Yazar Neşe Karakaya'dan 2 yeni kitap ve söyleşi
Yazar Neşe Karakaya, "Son Sığınak Orm" ve "Kayıp Bilgiler Krallığı" adlı iki yeni kitap kaleme aldı. Karaya, yeni kitaplarla ilgili dikkat çeken bir söyleşi gerçekleştirdi.
ABONE OLYazar Neşe Karakaya, "Son Sığınak Orm" ve "Kayıp Bilgiler Krallığı" adlı iki yeni kitap kaleme aldı.
"Kayıp Bilgiler Krallığı" kitabının Irak'ın Bağdat şehrinde "Bilgelik Evi" olarak bilinen tarihte çok ünlü bir Beytül Hikme kütüphanesinde geçtiğini belirten Karakaya kitaplarıyla ilgili Abdülkerim Lale ile sayfa aralarında yolculuğa çıkaran bir söyleşi gerçekleştirdi.
İşte Yazar Neşe Karakaya'nın iki kitabıyla ilgili söyleşisinin tamamı;
Merhaba Neşe Hanım, öncelikle bize biraz kendinizden bahseder misiniz?
Merhaba. Neşe Karakaya. 1989 Kastamonu, Taşköprü doğumluyum. Dört kardeşin en büyüğüyüm. Taşköprü Anadolu Lisesi’nde okudum ve akabinde Hacettepe Üniversitesinden mezun oldum. Evli, 4 çocuk annesi, memur ve yazarım. Hobilerim de çocuklardan önce ve çocuklardan sonra olmak üzere çok değişti; o yüzden o alana hiç girmeyeyim... Ama hayal kurmayı kendimi bildim bileli çok severim.
Her okurun merak ettiği temel bir soruyla başlayalım o hâlde Neşe Hanım. Yazarlık serüveniniz nasıl başladı? Ya da buradan yola çıkarak yazar olunur mu, yazar doğulur mu mesela?
Yani ben kendime yazar derken çok çekiniyorum aslında. Bu yolda yürümek için gayret eden biriyim dersek daha samimi bir yaklaşım olur belki. Çünkü henüz bu yolun çok başındayım. Ama yine de dilim döndüğünce sorunuzu cevaplamaya çalışayım.
Çocukluğum çok güzel bir köyde geçti benim. Henüz yeni harfleri öğrenen bir çocukken de ineklerimize, köpeklerimize çok şiir yazardım. Kuzenim her yaz Ankara’dan gelirdi. Ona mektuplar yazardım mesela. Dedemi ve annemi arka arkaya kaybedince de kitapların ve defterlerin dünyasına daha çok sığındım sanırım. Ortaokulu yatılı okudum ve bir senede üç ajanda günlük bitirdiğimi hatırlıyorum. Çok sosyal bir çocuktum ama kimseye göstermediğim gizli, sessiz bir yönüm de hep vardı. Lisede kompozisyon yarışmalarında hep dereceye girerdim ve bu beni acayip motive ederdi. Sağ olsunlar öğretmenlerim de beni o dönem çok desteklediler. Üniversite döneminde biraz fazla sosyaldim. Çok üzülerek söylüyorum ki o dönemim biraz kitaplardan uzak geçti. Ama şimdi ardıma bakıyorum ki o dönemde de insanları okumayı öğrenmişim aslında. Sonrası zaten Konya’ya yolumuz düştü. Çocukların doğumuyla beraber daha çok evde kalmaya başladım. Bu aynı zamanda benim için daha çok okumak ve yazmak demekti. Çünkü yazmak için biraz inziva gerekir. İnsanın kozası kendi içindedir. Orada büyütür en çok kendini. Bir dönem Mevlana İdris Hocamla yollarımız kesişti. Çeto’da yazdım. Aslında hiç yazar olmak gibi bir hayalim olmadı yıllarca ama sonrasında kurduğum soyut hayaller yavaş yavaş bir kitaba dönüştü. Bu da Allah’ın bana bir hediyesiydi.
Sizi en çok hangi kaynaklar besliyor?
Çocuklarım ve çocukluğum. Yani bu sadece çocuk edebiyatı alanı için değil. Zaten ben yıllarca şiir, öykü ve deneme yazmaya çalıştım. Kitaplarımın ilk gençlik romanı olarak çıkması tamamen nasip işidir. Hâlâ bir öykü, şiir okurken içim akar. İster yetişkinler için öykü ister masal yazın; safiyane bir çocuk gözüyle hayata bakmanız gerekiyor. Çocukluğunuza bol bol inip çıkmanız gerekiyor. Bunlar beni çok besler gerçekten. Tabii iyi gözlemci olmak ve yazma rutini oluşturmak de çok mühim.
Ne zamanlar yazmayı tercih ediyorsunuz, ya da ilham periniz hangi vakitler uğruyor?
Dört çocukla hayat o kadar yoğun ve karmaşık ki… Çocuklarımın uykuda olduğu her an yazabilirim. Yazmam için sadece sessiz bir ortam yeterli. Hatta ikinci kitabımı bir Ramazan ayında geceleri sahura kadar uyumayarak yazmıştım. O kadar gizli yazmışım ki kitap çıkınca eşim ve çocuklar şok oldu. “Ne yani anne, bu gerçekten senin kitabın mı?” sorusu evde yankılanıp durmuştu…
İlk kitabınızdan biraz bahseder misiniz?
Tabii ki. İlk kitabım “Kayıp Bilgeler Krallığı- Biruni ve Elma Kurdunun Maceraları”. Olay Bağdat şehrinde Bilgelik Evi diye de bilinen tarihte çok ünlü Beytül Hikme kütüphanesinde geçiyor. Başkahramanımız sonradan kitap kurduna dönüşecek bir elma kurdu ve çocuk Biruni. Halife Harun Reşid dönemini üniversitede Kültür Tarihi dersinde Bülent Yılmaz hocamdan dinlemiştim. O dersi günlerce kafamda bir animasyon gibi oynattığımı hatırlıyorum. Kitapların ve kütüphanelerin zirve yaptığı bir dönem. Müslümanların nice âlimler yetiştirdikleri, övünç kaynağımız olan bir dönem. Bunu bütün çocukların bilmesi gerek diye düşünmüştüm. Zaten en sevdiğim iki mekân camiler ve kütüphanelerdir. Böylece o dönemin âlimlerini ve yaptıkları keşifleri hikâyeleştirdiğimiz böyle bir kurgu ortaya çıktı. Hatta devamını da yazmaya başladık lakin olumsuz hava koşulları nedeniyle yarım kaldı. Malum çocuklar…
İkinci kitabınız da bundan çok çok farklı sanki. Bambaşka iki dünya.
Evet. İlk kitabım geçmişi anlatan tarihi roman tarzında ama ikincisi tamamen geleceğe yönelik. Fantastik-distopya diyebiliriz. İsmi “Son Sığınak-Orm”. Bahsettiğim gibi benim çocukluğum köyde geçti. Tohumun, toprağın içinde büyüyen bir çocuktum. Bugün hepimizin sofrasından eksik olmayan yapay gıdalar ve GDO’lu ürünler meselesi beni bir hayli üzüyordu. Çünkü ben gerçek karpuzun, gerçek domatesin, gerçek tereyağının ve ekmeğin kokusunu, tadını bilerek büyüdüm. Bir de bizim nesil öyle bir nesil ki hem bozulmamış gıdalara hem de bozulmuş gıdalara en çok biz maruz kaldık. Çok farklı bir geçiş dönemi nesliyiz biz. Belki 6-7 yaşlarındaydım ama çok iyi hatırlıyorum. Buzdolaplarımız tereyağı dolu olurdu çünkü çok ineğimiz vardı ama teyzemler pasta yapmak için Sana yağı alsın diye dedeme yalvarırlardı. Yani bütün bunları düşündüğümde bi kandırılmışlık hissi almıştı beni. “Etrafımızdaki besinler hep GDO’lu. Yerli tohumlarımızı sıkı sıkı korumalıyız” sancısı çekmeye başladığımda da bu kitap doğdu işte. Kitapta elde kalan son bir avuç yerli tohum başkahramanımız tarafından kurtarılmayı bekliyor. Tabii biraz dünya tarihi ve kapitalizm eleştirisi de var bu kitapta. Yapay ışıklar altında gece gündüz yumurtlamak zorunda kalan tavuk Leafie, kozmetik sektöründen kaçan beyaz kobay fare, petrol atıklarıyla zehirlenen martı ve onun yavrusunu büyüten kedi… Hepsi kitabıma misafir oldu, sağ olsunlar.
Bu kitabın Kudüs’te bitme nedeni nedir? Yani GDO, iklim değişikliği, yerli tohumlar, dünya tarihi, tüketim kültürü gibi meseleleri nasıl Kudüs’e bağladınız?-
Bütün bu meseleler aslında insanın tarihiyle alakalı. Çoğu birbirini doğuran şeyler. Kitabın sonunda da kurgu bitiyor ama yerli tohumlar yeniden çimleniyor ve sıfırdan bir hayat başlıyor. “Yeryüzünde yeniden bir hayat başlasa nerede başlardı acaba?” diye çok düşündüm. Kudüs’e hiç gitmedim ama hep kalbimi titreten bir şehir olmuştur. Kalbimin sesini dinledim ve kalemim Peygamberler Şehri Kudüs’ün adını yazdı.
Özellikle çocukların bu kitaplarda neyi bulmasını hedeflediniz?
İlk kitabımda asıl hedefim, sadece kitap okuyanlar değil, kitapla beraber kâinatı da okuyanlar kazanacak mesajını verebilmekti. Bilim tarihine baktığımızda bunun en güzel örneği de Bağdat’tır, Semerkant’tır, Endülüs’tür. Matematik ve fizik, Allah’ın kâinatı bu kadar muazzam yaratmadaki şifresidir aslında. Müslüman âlimler, yani kitabın diliyle Bilgelerimiz, bu sırrı asırlar önce keşfetmişler ve kendi asırlarında bugüne bile ilham olacak kitaplar ve keşifler ortaya koymuşlardır. Oysa günümüzde matematik çarpmalı bölmeli problemlere, fizik-kimya ise gerçek hayattan kopuk formül ezberlerine dönüştü sanki. Acaba matematikten önce matematik tarihi ve matematik-evren ilişkisi mi kavratılmalı çocuklara, diye çok düşünürüm mesela. Özellikle ilk kitabımda bunu çok vurgulamıştım.
İkinci kitabımda ise asıl amaçladığım şey dünyanın geleceği ve insanların hep tüketim odaklı yaşamalarının vereceği zarar üzerineydi. Bir kırmızı alarm moduna geçip kendimize çeki düzen vermezsek çok sert bir kayaya toslayacağız. Şu anda 30’lu yaşlarda olan bizim neslimiz hâlâ orman yangınlarını, boşa akan suları, yapay gıdaları önemsemeden yoluna devam ediyor. Ama bizim çocuklarımızda bu değişmek zorunda. Yoksa maalesef ki “Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde insanlar paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.”…
Medeniyet ve bir medeniyete aidiyet çocuklarda nasıl oluşturulabilir? Bu konuya kitaplarınızda nasıl dikkat çektiniz?
Bu çağın çocukları çok farklı. Özgürlük ve aidiyet anlayışları da çok farklı. Tabiattan koparılmış bir ruh hırçın ve asidir çünkü. Tabiata ve kendi ruhuna dönen insan yavaş yavaş yumuşamaya başlar. Bu ruhlarda aidiyetin oluşması için de önce bir şeyden etkilenip o şeyi sevmeleri gerekir. Ben aslında bu etkileşim bağını kurmaya çalıştım yazdıklarımla. Bağdat’ı merak etsinler istedim. Bunu anlatırken de birçok yerde uçtum, kaçtım; fantastik ve hayali ögelerden bolca yararlandım. Zaten insanın kendine dönüş yolculuğu da biraz fantastik değil midir? Kur’an kıssaları bunun en açık örneği. Asırlar önce Bağdat’ta takma kanatla bir adamın uçtuğunu bilen bir çocuk bu hikâyeden etkilenir. Merak eder, araştırır ve öğrendikçe sever. Kendi tarihiyle bir bağ kurar. Ve aidiyet adım adım kendiliğinden oluşur. O altın çağda bulduğumuz ilim bizim yitik malımızdır. Yavaş yavaş oluşan o sevgi bağı ve aidiyet, o merak; yitik hazinemize kavuşma yolculuğunda bir harita gibi çocuklarımızın kalbine yol gösterecektir.
Bir öğretmen bu kitapları öğrencilerine tavsiye etmeli mi? Evet diyorsanız neden?
Artık çocuklar tamamen mizah ve macera merkezli okuma yapmak istiyor. Hız çağında büyüyen çocuklara bir meseleyi iki sayfa boyunca anlatamazsınız. Çocuk onu okumaz. Çocuk aşırı didaktik, durağan, ezberci metinlerden kaçıyor. Ben kendi oğlumda da bunu çok gözlemliyorum. Ama biz ebeveynler ya da öğretmenler çocuk okurken de bir şeyler öğrensin istiyoruz. Ve artık hepimiz biliyoruz ki çocuğa verilen bilinçaltı mesaj, bilinçüstü mesajdan çok daha kıymetli ve kalıcı. Ben de yazarken buna çok dikkat ettim. Mesaj kaygısı yüksek biriyimdir ama yazarken hep asıl vermek istediğim şeyi mizah ve macerayla harmanlayarak yazdım. Çoğu bölümü sanki bir animasyonun içindeymiş gibi canlandırarak yazdım. Çocuğun gözüne sokmamaya çalıştım. Ayrıca iki kitabı da metin bittikten sonra etrafımdaki arkadaş, akraba ve kendi çocuklarıma okutmuştum. Onlarda nasıl bir tat bırakıyor? Heyecanlanıyorlar mı? Tekrar okumak isterler mi? Bu süreç ve gelen yorumlar çok olumluydu. Hatta bir solukta okuyanlar vardı. Bu yüzden öğretmenlerimize de velilere de içim rahat bir şekilde, “Test edildi, onaylandı; okuyun okutun” diyebiliyorum.