinin plana açık desteği gibi konular bu parçalanmışlığın önemli ürünleri olarak ortaya çıkıyor. Planın Müslüman dünyada yol açtığı krizi perdelemek için, İslam dünyasının içindeki tartışmaları ve rekabeti öne çıkarmaya çalışan bir plan bu.
"DAYATMACI BU DİL BAŞARISIZ OLACAK"
ABD ve İsrail’in iletişim ve algı oluşturma konularında mahir olduklarını biliyoruz. Bu belgeler hazırlanırken kuşkusuz muhataplarına yönelik birçok detay vardır. Siz bu bağlamda planın dilini nasıl buldunuz? Hangi öğeler öne çıktı?
Burada, daha önceki Filistin-İsrail konulu ve ABD merkezli tüm müzakere süreçlerinden farklı olarak, ilk defa bir plan kapsamlı bir iletişim çerçevesinden bağımsız ve yoksun olarak ele alınmış. Destek sağlamayı amaçlayan herhangi bir anlatıya ihtiyaç duyulmamış planda.
Barış planını meşrulaştırma çabası, daha öncekilerin “etkisizliğine” dayandırılıyor. Tüm söylem “daha önce herhangi bir ilerleme kaydedilmedi. Boşuna zaman kaybedildi ve bu arada İsrail halkı teröre maruz kaldı” gibi tekrar eden mesaj şeklinde verilmiş. Planın bizzat kendisine dair bir söylem çerçevesi, argümantasyon ve İsrail ile Siyonist çevreler dışında farklı aktörleri devreye sokma çabasıyla karşılaşmıyorsunuz. Dolayısıyla dayatmacı ve uzlaşmayı reddeden bu dil, planın neden “barış planı” olarak adlandırılmayacağının ve başarısız olacağının en açık işaretidir.
Trump-Netanyahu planında dini argümanlar ve söylemler ön planda görünüyor. Bunun uluslararası siyasette bir anlamı var mı?
Hiçbir anlamı yok. Uluslararası hukuk nezdinde Filistinlilerin hukuki ve insan hakları talepleri, İsrail’in dini taleplerinden daha meşrudur. Din esasına bağlı olarak kimliklendirilecek olan İsrail’in, Yahudi olmayan, örneğin Müslüman ve Hristiyan Arapların haklarını nasıl güvence altına alacağına dair bir güvence planda yer almıyor mesela. Böyle bir durumun evrensel değerlerle, modern ve laik devlet anlayışıyla ya da uluslararası hukukla izah edilebilir bir yanı olabilir mi?
"SOYKIRIMI HEDEFLİYORLAR"
Kudüs’ün statüsünde durum nedir?
Kudüs konusundaki BM kararlarına ve Oslo’ya rağmen plan, Kudüs’ün bölünmezliğini öngörüyor. Şehri tek parçalı haliyle İsrail’in egemenliğine dahil etmişler. ABD buna dayanak olarak ise 1995’te yayınladıkları Kudüs Büyükelçiliği kararını göstermiş. Yani kendi kararlarını İsrail’in Kudüs’teki hâkimiyetine gerekçe olarak sunmuşlar. Uluslararası hukukta bunun hiçbir değeri ve karşılığı yoktur.
Bir de şunu söylemeden geçemeyeceğim. Plan, Harem-i Şerif’in statüsünü ve ibadet özgürlüğünü bir İsrail icadı olarak aktarıyor. Oysa herkes biliyor ki eski şehirde Osmanlı statükosu devam ediyor. Osmanlı zamanından bu yana Yahudiler Ağlama Duvarı’nda, Hristiyanlar kiliselerinde ve Müslümanlar da Mescid-i Aksa’da ibadetlerini özgürce yapabilmektedir. Ancak İsrail, keyfi olarak Harem-i Şerif’e hangi yaşta Müslümanların girebileceğini belirleyerek aslında bu statükoyu çiğniyor. Kudüs’ün çok dinli yapısı yok edilmek isteniyor ve aslında bir kültürel soykırım hedefleniyor.
"BU SAVAŞ İLANI"
Planın hayata geçmesi mümkün mü sizce?
Plan, hazırlanma tarzı, içeriği ve önerdiği model yüzünden başarısız olmaya mahkumdur. Planla birlikte 242 ve 338 sayılı kararlarla BM ve BMGK tarafından kabul gören iki devletli çözüm ihtimali masadan kaldırılmak isteniyor. Planı hazırlayanlar da uygulanamayacağını gayet iyi biliyorlar. Zira plan uygulanabilirlik üzerine değil, Filistinliler ve Müslümanlar için “kabul edilememezlik” üzerine kurulmuş. Baskıyla da olsa Filistinlilerin bu planı kabul etmeyeceği, planın hazırlayıcıları tarafından bilindiğinden dolayı Filistinli taraflar süreçten tamamen dışlandılar. Bunun İsrail açısından şöyle faydalı bir hesabın sonucu olduğu da ortada. İsrail “planı (barışı) reddeden Filistinliler” söylemini işgalini daha da derinleştirmek, tek taraflı ilhaklarına uluslararası meşruiyet kazandırmak ve hatta ABD’nin doğrudan askeri yardımını (Gazze’ye karşı) celp etmek için kullanacaktır. Planın içeriğinden denklemin, Filistinlilerin kabul etmesi üzerine değil kabul etmemesi üzerine kurulduğu anlaşılmaktadır. Tüm hedefleri, zaman kazanmak ve bu arada işgal edilen alanları genişletmektir. Bir kez daha altını çizerek söylüyorum; barış planı değil, savaş ilanıdır bu.
"FİLİSTİN'İN GÜVENLİĞİ İSRAİL'İN İNSAFINA TERK EDİLİYOR"
İsrail tüm stratejisini güvenlik üzerinden şekillendiren bir devlet. Bu özelliğini söz konusu planda ne kadar görüyoruz?
Plan, İsrail devletinin güvenliğini önceleyen bir güvenlik mimarisi oluşturmayı hedeflemiş. Filistin devletinin ve halkının güvenliğini tamamıyla İsrail’in inisiyatifine ve insafına terk ediyor. Söz konusu güvenlik mimarisinin hayata geçmesi için topraksal sürekliliği olmayan bir Filistin devletine ihtiyaç duymuşlar. Buna göre İsrail, istediği zaman istediği gerekçeyle askeri, polisiye ve istihbari düzeyde müdahale hakkına kavuşabiliyor. Öte yandan öngörülen güvenlik mimarisi bağlamında Filistinli her türlü oluşumu, organizasyonu ve siyasi partiyi de İsrail’e mutlak tehdit olarak tanımlıyorlar.
ABD bu planın uygulanması noktasında nasıl bir hak görüyor kendinde?
Planda bu nokta da dikkatlice işlenmiş. İsrail’in güvenliği söz konusu olduğunda ABD’nin başka hiçbir devlete veya uluslararası kuruluşa başvurmadan İsrail’in güvenliğini sağlayacak bütün gereksinimleri yerine getirileceği ifade edilmiş. Böylece ABD herhangi bir durumda uluslararası hukuku askıya alacak şekilde İsrail lehine müdahalede bulunabileceğinin zeminini ortaya koyuyor. Bu, uzun zamandır Trump yönetiminin gündeminde tutulan ABD-İsrail savunma anlaşmasının hayata geçirilebileceği izlenimini güçlendirmektedir.
HEDEF FİLİSTİN'İN NÜFUZSUZLAŞTIRILMASI
Filistin konusunda yıllardır çözülemeyen bir başka konu da Filistinli mültecilerin geri dönüşü meselesi. Bu konu planda nasıl yer alıyor?
İsrail’in kurulması ve daha sonraki işgaller sırasında evlerinden sürülen Filistinlilerin geri dönüş hakkı, Filistinlilerin barış görüşmelerinin ön koşulu olarak uzun zamandır sahip oldukları bir haktı. Yeni sunulan işgal planı ile mültecilerin geri dönüşünü mümkün kılacak bir düzenlemenin yapılmadığı anlaşılıyor. Bu anlamda mülteci sorunun çözülmesine dair bir çözüm önerisi de yok. Büyük ölçüde bu yaklaşımın demografik dinamikler düşünülerek İsrail’e dezavantaj oluşturmaması için böyle ortaya konulmuş. Zira yaklaşık 6 milyona yakın yerinden edilmiş Filistinlinin geri dönmesi, İsrail devletinin nüfus derinliğini Araplar lehine kaybetmesine neden olacaktır. Plan Lübnan, Ürdün ve Mısır’da yaşayan Filistinlilerin bulundukları devletlerde vatandaşlık alabilecekleri ekonomik bir program öngörmekle birlikte Filistin’in topraksızlaştırılmasına ek olarak nüfussuzlaştırma hedefini de net bir şekilde ortaya koymaktadır. Dolayısıyla mültecilerin haklarından feragat etmek zorunda oldukları, hiçbirinin İsrail işgali altındaki evlerine dönmelerine müsaade edilmeyeceği ve Filistin’e dönmek isteyenlerin de İsrail’in onayına bağlı olacağı durumu ile karşı karşıyayız.
"ASLA TANIMIYOR VE KABUL ETMİYORUZ"
Türkiye’nin bu konudaki tavrını nedir? Uluslararası alanda nasıl girişimlerde bulunacağız?
Cumhurbaşkanımız bu plan ortaya çıktıktan sonra değil, yıllardır Filistin meselesinde çok net bir duruş sergiliyor. Çünkü Filistin meselesine ilkesel yaklaşıyoruz ve bu planı da işgal edilen Filistin topraklarının ilhakı olarak görüyoruz. Cumhurbaşkanımız açıkça ifade etti. Görünürde iki devletli çözümü kabul eden, ama esasta Filistin’i tümüyle yok eden ve Kudüs’ü tamamen gasp eden bu planı asla tanımıyor ve kabul etmiyoruz. Daha önce de birçok defa vurguladığımız üzere, Türkiye, Filistinliler tarafından kabul edilmeyecek hiçbir girişimi desteklemeyecektir.
Planın açıklandığı ilk günden beri tüm bölgesel ve uluslararası girişimleri de destekleyen çalışmaların içerisindeyiz. Cumhurbaşkanımız lider diplomasisi çerçevesinde tüm girişimleri yürütüyor. Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ile bir görüşme gerçekleştirdi ve tüm çabalarına destek olacağını iletti kendisine. Planın dünya kamuoyuna doğru anlatılması ve esas niyetin ortaya çıkarılması konusunda girişimlerimiz olacak. Abbas’ın bu konudaki diplomatik ve hukuki tüm girişimlerinde birlikte hareket etme sözü de ayrıca verildi kendisine. Yine aynı şekilde Hamas Siyasi Büro Şefi İsmail Henniye ile de İstanbul’da bir araya geldi Cumhurbaşkanımız. Ayrıca, bu plan gündemli olarak Cidde’de yapılacak toplantıya Dışişleri Bakanımız katılıyor. Cumhurbaşkanımız bu toplantıya katılımın yüksek olması için de çaba gösteriyor. Umuyoruz ki bu işgal ve ilhak planı, bazı Arap ülkelerinin artık gerçekleri görmelerine vesile olur.
Bir kenetlenme hali oldu bu konuda ülkemizde, bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Biliyorsunuz TBMM’den konuyla ilgili ortak bir tepki metni geçti. Tüm siyasi partilerimizin siyasi farklılıklarını bir kenara bırakarak çok net bir şekilde ortaya koydukları bu duruş, elbette diplomaside elimizi güçlendiren en kıymetli hususlardan biri olacaktır. Bunun diğer ülkelere de örnek olacak şekilde yayılması da ayrıca değerlidir. Bu işgal planını, barış planı olarak sunma cüretinin İslam dünyasının bir arada durmamasından kaynaklandığını gerek yöneticilerimiz gerekse de milletimiz çok iyi bilmektedir. Bu planı bölgedeki tüm darbe ve işgal girişimlerinden bağımsız da düşünmüyoruz. 15 Temmuz darbe ve işgal girişiminde payı olanlar, Mısır’da başarsalar da Filistin’de başaramayacaklar. Bu plan başarısız olmaya mahkumdur. Çünkü iç siyasi hesaplarla alelacele, iyi düşünülmeden kotarılmak istenen bir çalışmadır.