Pala: Bir cemaate mensup değilim

Yazar İskender Pala ve eşi Hülya Pala ilk kez birlikte röportaj verdi. Pala ailesi, aşkın tarifini yaptı, 28 Şubat sürecini yaşadıkları zorlukları anlattı. Aile ne ile sınandıklarını da açıkladı.

ABONE OL
GİRİŞ 04.12.2011 12:42 GÜNCELLEME 04.12.2011 12:42 Edebiyat
Pala: Bir cemaate mensup değilim
Pala: Bir cemaate mensup değilim

Tuluhan Tekelioğlu'nun röportajı

 Tanışmalarını, birbirleri hakkında besledikleri duyguların zaman içerisinde nasıl değiştiğini anlattılar. Hülya Pala, kocasının ordudan atıldığı 28 Şubat sürecinde çektiklerini ilk kez değerlendirdi. Çift, kendileri hakkında sık sık çıkarılan 'ayrıldılar, ayrılacaklar' söylentilerine de açıklık getirdi

Tam iki yıldır bu röportajı yapabilmek için bekliyordum. Bize aşkın her halini anlatan Divan Edebiyatı ustası, ünlü yazar İskender Pala'nın eşini merak ediyordum. Kitaplarının ilk okuru, yoldaşı Hülya Pala'yı. Sonunda oldu. Fethi Paşa Korusu'nda kahvaltı için buluştuk, uzun uzun konuştuk. Hülya Pala, kendini hemen fark ettiriyor, olduğu gibi, asil bir kadın. Onun hafızasında darbelerin ayrı bir yeri var. 12 Eylül'de İskender Pala ile evlenmiş. 28 Şubat döneminde ise başörtüsü yüzünden kocası ordudan ihraç edilmiş. Hem de emekliliğine iki buçuk ay kala... O günleri gülümseyerek anlattılar ama çizik çizik yüreklerle, yıllar yılı birbirlerini teselli etmişler. Şimdi 'Yine sınanıyorum,' diyor, Hülya Pala. Bu kez İskender Bey'in şöhretiyle... Bana samimiyetle konuştukları için ikisine de teşekkür ederim.

İSKENDER PALA

Aşk tek kişiliktir. İki kişinin birbirine âşık olması diye bir şey, hiç olmamıştır.

Hülya benim yaradılışımı değiştirdi ama bundan memnunum. Ben hayatı hep hayaller üzerine algılıyor ve 'Aldanma ki şair sözü elbette yalandır' mısrası gereği, yalanlardan hayat harmanlıyorum. Fakat evde çok realist bir hanım var. İki ayrı kimlik yani. Dolayısıyla benim değişmem ve ona dönüşmem, onun değişmesi ve bana dönüşmesinden daha fedakarlık isteyen bir hal oldu.

1996 yılında Tayyip Bey'in 'Bizim İskender mi?' sözü belki de bardağı taşıran damla oldu ve ben YAŞ kararıyla ordudan atıldım. 2010 yılında kitabımın yayımlanmasından kısa bir süre öncesine kadar Tayyip Bey bunu bilmiyordu.

Gittikçe 28 Şubat'ın, benim kaderimi paylaşan insanlar üzerindeki baskısı yoğunlaştı. Biri hayata tutunamadı. Binbaşıydı, benim gibi ordudan atılmıştı. Çocuklarını okutamadı, evini geçindiremedi, intihar etti. O zaman bu kitabı basmaya karar verdim.

İnsanların kaderleri her çağda farklı imtihanlara tabi tutulur. 28 Şubat'ta eşimin başörtüsü ile sınandım. Şimdi kalemimle bir imtihanı başarmaya çalışıyorum. Hepimizin hesabı farklı farklı olacak. Benim hesabım da 'Sana kalem vermiştik. Bu kalemle ne yaptın?' biçiminde zannederim. Bu sorunun cevabı; sanki namazımı geçirdim, şu kadar gün oruç tutmadığım gibi hesaplardan daha ağır...

HÜLYA PALA

Aşkı ne İskender Bey kadar konuşabilirim, ne de hissedişim onun kadar kuvvetlidir. Ben hayata ve duygulara daha realist bakıyorum. O zaman İskender Bey'i evlenilebilecek, dürüst, tahsilini tamamlamış benim dünya görüşüme uyan, ailemin onaylayacağı bir kişi olarak gördüm. Bugünküler gibi 'Âşık oldum, evlenebilirim' diye bakmamıştım.

Askerlik bize belki hayatımızın en büyük sıkıntısını yaşattı ama sonuç itibariyle askerliğin İskender Bey'e çok şey kattığını düşünmüşümdür her zaman.

İskender Bey işe başvuruyor, geçmişini söyleyince hemen kapanıyor o kapı. Annesi ölünceye kadar ona bile söyleyemedi ordudan atıldığını.

İskender Bey beni aldatsa, genç olsam hemen yolumu ayırırdım da, bu yaşımda oturur rahatıma bakarım herhalde. (Gülüyor.) Böyle bir durumda ne yapacağımı düşünmedim ama hiç hoş olmazdı.

İnsanın olduğu yerde, modern yahut muhafazakar, hiçbir şey değişmiyor. İskender Bey'in hayran kitlesinden rahatsız değilim. İnsanlar dediğim gibi, hayırlı iş yapanlara hayran olsunlar. Dedikodu yapanlara elbette sinirleniyorum. Eşimi ve beni hedef alan birtakım iftiralara uğramakla sınanıyorum. Onun şöhreti ile sınanıyorum.

- Edebiyat fakültesinin kütüphanesinde tanışmışsınız.

- İ.P: Evet. Hülya ile okul arkadaşıyız.

İki kişinin aynı meslekten olması büyük bir bahtiyarlık, biliyor musunuz? Aynı dili anlayabilmek, aynı şakaya duyarlılık gösterebilmek, aynı katmanda anlaşabilmek.

- H.P: Son sınıf öğrencisiydim. İskender Bey de aynı zamanda kütüphanede memurmuş. Bir arkadaşım 'Gel seni İskender'le tanıştırayım, kitap ihtiyacın olduğunda sana yardımcı olur,' dedi. Benimle ilgili bir niyeti olduğunu, beni sevdiğini ancak o söyledikten sonra düşünmeye başladım.

- Tanıştıktan sonra bir sene içinde evlenmişsiniz. Âşık mı oldunuz?

- H.P: Aşkı ne İskender Bey kadar konuşabilirim, ne de hissedişim onun kadar kuvvetlidir. Duygulara daha realist bakıyorum. O zaman İskender Bey'i evlenebilecek, dürüst, tahsilini tamamlamış, benim dünya görüşüme uyan, ailemin onaylayacağı bir kişi olarak gördüm. Bugünküler gibi 'Âşık oldum, evlenebilirim' diye bakmadım olaya. Şimdi doğru karar verdiğimi anlıyor ve her geçen gün daha çok şükrediyorum.

- Mezun olduktan sonra bir süre öğretmenlik yaptınız. Eşiniz istediği için mi çalışmayı bıraktınız?

- H.P: İskender Bey fakülteden sonra, ilk kızımızın doğduğu zamanlarda asker oldu. Askerlik dolayısıyla ev değişikliği, mekan değişikliği oldu, okulu bıraktım. İskender Bey de her zaman söyler, 'Ben iki kişilik çalışıyorum' diye. Bana çalışmak o iki sene ile kalmış oldu.

- Kitaplarını ilk size okuyor. Nasıl bir eleştirmensiniz eşinizin gözünde? Sizden çekinir mi?

- H.P: Evet, o konuda o da hakkımı teslim ediyor. Ben, yaşadığımız hayata uygun yazılmasını istiyorum. Birçok yazar her şeyi serbest serbest yazıyor. İnsan ilişkilerini, özel hayatlarını... Bunların açık seçik yazılmasına taraftar değilim. Zaten kendisi de o konularda hassas.

- Eşinizi sansürlüyor musunuz yani?

- H.P: Yani sansür diyorsanız, sansür olsun. (Gülüyor)

- İ.P: Akşam yazmışım mesela, 'Gel bak dün gece neler yazdım,' diye ona bir göstermek ihtiyacı hissediyorum. Acımasız olsun isterim. Yani kırmızı kalemle okusun, çize çize...

- Birbirinizden çok mu farklısınız? İskender Pala nasıl bir âşık? Sizin aşk tanımınız nasıl?

- H.P: Çok farklı. (Kahkahalarla gülüyor)

- İ.P: Divan Edebiyatı aşk üzerine kurulu. Aşkın bütün hayatımı dolduran bir tarafı olduğu için çok çeşitli kitapları, araştırmaları, tarihin içinden süzülüp gelen kimi çalışmaları okudum. Aşk anlayışım her defasında bir başka yazarı okudukça gelişti. 'Evet bu da aşk', 'Burada böyle bir değişim ve dönüşüm gösteriyor,' dedim. Tüm bunlardan kendi süzgecimdem geçirdiğim aşk tanımı şu; 'Gece yatmadan önceki son şey, sabah uyandığın zamanki ilk şey... İşte o aşktır!'

-Sanki siz âşık olmuşsunuz eşinize, ama eşiniz size âşık olmamış gibi geldi bana?

-İ.P: Aşk tek kişiliktir. İki kişinin birbirine âşık olması diye bir şey hiç olmamıştır.

- Kim daha fazla fedakarlık yaptı?

-İ.P: Elbette ben! Hülya benim yaradılışımı değiştirdi ama bundan memnunum. Ben hayatı hep hayaller üzerinden algılıyor ve 'Aldanma ki şair sözü elbette yalandır' mısrası gereği yalanlardan hayat harmanlıyorum. Fakat evde çok realist bir hanım var. İki ayrı kimlik yani. Dolayısıyla benim değişmem ve ona dönüşmem, onun değişmesi ve bana dönüşmesinden daha fedakarlık isteyen bir hal oldu. Bunu da sadece fedakarlık olsun diye yapmadım. Yani 'Hanıma lütuf olsun diye değişeyim,' demedim. Sadece şunu düşündüm; eşim var ve benim üzerimde hakkı var. Bu hak eğer seversen, sana külfet gibi gelmiyor. Ama sevgiyi bitirmişsen, o zaman herhalde külfet gibi olur.

BİR CEMAATE MENSUP DEĞİLİM

- Ayrıldığınıza dair dedikodular çıkıyor. Muhafazakar çevrede bu tür dedikoduların daha az olabileceğini düşünürdüm.

- H.P: İnsanın olduğu her yerde, modern ya da muhafazakar, hiçbir şey değişmiyor. Sinek küçük olsa da mide bulandırıyor.

- İ.P: Dedikodunun muhafazakar kısmı yok, ama bunu çıkaranın muhafazakar olduğuna kimse emin olamaz. Bana geçen yıl bir arkadaşım 'Ya! Evi ayırmışsınız, hanımefendi ile boşanmışsınız neden?' dedi. Dedim böyle bir şey yok. 'Gel gidelim eve, bir çay içelim, için rahat etsin.' Ateş yanar da, hani dumanı tüter, burada ateş yok ama duman karanlık...

- H.P: Dedikodulardan bıktık: İskender Bey gazetede bir yazı bile yazdı 'Yalan uyduranlardan hak talep edeceğim' diye. Bu bakımdan insanları modern ya da muhafazakar olarak ayırmak doğru değil. İskender Bey'in hayran kitlesinden rahatsız değilim. Dedikodu yapanlara ise elbette sinirleniyorum. Ben kendi adıma eşimin üzerinden birtakım iftiralara uğramakla sınanıyorum. Onun şöhreti ile sınanıyorum.

-Sizi aldatsa tepkiniz ne olurdu?

- H.P: Gençliğimde hemen yolu ayırırdım da, bu yaşımda ben oturur rahatıma bakarım herhalde. (Gülüyor) Yani bilmiyorum, düşünmedim ne yaparım, ama hiç hoş olmazdı.

- İ.P: İşte az evvel o 'Ne yapmalıyım' sorusunu 'Ne yapmamalıyım'a böyle çeviriyorsunuz.

- Siz bu dönemde ne ile sınanıyorsunuz İskender Bey?

- İ.P: Ben elbette kalemimle sınanıyorum. Her defasında yeni bir kitap yazarken bazıları 'Şimdi çakılacak' diye bekliyor diye sınanıyorum. Her yazdığım kitabın bir öncekinden daha iyi ve güzel olması zaruretiyle sınanıyorum. Hepimizin hesabı farklı farklı olacak. Benim hesabım da 'Sana kalem vermiştik. Bu kalemle ne yaptın?' biçiminde zannederim. Bu sorunun cevabı; sanki namazımı geçirdim, şu kadar gün oruç tutmadım gibi hesaplardan daha ağır...

- Sizi üniformanızla emekli olarak görecek miyiz?

- İ.P: Çıkan kanun bana öyle bir şey vermedi. İade-i itibar bana şunu verdi 'İstiyorsan bir devlet kuruluşunda sana uzman olarak görev verelim yahut süreni doldurduysan emekli ol.' Ben emekli olmayı tercih edeceğim. Zaten üniversiteden emekliliğim var. TSK'nın bana vereceği emeklilik çok da cazip değil.

- Bir cemaate mensup musunuz?

- İ.P: Edebiyatla, tasavvuf edebiyatı ve Osmanlı tarihiyle ilgilenmek bakımından öğrenmem ve bilmem gereken alanların birisidir cemaatler. Her tarikatın nasıl yaşadığını, neler yaptığını bilimsel olarak da, tecrübe olarak da öğrenmek zorundayım. 70'li yıllarda İstanbul'da ne kadar tarikat, ne kadar tekke varsa hepsine gittim. Hepsinde diz çöktüm. Kimisinde Cuma günleri etli pilav çıkardı, kimisinde salının yağlı dolmaları olurdu. Fakat o hayat bana göre değil. İnsan ruhu bir su gibidir. Su bazen derinleşir, birikir, dinginleşir, durağanlaşır, huzur bulur ve göl olur. Bazen çırpınır, koşar, başını taştan taşa vurur, dökülür, sıçrar; bu da ırmaktır. Göl olursanız içinize doğru derinleşirsiniz, kalbinizden yol bularak daha içeri doğru gidersiniz. Irmak olursanız bunun tam tersidir, dışarı doğru yolculuklar yaparsınız. Benim ruhum ırmak gibi olanlardan. Yani herhangi bir tarikata herhangi bir cemaate bağlanmam mümkün görünmüyor. Tabii bilemem, ırmağım ne vakit denize ulaşacak!

- Bir solcunun hatta iktidar karşıtı bir aydının düşünce ve ifade özgürlüğünü nereye kadar savunursunuz?

- İ.P: Sonuna kadar! Hatta dost olabilirim onunla. Benim özgürlüğümün senin özgürlüğünle ortak harmanlanabileceği yere kadar birlikte yürümek. Düşüncem insanların kendi hayatlarını insanlık içinde ürettiklerine göre değerlendirmektir. İnsanlar için bir şey üretiyor musun? Senden geriye, insanlığa bir şey kalacak mı? İşte mesele budur. Eğer insanların hangisinin ürettiğinin gerçek ve hakikat olduğu yıllar sonra ortaya çıkacaksa dayatmalarla bunun önünü engellemek neden?

TAYYİP ERDOĞAN'IN 'BİZİM İSKENDER Mİ?' SÖZÜ BARDAĞI TAŞIRDI

- 28 Şubat sürecini birlikte yaşadınız. Başörtünüzden dolayı eşiniz ordudan YAŞ kararıyla ihraç edildi.

- H.P: Askerlik bize belki hayatımızın en büyük sıkıntısını yaşattı ama sonuç itibariyle ben askerliğin İskender Bey'e çok şey kattığını hep düşünmüşümdür. Askerdeyken de sadece askerlik yapmadı, akademik çalışmaları devam etti.

- Eşiniz ordu yıllarını anlattığı kitabında, 'Çizik çizik yüreklerle yıllar yılı birbirimizi teselliye çalıştığım eşime' cümlesini kullanıyor. Sizin yüreğiniz ne kadar çizildi?

- H.P: O kadar ki, eşimin üzüntüsüne de ben sebep oldum. Benim başörtüm... Doğal biri olduğum için bir şey yapmadım. Bunlar kaderin yaşanması gereken safhaları. İlk zamanlar değil, askerliğinin 15. yılında, 28 Şubat döneminde hissettik daha çok. Mesela başörtüm daha önce değil de, o dönemde yoğun olarak sorun oldu. Ordudan ilk atılanlardan olduğumuz için, büyük bir üzüntü yaşadık. İskender Bey, o acıyı derinden yaşadı ama bize çok az hissettirdi. En yakın arkadaşlarımız bizden uzaklaştı. Balkonunda hep oturduğumuz komşum o günden sonra bir gün 'Oturmayalım; içeri geçelim,' dedi. Ordudan atıldık diye, benimle görünmek istemedi.

- İ.P: Bir tarafta gül ile bülbül var. Bir tarafta topla tüfek... Gülle bülbüle yakın hayatı çok istiyorsunuz, öteki hayattan da bıkmışsınız, yahut sizi bıktırmışlar. Severek gittim ben askerliğe. Asker olduğum gün çekilmiş bir fotoğrafım var, ağzım kulaklarımda. O derece mutluyum. Fakat sonra bir aile trajedisi yaşanıyor ve onlara hissettirmemen lazım.. Bir aile reisi olarak ailenize en mutlu hayatı yaşatmak durumundasınız. Gel gelelim şartlar öyle olmamış, sen çocuklarına en iyi hayatı yaşatamamışsın ve gelirin bir lojmana seni mahkum etmiş. Zengin bir aileden olsan, çıkarsın bir apartman dairesine, kiranı da ödersin, geçinebilirsin de, yüzlerini görmezsin, onlar da seni görmez; rahat edersin. Bütün bunlar üst üste gelince...

- Bu olayları anlattığınız İki Darbe Arasında kitabını 2003'te yazmışşsınız ama 2009'da yayımlandı. Neden onca sene beklediniz?

- İ.P: Maksadım tarihe bir kayıt bırakmaktı. Yazdıktan sonra da bir kenara koydum. Üç disket çoğalttım, en güvendiğim üç kişiye verdim. Bana bir şey olursa saklamaları için. 28 Şubat süreci o kadar hızlı ve ezici şekilde geldi ki üzerimize, işe alınmıyoruz, arkamızdan kovalamaca devam ediyor.

- H.P: İskender Bey işe başvuruyor, geçmişini söyleyince hemen kapanıyor o kapı.

- İ.P: 2004 yılında yayımlamayı hiç düşünmedim. Fakat 28 Şubat'ın, benim kaderimi paylaşan insanlar üzerindeki baskısı giderek yoğunlaştı. Biri hayata tutunamadı. Binbaşıydı, benim gibi ordudan atılmıştı. Çocuklarını okutamadı, evini geçindiremedi, intihar etti. O zaman bu kitabı basmaya karar verdim. 2005'te bunu yayımlarsam beni tutar götürürlerdi; TSK'ya hakaret kabul edilirdi. 2006'da yayımlamak için karar aldım, kendimce dedim ki, 'Bunu yayımlarsam hükümete zarar verir, başbakan veya bakanlar zor durumda kalır. 2007'de yeniden basma kararı aldım, ama dedim ki 'Şimdi bunu yayımlarsam, e-muhtıra dönemi, halimiz nice olur. 2009'a gelince artık o gizli kopyaları falan da unutarak, kimin başına ne gelirse gelsin, ister hükümet sarsılsın ister beni hapse atsınlar, 'Yayımlayacağım' dedim. Benim gibi 1665 kişi var ve o insanların her biri savrulmuş hayatlar içinde. Çocuklarını, ailelerini düşündüğünüzde neredeyse 100 bin kişi ıstırap çekiyor. Dedim ki; 'Ben bu sene bunu yayımlıyorum!' Bir tanesini Genelkurmay Başkanı'na gönderelim, bir tanesini Başbakana, bir tanesini de Milli Savunma Bakanı'na... Bu üç kişi bu insanların derdine çare bulacaksa, bulacak zaten.

- Kitabın en ilgi çekici bölümü, o dönem Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, Kuzey Deniz Saha Komutanı İlhami Erdil'e 'Ha, siz bizim İskender'den bahsediyorsunuz,' demesi. Bu, ordudan atılmanıza sebep olmuş. Böyle bir konuşma aralarında geçmeseydi, ordudan yine de ihraç edilir miydiniz?

- İ.P: Belki bir sene sonra, belki üç ay sonra... Çünkü 28 Şubat mantığı benim gibileri ezmek üzerine kurulmuştu. Ama olanlar birkaç ay sonra olsaydı, belki ben atılmaz, emekli olabilirdim. Çünkü emekliliğimin dolmasına iki buçuk ay gibi bir zaman kalmıştı. Ama bunlar kader. Hiçbir zaman sayın Tayip Erdoğan da o cümleyi bunlar benim başınma gelsin, ordudan atılayım diye söylemedi tabii. Dostluğundan, iyi niyetinden ve hatta himayesinden dolayı söyledi...

SİLAHLI KUVVETLER'E HİÇ KIRGIN OLMADIM

- Ordudan atılmanıza sebep olan bu cümle ile hayatınız sarsılmış. Kiranızı ödeyemeyecek duruma gelmişsiniz. Neden Tayyip Erdoğan'a gitmediniz, destek istemediniz?

- İ.P: Bu, dostluğa sığmazdı. Tayyip Erdoğan kitabın yayımlanmasından az öncesine kadar bunu bilmedi. Hiç bildirmedim, söylemedim. Kitabı okuyunca gönlümü alıcı biraz da mahcup cümleler aramızda uçuştu. Ama kesinlikle bu konuda onun herhangi bir suçu yoktu; ben de bunu hissettirmedim.

- H.P: Hiç kimseden yardım, destek istemedik... Ailelerimizle bu konuyu ne kadar paylaşırsak onları da acının içine o kadar çekmiş olacaktık. İskender Bey annesine bile söyleyemedi. Onun için büyük travma olurdu.

- İ.P: Çünkü annem, -Allah rahmet eylesin- Peygamber ocağı olarak görürdü orduyu. Zaten söylediğiniz insanlara da inandıramıyordunuz. 'Sen mutlaka bir şey yapmışsındır,' diyorlar veya arkanızdan bunu düşünüyorlardı. Oysa hayır, yapmadım!

- TSK'ya hâlâ öfkeli misiniz?

- İ.P: Silahlı Kuvvetler'e hiçbir dönemde kırgın olmadım, oradaki insanlara kırgın oldum ben. TSK bir kurum. Ama TSK içerisinde kötü insanlar var ise onlara karşı kırgınım. Bir dönem orada kötü görünen, bana göre yapmamaları gereken şeyleri yapmış insanlar vardı. Benim problemim onlarla, TSK'nın kendisiyle değildi.

- Kitapta Beşiktaş'tan ve görevli olduğunuz Deniz Müzesi'nin önünden yıllarca geçemediğinizi anlatıyorsunuz... Ofisiniz şimdi hemen müzenin yanı başında, bu kader mi yoksa hoş bir tesadüf mü?

- İ.P: Beşiktaş benim için öyle oldu. Uğramak istemediğim, dönüp başımı bakmak istemediğim yer haline geldi. Lakin bir şey içime hep dert oldu. Beşiktaş meydanında Barbaros'un, dedem Hızır Hayrettin Reis'in türbesi var. O türbenin anahtarı yıllarca bende durdu; o zaman Barbaros ile aramda öyle bir samimiyet oluşmuştu. Mesela bayramda, kandilde, cumada türbeye girer, başında bir Fatiha okurdum. İşe gidip gelirken onunla konuşurdum. Arada sırada rüyama girer bana 'Evlat' derdi. Bu ilişki ben askeriyeden atıldığım zaman birden bire durdu. Sonra yıllarca o tarafa bakmaz olunca içimde bir acı büyüdü. Dedim ki 'Acaba Barbaros'u gücendirdim mi?' Beni attılarsa, Beşiktaş'tan attılar, acaba Barbaros'tan da mı atıldım? Doğu milletleri biraz ölüleriyle birlikte yaşar; o bakımdan bunu çok samimi olarak düşündüm. O sırada Belediye'de göreve başlamıştım. Sayın Kadir Topbaş'ın danışmanı olarak devam etmem istendi. Fakat danışman olunca bir ofis gerekiyor. Ofisi uzun zaman istemedim. Kadir Bey mesela birini bana yönlendirirse ona, 'Üniversitede görüşelim,' diyorum. Yahut da sizin bir projeniz var, 'Tuluhan Hanım Gezi'de buluşalım,' diyorum. Bunun kötü tarafı da olmaya başladı. Güzel bir hanımla Gezi Pastanesi'nde oturuyor konumuna da geliverdim.

- H.P: Belki de bu yüzden çevremizdeki insanlar bizi sayısız kez boşuyorlar, başkası ile evlendiriyorlar. Yani insan boşanır da boşandığından haberi olmaz mı? Arkadaş toplantılarında arkadaşlarımdan böyle dedikodular duyuyorum.

- Şöhretin bedeli bunlar, sonra?

- İ.P: Ofis gerekirmiş, bir çatı lazımmış bu görüşmeler için. Bir gün Eminönü'nden vapura bindim. Üsküdar'a geçeceğim, içimde Barbaros'a uğrasam mı diye bir heyecan var. Telefonum çaldı, 'Hocam size bir ofis bulduk biraz küçük ama bir bakın isterseniz', dediler. Benim sorum şu oldu: 'Nerede? ' cevap 'Beşiktaş'ta!', 'Tamam! Derhal orayı istiyorum!.' Kafam Barbaros ile meşgulken; gideyim mi, gitmemeyim mi diye düşünürken, size tam da Beşiktaş'ta bir ofis teklif ediliyor! Gözümün yaşardığını, yine Barbaros'un torunu olduğumu hissettiğimi hatırlıyorum.

SABAH - PAZAR

YORUMLAR İLK YORUM YAPAN SEN OL

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR