Sayar: Yaradan sızan ışıkla aydınlanıp büyümeyi başarmalıyız

Samsunsonhaber yazarı Ayşegül Asal, Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Kemal Sayar'la konuştu. Asal, Sayar'la yaptığı konuşmayı köşesine taşıdı.

ABONE OL
GİRİŞ 04.01.2021 12:44 GÜNCELLEME 04.01.2021 13:14 KÜLTÜR
Sayar: Yaradan sızan ışıkla aydınlanıp büyümeyi başarmalıyız

Samsunsonhaber yazarı Ayşegül Asal, Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Kemal Sayar'la konuştu. Asal, Sayar'la yaptığı konuşmayı köşesine taşıdı:

 

 

Anı yaşamak hep duyduğumuz bir söylemdir hatta artık klişe olmuştur bizim için. Ancak hala bunu tam anlamıyla uygulayamadığımız da bir gerçektir. Ya geçmişin sıkıntılarına bir demir atarız ya da gelecek kaygısı ile yolumuza istediğimiz gibi devam edemeyiz. Hep bir aydınlanma bir mucize olsun da herşey yoluna girsin diye boş umutlara kapılıp bekleriz. Bu bizi daha fazla yorar, içimizi karartır ve sonunda hayata küserken buluruz kendimizi…

Ama Kemal hocam bu duruma öyle naif bir dille çözüm(ler) getiriyor ki siz ‘bu kadar kolay mıydı?’, ‘bunun çözümü buymuş meğer’ derken yakalıyorsunuz. Bize doğru yöntemlerin neler olduğunu ve aslında anı yaşamanın, şükretmenin, ümitvar olmanın ve tevekkül etmenin oldukça kıymetli olduğunu gösteriyor kitaplarında, sunduğu programlarda, yazılarında ve takındığı hal tavrıyla… Ve en önemlisi de bunu yaparken piyasadaki pek çok kişisel gelişim kitaplarında geçen o ütopik çözümleri sunmuyor. Gerçekleri gösteriyor!

 

 

Kendisini ilk kuzenim keşfetmişti. “Ayşegül Kemal Sayar’ı muhakkak dinle, bu hoca bir harika, gerçekten aydınlanma yaşadım ” deyince araştırdım hemen. Hocamız Türkiye’nin entelektüel seviyesini yükselten o kıymetli ve nadide insanlardanmış meğer. Kendisinin başarılarını yazsam hayli uzun sürer. Günümüzde halen Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi psikiyatri anabilim dalı başkanlığı yapan Prof.Dr. Kemal Sayar, aynı zamanda pek çok kitabın da yazarı. ‘Ruhun Labirentleri’ ve ‘İnsanlık Hali’ programları ise onun ortaya koyduğu pek çok eserin sadece bir kısmı.

Engin bilgi birikimini beni kırmayarak paylaştığı ve bana da aydınlanmalar yaşattığı için kendisine teşekkürü borç bilirim. 

İki bölümden oluşan bu sohbetin ilk bölümü ile size de şimdiden iyi aydınlanmalar…

Hocam pandemi dönemini çok hızlı yaşıyoruz. Gündem çok hızlı değişiyor. Var olan ölümleri sindiremeden başka ölüm haberleri alıyoruz. Böylesi bir hız çağındayken yavaşlayarak içimize dönmeyi ve kendi Hiramızı yaratmayı nasıl başaracağız?

Enformasyonun, görüntünün, tüketimin, her türlü dolaşımın hızlandığı bir çağı uzunca bir zamandır yaşadığımız doğru. Tüm bir teknoloji, ekonomi ve yaşam kültürü, insanın içsel dünyasını da bu hızlı tempoya ayak uydurmaya zorluyor. Geriye düşenlerin, tıknefes kalanların makbul sayılmadığı bu yeni dünyada duraksamak, teenniyle düşünmek, sindirerek  hissetmek ve yaşamak hem bir lüks hem de bir zaafiyet. 

Aslında pandemi de, böyle bir dünya sayesinde var olabildi. İşgal ve ilhak ettiğimiz tabiat ve diğer canlıların dünyasının riskleriyle karşılaşmamız insanın sınırsızca var olma ihtirasının bir sonucu. Bunun yanı sıra bu risklerin geleneksel dönemde olsa endemik veya kısıtlı ölçekte kalacak tesirlerini dünyaya taşıyan dolaşım hızı sayesinde çok kısa bir süre içinde hastalığın ulaşmadığı ülke kalmadı dünyada. İlginç şekilde pandeminin hıza endeksli bu tasavvur ve yaşam biçimini sekteye uğrattığını görüyoruz.

BİR YIL BOYUNCA HIZLI ŞEKİLDE DEĞİŞEN TÜM DİĞER GÜNDEMLERDEN ÇOK DAHA ÖNEMLİ VE İSTİKRARLI ŞEKİLDE ANA GÜNDEMİMİZ BU PANDEMİNİN ETKİLERİ, KORUNMA VE TEDAVİ ŞEKİLLERİ, HAYATLARIMIZI NASIL BİR DÖNÜŞÜME UĞRATTIĞI.

Hem pandemide yitirdiğimiz yakınlarımız, tanıdığımız insanlar hem de bir başka ağır kayıp olarak eski yaşam biçimimiz bizleri süreğen şekilde ağır bir yas ikliminde yaşatıyor. Özellikle büyük kentlerde insanlar apartman dairelerine sıkışmış şekilde yaşıyor bir yıla yakın bir süredir. İşi gereği evinden çalışma imkanına sahip olmayanlar ise bir ölüm kalım savaşı yürütürcesine ağır baskı altında yaşıyorlar. Tüm bunlar, normal şartlar altında insanda tekamül ve yetkinleşme yönünde bir değişim başlatabilecek yavaşlama hatta durma sürecine soktu hayatlarımızın ritmini.

Ancak bu yavaşlama bir tercihin sonucu olmadığı için, neticelerinin de olumlu etki yaratması  bir yana, insanlarda daha fazla kaygı, depresyon ve başka ruh durum bozukluklarının artışıyla seyreden bir tabloya yol açtı. Tüm ruh sağlığı uzmanları bu ağır tabloyu şimdiden gözlemleyebiliyor ve etkileri daha bir süre de devam edecektir.

UMUDUN KORUNABİLMESİ HALİNDE SABRETMEK HEM DAHA KOLAY HEM DE RUHUMUZU BESLEYEN BİR ETKİNLİK HALİNE GELECEKTİR.

Bizim içsel dünyamızı bu metazori kapatılmaya uyarlamamız farklı bir yaklaşım tarzı geliştirebilmemize bağlı. Her şeyden önce umut etmek gerekiyor. İnsanlığın bu türden badireleri  daha önceden de birçok kere aştığını biliyoruz. Yine aşacağız inşallah, aşı çalışmalarının başarıyla sonuçlanması, bu umudumuzu daha da güçlendirdi. Umudun korunabilmesi halinde sabretmek hem daha kolay hem de ruhumuzu besleyen bir etkinlik haline gelecektir. Pandemiden çıkışta, daha önceki hayatımıza göre daha derin ve daha genişlemiş bir benlik olmalı hedefimiz. Bizi daha aşkın anlamlar peşinde ve halden anlayan insanlar kılmalı bu ağılaştırılmış zamanda edindiğimiz ilgiler. Ruhumuzu ve zihnimizi, bedenimizi esir alan bu ataletten korumamız gerekiyor. Hem sevdiklerimizle başka yöntemlerle de olsa irtibatımızı sıkı tutarak hem sanatsal, ilmi çalışmalarımıza odaklanarak, kendimiz için yeni alakalar keşfederek, müteal olana yönelerek içsel dünyamızı zenginleştirmemiz mümkün. Tüm bunlar, sadece ruh sağlığımızı değil, bağışıklığımızı ve bedensel sağlığımızı da daha güçlü kılacaktır.

Hocam ‘Egosistemden ekosisteme geçmeliyiz’ diyorsunuz. Bu sözünüze özellikle değinmek isterim.

İnsan, modern dönemde icat edildiği şekilde “birey” olmanın çok ötesinde bir canlı. Hem canlı bir organizma olan toplumun, kendi muhitinin bir bileşeni hem de çok daha geniş ölçekte devinen bir tabiatın. Kimliğimiz, benlik algımız, ideal benliğimiz bizi yetiştirip büyüten insanlarla etkileşimimizin bir neticesi olmakla kalmıyor, yaşadığımız her tecrübe kişiliğimizi hem psikolojik planda hem de beyinde yeni sinir bağlantıları oluşturarak zihinsel yetenekler planında sürekli yeniden ve yeniden inşa ediyor.

TABİATTA OLUŞTURDUĞUMUZ HER TAHRİBAT BİR BUMERANG GİBİ DÖNÜP BİZİ VURUYOR

Kapımızda büyük iklim krizleri, kuraklık, yeni pandemi riskleri bekliyor. Son üç yüzyılda doymaz bir iştahla, ilerleme dini adına yaptıklarımız, türümüzü bu gezegenden silme tehdidiyle karşı karşıya bırakıyor. Hem gemisini kurtaran kaptan gibi bireysel bir kurtuluşun hem de türümüzü kayırarak sonsuz konforlu bir dünyanın mümkün olmayacağını fark ediyoruz.

İnsan dolaşımının bu kadar hızlı ve yoğun olduğu bir dünyada, risk bir adım ötemizde. Başkalarını gözetmek, kendimizi gözetmek manasına geliyor bugün; ve tabiatı, diğer canlıları korumak da sevdiklerimizi kollamak.

IŞIK YARADAN SIZIYOR

“İnsan yaralandığı yerden aydınlanmaya başlar. Nereden hasar aldığımızı iyi görebilirsek düştüğümüz yerden daha iyi doğruluruz.” sözünüz beni çok etkiledi.

Evet, ışık yaradan sızıyor. Şifa her zaman bir mahzunluğun, eksikliğin, yoksunluğun içinde büyüyor. Acılarımız ne kadar derin oyuyorsa içimizi, sevinçlerimiz ruhumuzda o kadar yer dolduracak.

İnsan bilincinin, hüsranla ve acıyla ilişkisi her şeyden daha yoğun gibi görünüyor. En önemli ve en kalıcı dersleri bize acı veren olaylar sayesinde öğreniyoruz. Travma sonrası büyüme insan gelişiminin motoru gibi. Ancak bu her durumda mümkün olmuyor maalesef; travmalarını aşabilen, acılarının kendinde yarattığı değişimi, onun nedenlerini fark edebilen, yaradan sızan ışıkla aydınlanıp büyüyebilen insanlar başarıyor bunu. Yoksa sürekli bir kurban yahut mağdur halet-i ruhiyesiyle kendi zihninin zindanlarında da tutsak kalabiliyor acı çekmiş insanlar.

Istırap çekmiş olmak, başkalarının ıstıraplarına karşı da bizi daha hassas ve anlayışlı kılıyor. Bu ruhsal gelişim sayesinde daha güçlü olmakla kalmıyoruz, başkalarına acı çektirmekten kaçınan daha iyi insanlar da oluyoruz.

Hepimiz kendimizi iyi hissetmek isteriz ve bu yüzden bizi mutlu edebilecek pek çok  hazzın peşinden koşarız. Ancak iyi hissetme olgumuz eksilince kendimizi yargılar ve daha çok mutsuz oluruz. Özdeğersizlik böyle mi başlar hocam?

Hedonik adaptasyon, insanın süreğen bir mutluluk yaşamasına engel olan bir mekanizma. İstediğimiz şeylere kavuşmanın hazzını kanıksıyoruz kısa bir süre sonra. Güzel şeylere kavuşmanın verdiği umut, bunlar için harcanan emek, zaman ve gayret, insanları bunları elde ettikten sonraki mutluluk süresine ve miktarına göre çok daha fazla mutlu ediyor. Bu yüzden, kavuşmanın asla bitmeyeceği şeylere hasretmek gerekiyor arayışımızı.

Mal- mülk, makam-mansıb, statü ve prestij arzusu hem yarattığı rekabet ve hırsla ruhumuzu çürütüyor hem de insan olarak tekamülümüze hiçbir hayırlı katkı sunmuyor. Çünkü dışsal bir motivasyon kaynağına bağlılar.

BAŞKALARININ ONAYINA ÇARESİZCE İHTYAÇ DUYMAK, MUTSUZ OLMAK İÇİN EN GARANTİLİ YÖNTEMDİR.

Aferin almak için durup insanlara her döndüğümüzde yahut onların kınama kaygısından her sindiğimizde değerimiz biraz daha eksilir kendi gözümüzde. Başarsak da bu artık tersine dönmüş bir etkiyle bizi tahrip eder. Bizim sahih bir mutluluk için, yalnızca Rabbin seçkin kullarından biri haline gelmek amacıyla arayışımızı ve umutlarımızı insani niteliklere dair alanlarda sürdürmemiz gerekiyor.

Hocam sıkça bahsettiğiniz şu duygusal vampirler kimdir? Kendimizi nasıl koruyacağız onlardan?

Kendi yaşamlarının olumsuzluklarını ilgi odağı olmak için kullanan, sorunlarına çözüm aramaktan ziyade başkalarının hayatında kendilerine yer açmak, insanları manipüle etmek için bunları enstrümanlaştıran, başkalarının mutluluklarını da kendi karanlıklarıyla gölgeleyen insanlardır.

ÇÖZÜMÜ BİZE BAĞLI OLMAYAN MESELELER İÇİN SÜREKLİ  HAYATIMIZI İŞGAL EDEMEYECEKLERİNİ FARK ETMELERİ GEREKİYOR.

Bencil, düşüncesiz olanlarından narsist, antisosyal kişilik bozukluğa kadar ilerleyen bir skalada yer alabilirler.

Narsistler ve antisosyal kişilik bozukluğuna sahip olanlar için yapacak pek bir şey yok maalesef, olabildiğince onlardan uzak durmak, çıkarabiliyorsak yaşamımızdan çıkarmak, yapamıyorsak çok fazla kesişme riski barındırmayacak şekilde iletişimi sürdürmek yapılabilecek en doğru şey.

Bencillik ve düşüncesizlikten hatta belki yalnızlıktan böyle davrananlar içinse, özellikle değer verdiklerimizin yardım almasını sağlayabiliriz. Hem bizzat sıkıntılarını çözümleyecek pratik destekler hem de onlara yeni bir yaşam ağı sunacak bir çevre desteği yahut profesyonel psikolojik destek tavsiyesi olabilir bu.

Bazen sorarız kendimize ‘niçin bu başıma geldi?’, ‘neden hep beni buluyor?’ diye. İsyan ederiz Yaratıcıya. Oysa bir durup ‘ne oldu?’, ‘ne yapabilirim?’ gibi çözüm odaklı yaklaşmalıyız sizin anlatımınıza göre. Bu ‘Niçin’ soru kalıbını ’Ne’ soru kalıbına dönüştürürken hangi metodları takip edeceğiz hocam?

Hayatın, bize öğretene kadar tekrar tekrar aynı dersi verdiği söylenir. İnsanlar özellikle bizim toplumumuzda genellikle buna “kader” derler. Oysa çok daha basit açıklaması, bunun “karakterimiz” olduğu.

Davranış ve düşünüş tarzımızla olayların hem gelişim biçimlerine, hem onları algılama şeklimize ve dolayısıyla bizim üzerimizde yarattıkları etkiye gayet etkin şekilde müdahale ederiz. Bir çok durumda olumsuzluklar “hayır” demeyi bilmemekten, toplumun kanaatlerini çok fazla önemsemekten, cesaret edememekten, yeterince bilgi sahibi olmamaktan, tembellikten, itidal eksikliğinden vb karakterimizi güçlendirerek önünü alabileceğimiz unsurlar yüzünden aynı türden hüsranlara uğrarız. Bunların hiçbiri olmasa bile bazen olumsuzluklar yaşanabilir.

Güçlü erdemlere sahip insanların başına da kötü olaylar gelebiliyor. Bu aşamada yapılması gereken bu yaşadığımızın hangi türden olduğu hakkında dikkatlice düşünmek. Eksikliğimiz, hatamız varsa bunu tekrarlamamız ve yaptığımız hatalar için de telafi imkanlarını araştımamız, girişimlerde bulunmamız bu durumun karakterimiz ve dolayısıyla da kaderimiz haline gelmesine engel olacaktır. Ancak elimizden geleni en doğru şekilde yaptığımız halde yine de hüsrana uğramaktan kaçınamadığımız durumda da sabretmeli ve bundan nasıl hayırlı sonuçlar çıkarılabileceğine yoğunlaşmalıyız. Churchill’in ifadesiyle“iyi bir kriz asla ziyan edilmemeli.”

Sosyal medya aslında ruhumuzdaki yaralara yaptığımız bir pansuman mıdır peki?

İnsandaki hemen her davranış bir iyileşme, ödünleme girişimi aslında. Psikolojik rahatsızlıklar bile böyle. Sosyal medya da kıstırılmış yaşamlarımızdan engine açılabilmek için sarıldığımız bir cankurtaran sandalı. Varlığımızı onaylayacak, bizi sevecek, yeni aidiyetler kurabileceğimiz insanları arıyoruz. Kendimizi onların kabul ve beğenilerine hatta bazen özlemlerine uygun şekilde kimliklerle temsil ediyoruz bu platformlarda. Benlik idealimize gerçek hayatta değilse bile burada erişebileceğimizi hissediyoruz, bu yüzden mutlu oluyor yahut hüsrana uğruyoruz.

Hocam mesleğinizde bin bir türlü problemle karşılaşıyor ve sürekli bir deneyim kazanıyorsunuz. Bu süreç sizi hayata karşı karamsarlaştırıp yormuyor mu? Mesleğinizin bu handikabı ile nasıl başa çıkıyorsunuz?

İnsanlara yardımcı olabileceğimizi bilmek bizi dirençli kılıyor; pek çok durumda eğitimimizin sağladığı doğru yönlendirme ve destekle, doğru bir etkileşimle insanların kendi hikayelerini yeniden yorumlamalarına, oradan daha dolu ve canlı bir hayat kurmalarına şahit oluyoruz. Çok ağır bazı acılar var elbette, iyileşmesi mümkün olmayan derin yaralar, onların karşısında benimde çaresizlik hissettiğim, acıya ortak olduğum oluyor. Bir yandan kanayıp bir yandan dayanmanın gerektiği böyle durumlar da var.

HER ACI EĞER YETERİNCE UZUN SÜRE DAYANABİLİRSENİZ DİLİNİZDE HİKAYELEŞİYOR VE SİZİN RUH EVİNİZ HALİNE GELİYOR.

Umut diyemeyiz belki buna ama umutsuzluğun bu türü de insanları soylu bir acıyla hayatta tutabilir. Bu süre boyunca ona verebileceğimiz tüm desteği sağlıyoruz.

Yaşadığımız çağda çok kötü ve kötülük var. Biz ise hızla güncellendiği için bu kötü haberlere öyle çabuk alışıyoruz ki artık şaşırmıyor ve yadırgamıyoruz… Değerlerimizin ve ahlaki yargılarımızın bu kadar hızlı baltalanmasına karşı iç alemimizde nasıl önlemler alacağız?

Etrafımızda kötü insanların ve kötülüğün baskın olduğu düşüncesine katılmadım hiç. Kötü denilecek insanlar bilakis toplumların çok ufak bir kısmını oluşturur.

SOSYAL MEDYANIN KÖTÜLÜĞÜ ÇOĞALTAN, ORTAYA GETİRTİP KABARTAN GÖSTERİ KÜLTÜRÜNE VE TELEVİZYON KANALLARININ KRİMİNAL OLAYLARI SÜNDÜRÜP PAÇAVRA GİBİ EKRANLARA SÜRMESİNE ALDANMAMAK GEREKİYOR.

Bu bağlamda tartışılması gereken asıl mevzu belki görünürlüğü artan kötülüğün, kanıksanması ve normalleştirilmesi olarak tezahür eden tahribat. Ekseriyetle kötülüğün işlenebilmesine uygun ortam sağlayan şey cehalet ve pısırıklıktır. Maalesef bu cehaletin büyük bir kısmını değerlerimiz diye üzerine toz kondurmadığımız görenek ve törenin çürük tarafları oluşturuyor.

Pısırıklığın da itaatin değer olarak yüceltilmesinin sonuçlarından biri olduğunu kabul etmeliyiz. Bunlara karşı yürüteceğimiz mücadele iç alemimizde bariyerler, duvarlar  oluşturmak değil, dışarıda bir değişimin temsilcisi olmaktır.

Güzel ve iyi yaşayarak, güzeli ve iyiyi söyleyerek ve yalnızca onları gösterip çoğaltarak “normal”in ve makbul olanın tanımını yapmalıyız. Kötülüğü gördüğümüz yerde cesaretle sesimizi yükseltmeli, güvenlik güçlerini derhal durumdan haberdar etmeliyiz. Sadece bize karşı işlenmiş olsa ve başkasına zarar vermemiş olsa bile kötülüğe rıza göstermemeliyiz. Bu, onu onayladığımız mesajını iletip tekrarlanmasına neden olacaktır.

Hocam artık teknoloji ile birlikte değişik fikir, stil ve davranışları çokça görür olduk ve farklılıkları kabul edebilmemiz eskiye oranla daha çok arttı. Ancak imkanlarımız ve kabullenmelerimiz bu kadar artmışken, biz neden daha fazla yalnız ve mutsuzuz?

İnsan, isteyip de yaşamını değiştiremediğinde, kendini ait hissetmediği insanların arasında kısılıp kaldığını duyumsadığında çaresiz, yalnız ve mutsuz hale gelir. Kuramsal olarak, sosyal medya bize kendimizi ait hissedebileceğimiz çok sayıda farklı dünyaları gösterse de bunlar aslında bir fırsat olmaktan uzaktır. Çünkü insanların imkansızlıkları, kaygıları, korkuları, onlar için birer bukağı olur ve bakakaldıkları o hayatları daha da ulaşılmaz kılar. Böyle bir çaresizlik, görüp de erişememek, umudun engellenmesi çok daha büyük mutsuzlukların ve yalnızlıkların yaşanmasına sebep olur aslında.