Muhafazakâr Düşünce dergisinin kadın sayısı çıktı

Muhafazakâr Düşünce dergisinin kadın sayısı okurları ile buluştu.

ABONE OL
GİRİŞ 20.11.2014 15:26 GÜNCELLEME 20.11.2014 15:46 Dergiler
Muhafazakâr Düşünce dergisinin kadın sayısı çıktı
Muhafazakâr Düşünce dergisinin kadın sayısı çıktı

Muhafazakâr Düşünce dergisinin Türkiye özelinde muhafazakârlık çalışmalarına literatürü gözden geçirme yoluyla ve çeşitli temalar etrafında “yerli” bir entelektüel tartışma zemini oluşturma gayretiyle önemli bir katkı sağlayacağı inancını derginin yayın hayatına başladığı günlerden beri taşıyorum. O yıllarda doktora döneminin o en iştiyaklı olunan ilk idealist evresinde seyreden bendeniz Batı menşeli ve modern bir düşünce tarzı olan muhafazakârlığın farklı coğrafyalarda nasıl kendine has muhafazakârlıklar ürettiğini okudukça Türkiye’deki muhafazakârlığın, muhafazakârlıkların hatta mikro muhafazakârlıkların fotoğrafını çeken akademik çalışmaların arayışına girdim. AK Parti iktidarı ile birlikte siyasetin gittikçe en etkili aktörlerinden biri olarak ön plana çıkan muhafazakârlığın kavramsal olarak tartışıldığı mahfillerden biri olan Muhafazakâr Düşünce’yle karşılaşmak beni bu toprakların muhafazakârlarının otantik sesini duyabileceğim ümidiyle sevindirmişti.

Derginin yayınlandığı on yıl boyunca pek çok farklı konu muhafazakârlık ekseninde incelendi. Bu kıymetli katkı şüphesiz takdire şayan. Lakin bu zaman zarfında tablonun eksik kalan bir parçası oldu.10 sene boyunca muhafazakârlık ve kadın ilişkisini ele alan bir sayı yapılmadı. Bu noktada bu eksikliğin de muhafazakâr düşünce dünyasının zihin haritasını anlamamız açısından manidar olduğunu eklemeden geçemeyeceğim.

Türkiye’de muhafazakârların bir kadın meselesi mi yoktu? Kadınların sorunları yalnızca feministlerin ajandasında mı yer alıyordu? Yoksa ajandasına kadın meselesini yazan feminist diye nitelendirilip bir çeşit lince mi uğruyordu? Genel olarak kadın meselesinin hakim söylem kurucuları feministler olmuştur. Kadının hak mücadelesinin -bu kavrama kendileri karşı olsalar da- “resmi tarih”i onlar tarafından yazılmaktadır. Bunu muhafazakâr düşünce dünyasının erkekleri dahi öylesine benimsemiştir ki haklardan, cinsiyet ayrımcılığından, cinsler arası eşitlikten bahseden herkes kendini nasıl tanımladığına bakılmaksızın feminist olarak nitelendirilmekten zaman zaman kaçamamaktadır.

Batı’da Muhafazakâr feminizmin mümkünlüğü feminist akademik dergilere dahi konu olabilirken Türkiye’de muhafazakârlık ve kadın ilişkisi muhafazakâr düşünceyi araştıran dergilerde kendine epey bir zaman sonra feminist yazılar gelebilir endişesinin gölgesinde yer bulabiliyor. Bu noktada Türkiye’de bu anlamda korkuların yalnızca muhafazakârların muhafazakâr reflekslerinde aranmaması gerektiği ancak belli bir düşünce dünyası etrafında gruplaşmanın ürünü olan hemen her derginin ideolojik huzurunu bozacak yayınlara sayfalarını pratikte kapatarak akademik tartışma zeminlerini homojenleştirdiği şüphesiz göz ardı edilmemelidir.

Muhafazakârlığı gericilik, yobazlık, mutaassıplık gibi duruşlarla bir tutanlar için kadın ve muhafazakârlık ilişkisi otorite, baskı, şiddet gibi kavramlar etrafında şekillenmektedir. Bu sayının temel çıkış noktası muhafazakârlık ve kadın ilişkisini bu ve benzeri negatif algılarla yüklü yaklaşımlardan sıyrılarak farklı disiplinlerin bakış açısıyla ele almaktı. Bu ilişkinin gelenek, tarih, din, modernleşme/Batılılaşma, mülkiyet, estetik, ahlâk, tasavvuf gibi pekçok kavramla örülmüş olması meseleyi sadece güncel siyaset bağlamında ele almanın yetersiz olacağını göstermektedir.

Siyaset Bilimi, Ekonomi, Tarih, Edebiyat, Sosyoloji, Psikoloji, İlahiyat, Güzel Sanatlar vb. alanlarla yakından alâkalı olan kadın ve muhafazakârlık meselesinin hakkıyla incelenmesi bir dergi sayısına sığmayacak hacimde çalışmayla mümkün olabilir. Bu şuurla yola çıktığımız elinizdeki sayıda sınırlı sayıda yazıya yer verebilsek de Muhafazakâr Düşünce dergisinin kaydettiği entelektüel birikime bu vesileyle kadın meselesini dahil etmiş olmaktan memnuniyet duyuyoruz. Şüphesiz bu sayı, kadın ve muhafazakârlığın bir düşünce dergisinin dosya konusu olarak ele alınışının ilk örneği değil. Bu noktada bu meseleyi farklı veçheleriyle araştırma konusu yapmış düşünce dergilerinin kıymetli katkıları göz ardı edilmemelidir.

Türkiye’de kadın ve muhafazakârlık meselesine Osmanlı modernleşmesinden yola çıkarak bakmanın bir gereklilik olduğu pekçok akademik çalışma tarafından ortaya konmuştur. Modernleşme ve gelenek ekseninde tartışmanın tam ortasında kalan kadının bu tartışmada sadece bundan etkilenen olarak kalmadığı, bilakis tartışmayı şekillendirdiği ancak Osmanlı modernleşme serüvenini daha yakından incelememizle belirginleşmektedir. Osmanlı kadın hareketi üzerine yapılan çalışmalar kadınların bu topraklarda çetin bir mücadele vermeden türlü haklara kavuştukları ön kabulünü sarsmıştır. 1980’ler feminist hareketinin Ayşe Gül Altınay’ın ifadesiyle “bu toprakların selefleri olmayan feminist öncüleri” oldukları varsayımı da bu mühim araştırmalar sayesinde sorgulanmaya başlamıştır. Altınay milliyetçi tarihyazımının Osmanlı menşeli feminist sesleri susturduğunun ortaya çıkarılmasının önemine değinirken Osmanlı kadın hareketini ağırlıklı olarak Türk ve Müslüman isimler üzerinden ele alan feminist tarihin gayrimüslim kadınların mücadelesine yer vermeyerek kendi susturulmuşlarını ürettiğinin görülmüyor oluşunu eleştirir. Altınay’ın bu mühim tespiti ve haklı eleştirisi bizi halkayı biraz daha genişletmenin gerekli olduğu fikrine taşımaktadır.

Osmanlı kadın hareketinde “öncü feministler” olarak nitelenen kadınların incelendiği yoğunlukta, kendini feminist olarak tanımlamayan hatta feminizme karşı olduğunu açıkça ifadelendiren ve geleneksel roller açısından kadınlığa muhafazakâr bir pencereden bakan kadınlar incelenmemiştir. Muhafazakâr düşünce dünyasının kadınlarının kadın haklarına ilişkin bir mücadeleye girdikleri andan itibaren iki taraflı bir susturulmayla karşılaştıklarını öne sürmek yanlış olmasa gerek. Yine de kendi susturulmuşlarını ürettiğini görmeyen anaakım kadın çalışmalarının dışında gelişen bir literatür de mevcuttur. Suskunluğa, unutulmaya, görünmezliğe terk edilmiş kadınlar bu sayede seslerini yıllar sonra duyurmaya başlamışlardır.

Bu mülahazalar çerçevesinde, sayımız Fatma Barbarosoğlu’nun Osmanlı kadın modernleşmesinin “yeni kadın” profilini kılık-kıyafet, eğitim, sosyal hayat ve çalışma hayatı üzerinden incelemeye aldığı makalesiyle kadın ve muhafazakârlık ilişkisine bir pencere açıyor. Barbarosoğlu’nun Osmanlı kadın modernleşmesinin yalnızca eğitimle ilişkili olarak değil, farklı sınıfsal seviyelerde işgücüne katılım meselesine yer verilerek de incelenmesi gerektiği vurgusu yabana atılmaması gereken bir tespittir. Barbarosoğlu’nun makalesi edebiyatımızda özellikle romanlarda “çalışan kadın” tipinin doğuşu tartışmalarına da ışık tutmaktadır. Yaprak Zihnioğlu’nun “tarih-i nisvanımızın matbuat sahasında yer alan ilk ve en önemli şahsiyeti” (2003: 44) olarak nitelendirdiği Fatma Aliye Hanım’ın, romanlarında çalışan kadın tipini oluşturan “ilk” yazar olmasına rağmen “erkek” edebiyat tarihçilerinin –çeşitli kişisel nedenlerle- yok sayma girişimine maruz kaldığı, Barbarosoğlu’nun çalışmasında yer bulan bir diğer önemli ayrıntıdır.

Osmanlı medeniyetiyle yoğrulan kimliği, İslam tasavvufuyla işlenmiş manevi hayatı ve Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte yaşanan sancılarla şekillenen düşünce dünyasıyla Sâmiha Ayverdi, Cangüzel Güner Züfikar’ın makalesiyle kadın ve muhafazakârlık ilişkisine oldukça değişik bir zaviyeden bakmamızı teşvik eden bir portreyle karşımıza çıkmaktadır. Kadınların meselesizliğini büyük bir sorun addeden Ayverdi “mesele”si olan bir kadındı. Meselesi olanların uğradığı unutturulma girişimlerine o da maruz bırakıldı ancak Ayverdi’nin usta kalemi onun eserleri okundukça gür çıkması engellenemeyecek sesi oldu. Güner Zülfikar’ın Ayverdi’nin muhafazakârlık anlayışını tasavvuf-taassub ekseninde konumlandırışını “ahde vefa” kavramı etrafında Ayverdi’nin eserlerinden örnekler vererek inceleyen makalesi muhafazakârlık çalışmalarına orijinal bir katkı sunmaktadır. Ayverdi’nin ezel ahdini emanet olarak yüklenip bu emanetin taşıyıcılığını yapan annenin beşere şahsiyet kazandırmasının önemine değinirken kadın/erkek ayırmadan “insan” olma paydasında tevhide/birliğe ulaşmayı vurguladığını Güner Zülfikar ustalıkla anlatmaktadır. 

“İnsan” paydasında birliğe ulaşma, birlikte hareket etme vurgusunu dile getiren isimleri konu edinen bir diğer makale Bülent Baloğlu’nun imzasını taşımaktadır. Ancak bu makaleyle rotamız feminizm-din ilişkisi bağlamında kadın meselesine yönelmektedir. Baloğlu, “Adem’in kaburgası” tartışması çerçevesinde biri Hıristiyanlık diğeri İslam dinine mensup iki kadın ilahiyatçının benzeşen argümanları eşliğinde dinî metinlerin (Tevrat-İncil; hadisler) toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin belkemiğini oluşturup oluşturmadığını tartışmaya açmaktadır. Baloğlu, bu çok katmanlı çalışmasında feminizm içindeki kırılmalardan ve farklılaşmalardan örnekler vermekte  ve çok mahir biçimde tartışmanın kavramsal boyutunu ortaya koymaktadır. Baloğlu’nun Türkiye’de bu alanda yapılmış çalışmalara kayda değer biçimde yer vermesi, bu literatürün yabancısı olmakla birlikte buna ilgi/merak duyan okuyucuya fayda sağlayacaktır. Baloğlu’nun makalesinin son bölümünde yer alan, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin kökeninin yalnızca dinî metinler ve bu metinlere dayandırılan yorumlarda değil farklı motivasyonların ortak ürünü olan bir zihniyette aranması gerektiği iddiası tartışmayı başka bir mecradan devam ettirme potansiyelini taşımaktadır.

Feminizm ve muhafazakârlık tartışmasına bu şekilde bir giriş yapmışken bu ikisinin gerilim noktalarından birini teşkil eden annelik meselesine günümüz dünyasından bir incelemeyle bakıyoruz. İlknur Meşe, kendisinden bir sektör oluşturulan anne-bebek ilişkisinin kurgulanışını ele almaktadır. Modern yaşamla birlikte kadın özgürleşerek ev dışında da kendine yer bulmuştur. Ancak bu yeni yüklenen sorumluluğa ilaveten ev içindeki geleneksel roller bazı farklılaşmalara uğramakla birlikte devam etmektedir. Meşe, anneliğin bu çerçevede bir “tam zamanlı meslek” statüsü kazandığına işaret eder ve popüler anne-çocuk dergileri üzerinden ideal anneliğin nasıl bir model haline getirildiğini gösterir. Meşe’nin gittikçe paranoyaklaştırılan bu ideal anneliğin kadının özgürleşmesi söylemiyle örtüşüp örtüşmediğini tartışmaya açması günümüz modernleşme ve feminizm tartışmaları ekseninde kadın çalışmalarına katkı sağlayacaktır kanaatindeyim. Meşe’nin çocuğun merkeze alındığı bu yeni aile düzeninde “ideal anne” modeliyle toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin anne - baba arasında sürdürülen eşitsizlikle pekiştirildiğini vurgulaması oldukça önemlidir.

Kadın ve muhafazakârlık ilişkisinin en yaygın biçimde ele alınışı şüphesiz gelenek/din merkezli olmaktadır. Nitekim gönderilen makalelerin büyük kısmı kadın ve muhafazakârlık meselesini örtünme, beden siyaseti çerçevesinde inceleyen yazılardı. Bu sayıda bu minvalde yapılan iki çalışma öne çıkıyor. İpek Coşkun ve Mehdi Soleimanieh’nin makalesi, Türkiye ve İran’da başörtüsüne ilişkin birbirinin zıttı içerikli yasakların bunlardan doğrudan etkilenen kadınlar üzerinde nasıl benzer yansımalar bıraktığını incelemektedir. Bu çalışmanın küçük bir örneklem grubu üzerinden de olsa yasakların mağduru kadınların seslerini doğrudan hem de iki ülke arasında karşılaştırma imkanı yapmamızı sağlayarak sunuyor olması mühim bir katkıdır. Algıları ele almaksızın olguları anlayamayacağımız düşüncesiyle makalede seslerini duyuran yirmi kadının sarf ettiği her bir kelimeye dikkat kesilmeyi öneriyorum. Bu, kanaatimce kadın-muhafazakârlık ilişkisi hakkında oluşturulmuş klişe argümanların deforme edici etkisinden azade olabilmemiz için önemlidir. Bu noktada dindarlık ve muhafazakârlık ilişkisinin birebirlik arz etmediğine işaret etmek yerinde olacaktır. Zira bir insanın dindarlığı onun muhafazakâr olarak tanımlanmasını beraberinde getirmeyeceği gibi başörtüsü takan veya takmayan dindar kadınların da kendileri aksini dillendirmedikçe muhafazakâr olarak nitelendirilmeleri doğru olmayacaktır.

Kadın ve başörtüsü meselesini farklı bir açıdan ele alan diğer çalışma ise Sümeyra Ünalan Turan’ın “Dindar Kadın’ın Çalışma Hayatında Yer Almasının Dini Anlayış ve Yaşantısı Açısından Sonuçları” başlıklı makalesidir. Kamuda serbest kıyafet yönetmeliğinin çıkarılmasından önce yapılan bu araştırmanın yalnızca başörtüsü açısından değil gündelik hayata ilişkin dinî pratikler ve ibadetleri yerine getirme/getirmeme açısından da meseleyi ele alıyor olması önemlidir. Ünalan Turan’ın araştırması, çalışma hayatında dindar kadınların karşılaştıkları güçlüklerin yalnızca başörtüsünden ibaret olmadığını göstermektedir.Her ne kadar örneklem belirlenirken seçilen kadınlar yalnızca başörtüsü takan kadınlardan seçilmemiş olsa da başörtüsü meselesinin bu araştırma için şöyle bir belirleyici tarafı vardır: Kamuda serbest kıyafet yönetmeliğinden önce gerçekleştirildiği için bu araştırmaya katılan kadınların bir kısmı kamuda çalışırken başörtüsü takamayacakları için ya dışarda başlarını kapatıp işte açmak, ya peruk/şapka kullanmak ya da başını tamamen açmak şeklinde tezahür eden ikircikli hallere düşmüşlerdir. Bu durum bazılarının ifadesiyle hassasiyet gösterdikleri diğer dinî meselelerde de zaman içinde gevşeklik göstermelerine yol açabilmiştir. Ünalan Turan’ın makalesi, böyle açık bir amacı olmasa da, Türkiye’de önce üniversitelerde, sonra kamuda ve hatta orta öğretimde başörtüsü yasağının kalkmasını, başörtülülerin daha fazla görünürlük kazanmasını ve bunun bir doğal sonucu olarak sayıca başörtülülerin artmasını delil göstererek Türkiye’nin muhafazakârlaştığı iddiasında bulunanlara bir farklı tablo sunmaktadır. Algılar ve yaşantıları değişime uğratan süreçlerin –ister yasaklar eliyle ister özgür bırakılmak suretiyle olsun- herkes üzerinde tek tip bir sonuç doğurmayacağı gözden kaçırılmamalıdır.

Sayımızda büyük çoğunluğu Türkiye odaklı olan bu çalışmaların sunduğu tabloyu aynı dönemlerde farklı iki coğrafyada görülen kadınların eğitimi ve muhafazakârlık tartışmalarını ele alan iki makaleden yola çıkan bir değerlendirmeyle tamamlamak istedik. Yekta Zülfikar ile yaptığımız ortak çalışmada Julia Bush’un Geç Viktoryen Britanya’sında dört kadın muhafazakâr eğitimci/yazarın idealleri ve kadınların eğitimi için bu minvaldeki çalışmalarını anlatan makalesiyle Bailey’nin erken 20. Yüzyılda Çin’in moderleştirici muhafazakâr anlayışıyla kadınların eğitimi meselesini ele aldığı makalesini değerlendirmek üzere seçtik. Bu iki makalenin özellikle Barbarosoğlu’nun sunduğu Osmanlı perspektifiyle birlikte okunmasının faydası olacağı kanaatini taşıyoruz.
 

YORUMLAR İLK YORUM YAPAN SEN OL

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR