Modern şair naata uzak mı kaldı?
Sadece mutasavvıf Türk şairleri değil, 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar Türkçe şiir yazan hemen her şair, tevhit yahut münâcâtla birlikte şiir defterini/ kitabını en az bir naatla taçlandırırdı.
ABONE OLTurah Karataş'ın makalesi
Gorki, Lenin'den Anılar'da Lenin'le geçirdiği bir akşamı aktarır. Moskova'da bir evde İşaya Dobroveyn'in çaldığı, Beethoven'a ait bir sonatı birlikte dinlerler. Lenin sanatsal haz konusundaki alımlama yeteneğini gösteren şu sözleri söyler: "Appassionata'dan daha iyi bir şey bilmiyorum. Her gün dinleyebilirim bu sonatı. Şaşırtıcı, insanüstü bir müzik! Naif denebilecek bir gururla hep: 'Bak, insanlar ne mucizeler gerçekleştirebiliyor! diye düşünürüm."
Şairin özgürlüğü dendiğinde öyle şiirsel bir Promete akla gelsin istemem, fakat bu hikâyecik gelir benim aklıma. Mucizelerin ancak özgürce doğabileceğine, özgürlük içinde doğabileceğine inancım tamdır. Burada mucizeyle mucize kabilinden nadir bulunan eserleri kastettiğimizi not düşelim. İşte bu nedenle her ne kadar Promete'deki şiirsellik şiir-dışı ise de şiirin bir ateş çalma eylemi olduğunu kabul ederim. Bu öyle tedirgin edici bir çalmadır ki şair bunun hesabını çok ağır ödeyecektir. Alelade bir teşbih değil şiirin ateşle ilgisi. Evrenin unsurları arasında tartılamaz olan tek unsurdur ateş, diğer unsurları ısıtan ve aydınlatan odur. Mucizenin gerçekleştiği an, şiirin şairin dimağında doğduğu andır. Ancak efsanevî, dünyayı değiştirme ideali yolunda büyük cesaret sergilemiş Lenin, o akşam gerektiğinde tüm estetik hazzını bir kenara koyabileceğini gösterecek sözlerine şöyle devam edecektir: "Sık sık müzik dinleyemiyorum, sinirlerimi etkiliyor, pis bir cehennemde yaşarken böyle bir güzellik yaratabilen insanlara hoş şeyler söyleyip başlarını okşama arzusu veriyor bana. Oysa bugün kimsenin başını okşamamalıyız, yoksa elimizi ısırıverirler: Başlarına vurmalıyız, acımasızca vurmalıyız, ideal düzeyde insanlara şiddet uygulamaya karşı olsak da. Hımm –son derece zor bir iş!" (vurgular bana ait H.Ü.) "Elimizi ısırıverir" kaygısı Tarkovski'nin filmi Andrey Rublev'in ünlü yasaklanma öyküsündeki bir detay dikkat çekicidir. Filmde görünürde eleştirel unsur olmamasına rağmen filmde yüceltilen 'sanat tutkusu' ve sanatçı özgürlüğü vurgusu ülkenin idealleri açısından tehlikeli bulunmuştur ve yasaklanmıştır. Şu önemli: Sanatçıya dair "elimizi ısırıverir" kaygısı dolaylı olarak ve başka başka ifadelerle halk içinde de mevcuttur. Statükonun sürdürücüsü sanıldığı gibi sadece yönetsel iktidar değildir. Hatta anekdotta Lenin'in espriyle karışık olarak basbayağı geçici bir stratejiden bahsettiği bile ileri sürülebilir. Bir başka deyişle, toplumun bir çoğunluk olarak barındırdığı manevi tiran, yarattığı görünmez el bireyler aracılığıyla "ısırılma kaygısı"nı aynı toplum içinde yineleyip durur. Neredeyse iktidara gerek bile kalmayacak şekilde. Bunu medya, söylenti ve bizzat edebiyatçılar eliyle yapar. Dolayısıyla sanatçının göstermelik olarak girdiği veya esası o zannettiği şu klasik muhaliflik tavrı oldukça güdüktür. Düşmanını tanımıyordur. Sanatın en büyük düşmanı sanat anlayışlarıdır. Şairlerin en büyük düşmanı da yaygınlaştığı oranda toplumda meşrulaşan ve toplum eliyle yine şaire baskı yapan şiir anlayışlarıdır. Şairin özgürlüğü, yazma anında en çok onunla temas halinde olan bu en yakın tehditle sınırlanır. Hemen örnek verelim. Günümüzde Türk şiir ortamında görülen sözlü kültüre dönüş meyli, şiirin yazılma anına mahsus metinselliği postmodernlik, karmaşıklık, anlaşılmazlık vb. pek çok yerli yersiz ithamlarla öcü gibi göstermiş, bu konuda da medyayı yanına alabilmiştir, çünkü tüm medya türleri sözlü kültürü daha kolay dönüştürebilmekte ve kullanabilmektedir. Toplumda çoğunluğu teşkil eden taraf da sanatsal olanı kendi selameti için çeşitli yollarla şeffaflaşmaya çağırır. Buradaki şeffaflık anlaşılırlık, arı dil, sadelik, basitlik arzusu, herkes gibi olan bir şair tiplemesi olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla talep edilen metin (görünüşte metin; fakat sesletilebilir olması gözetilen, günlük konuşma dilini gözeten dize toplamı demek daha doğru) kodları toplumsal olarak uzlaşılmış ortak kodlar olan ve okurun algısına/çabasına muhtaç olmayan "kendinden okunaklı" / hatta zaten okunmuş bir metindir. Bu kamusal bir dildir. Çok azı hariç şairler bu çağrıya bigâne kalamaz. Çünkü öbür sapakta bu toplum tarafından tüketilmeme tehdidi/dolaylı olarak "antoloji dışı" bırakılma tehdidi olduğu ima edilmektedir. Tüketilme anını hesaplayan, şair olma idesini şuurla taşıyıp duran bir şair peşinen bu ölümcül arzulara tutsaklığını ilan etmiştir. Esasen şairin yayılma/kabul görme arzusu kınanması gereken bir arzu değildir, onu şiirsel sıçrama anlarından mahrum etmediği sürece. Çünkü mucize o anlarda saklıdır. "Özgüllük matrisi" Aksi halde onun bir mahkûmdan tek farkı zincirlerini içinde sürükleyip durmasıdır. Sonuçta yaratacağı şiir de günün dergilerinin elverdiği oranda ve zamanın koşullarına mukabele edecek bir kamusal dile teslim olacaktır. Bu dil bir devir gündelikle bezenip başka bir devir folklorik unsurlara kapı açabilir, başka bir devirdeyse siyasi göstergeleri taşımayı kendisi için ikbal olarak görebilir. Siyasal baskı döneminde yine güce boyun eğme gereği olarak harcıâlem olandan uzaklaşabilir fakat bu defa salt bir muğlâklaşmadır çoğunlukla, bir tür şifredir. Ancak burada halen şiir dili, kamusal koşulları gözetmeye devam ettiği için özgürleşemiyor, yaratması beklenen "özgüllük matrisi" ortada görünmüyordur. Uzağa gitmeye gerek yok. Çıkışlarında 'şiire dönüş' yapmaları ile bilinen '80 kuşağından bir şair, Adnan Özer davetli olduğu bir şiir toplantısında "Şiir dili yazılı kültürden gelmiyor. Biz o zamanlar öyle bir zehaba kapılmıştık. Aslında şiir konuşma dilinden geliyor ancak şair tarafından dönüştürüldüğü için biz onu önce tanıyamıyoruz." diyebilmiştir. Ve devamında algıladığı tehdidi ve çareyi de şöyle ortaya koymuştur: "Şiiri konuştuğumuz dilden çıkartırsak bir tarafa savrulur gideriz. Kibirli, bozuk ifadeler de böyle ortaya çıkar. Bu yüzden halkın evde konuştuğu dile döneceğiz, başka çare yok." Çünkü Özer muhtemelen gençken özgürce sergilediği şiir eyleminin mukavemetle karşılaştığını görecek kadar şiir görgüsüne sahiptir. Şairin savrulup gitmektense, çareyi, yazılı kültüre alışamadığı için prospektüs okumaktan mahrum halkın bağrına dönmekle ifade etmesi; edebî girişimi kamulaştırma, şiiri dış koşullara mahkûm etme değilse nedir? Bu durumda kim kimin hizası olacak? Kim kimi vizyonunu yükseltmek için kullanacak? Elbette şair olmalıydı bunun yanıtı. Şair, şair olmayı gözetmekten vazgeçtiği oranda geleceğe dair kaygılardan, dış dünyadan, adına dair kaygılardan özgürleşeceği için –bunun için insanlardan kopması gerekmiyor- yarattığı esere başka herkesten radikal biçimde ayrılan kendi doğasını katabilir. Bir ucu şiir nihilizmine varan kamusallaşmaya karşı inatla şiirini öylece, mizacı tam da nasıl istiyorsa öyle ortaya koyabilir. (Yeni Şafak Kitap)