Batıl inançlar şehir efsanelerine dönüşüyor

Cehennemden gelen sesler, bulunan dev iskeletler, Kaptan Cousteau’nun Müslüman oluşu, Edison’un ampulü Kuran'ın Nur Suresi’nden çıkarması ve daha niceleri... Peki kim üretiyor, kimler inanıyor bu modern hurafelere?

ABONE OL
GİRİŞ 21.06.2004 11:29 GÜNCELLEME 21.06.2004 11:29 GÜNCEL
Batıl inançlar şehir efsanelerine dönüşüyor
Batıl inançlar şehir efsanelerine dönüşüyor

Turkuaz bu hafta modern hurafeleri ve şehirf efsanelerini sorguladı. İşte sonuç: ‘Batıl inanç, şehir efsanesine dönüşüyor, Modernizm kendi hurafesini üretiyor:



Kaptan Cousteau’nun Cebelitarık’ta birbirine karışmayan iki akıntıyı keşfedince Müslüman olması, Edison’un ampulü Kur’an-ı Kerim’in Nur Suresi’nden çıkarması, ABD eski başkanlarından Kennedy’nin Müslüman olduğu için CIA tarafından öldürülmesi; Neil Armstrong’un uzayda ezan sesini duyması ve daha onlarcası...



Geçtiğimiz haftalarda, medyada da yer alan ‘cehennemdekilerin çığlıklarını içeren ses kaydı’ ve ‘Ad kavminin varlığını doğrulayan 35 metre boyundaki insan iskeletinin dini içerikli ‘şehir efsaneleri’nin arasına tam katılacaktı ki haberler yalanlandı ve ‘şehir efsaneleri sözlüğü’ iki hikâyeden mahrum kaldı.



Geleneksel menkıbelerden farklı olarak modern çağın kahramanları ve teknolojisi ile üretilen ve ‘hakikat’i gözle görülür, kulak ile işitir olanla açıklama gayreti içine giren bu hikâyeler, hangi ihtiyaçlar sebebiyle üretilir? Bu hikayeler, modern bakış açısını içselleştirdiğimizi, dinî, itikadî konuları somutlaştırma eğiliminde olduğumuzu mu gösteriyor? Yazar Dücane Cündioğlu, dinî içerikli şehir efsanelerinin ‘bilimsel’ nitelikli hikâyelere dayanmasını şöyle açıklıyor: “Çünkü Müslümanların özgüveni ve üstünlük duygusu yaklaşık iki asırdır süren “bilimsel hikâyeler” ile zayıflatıldı. Bu özgüven, ne gariptir ki yine benzer “bilimsel hikâyeler” aracılığıyla yeniden inşâ edilmek isteniyor.”



Peki reenkarnasyondan parapsikolojiye, telepatiden telekineziye uygulayıcılarını ve ilgililerini daha çok Amerika’da ve Batı ülkelerinde bulan seküler ‘bilimdışılık’lara ne demeli? Yazar Ali Bulaç, bu bilgilenme yöntemlerini, modern paradigmanın çöküşü ve yerine doğru olmayan başka bir şeyi ikame etmesi olarak açıklıyor: “Modern paradigma, bilimsel bilgi ile açıklayamadığı yerde, dinin güvenilir bulgularına başvurmuyor ve aslı astarı olmayan şeyler öneriyor. Böylece kendi hayatiyetini dinin güvenilir bilgisinden korumuş oluyor; ancak insanın sorunlarına çözüm de üretmiyor.” Psikiyatrist Kemal Sayar ise üretilen şehir efsanelerinin psikolojik açıdan değerlendiriyor: “Efsaneler ruhlarımızın gediklerini kapatmaya yarar.”



MODERN DÜNYANIN MODÜLER HURAFELERİ



Geçtiğimiz haftalarda internet sitelerinde ve e-posta adreslerinde dolaşan bir ses kaydı, kısa sürede sanal alemin dışına taştı. Batı’da ve Amerika’da dindar Hıristiyarlar arasında konuşulan ve Batılı magazin gazetelerinin yayınlarıyla da kısa sürede yayılan haber, cehennemin sesinin kaydedildiğiydi. Güya 1990’lı yılların ortalarında Sibirya’da petrol sondajı yapmak için yer yüzeyinin 14,5 km. altına indirilen ses kayıt cihazı, insan çığlıklarından oluşan ürkütücü bir ses yumağını kaydetmişti. Kısa bir süre sonra, benzer nitelikte ikinci bir haber geldi: Suudi Arabistan’da boyu 35 metreye yakın bir insan iskeleti tesadüfen bulunmuştu. Arap medyasında da genişçe yer alan haberde, devasa iskeletin fotoğrafı yayınlanmış, Kur’an’da zikredilen ve irilikleriyle tanınan Ad kavminden birine ait olduğu yönünde yorumlar yapılmıştı.



Cehennemin ses kayıt teknolojisi ile ispatı ya da Ad kavminin bir üyesinin iskeletinin bulunarak Kur’an ayetlerinin tasdiki, ilginç olayların ve müthiş gerçeklerin açıklandığı muhabbetlerin konusu olacaktı ki iki haber de erken yalanlandı. Sibirya’da yapılan araştırma doğruydu ancak sözü edilen bir ses verisi bilgisayar marifetiyle gerçekleştirilmişti. Dev iskelet görüntüsü ise, katılanlardan ‘arkeolojik bir muziplik’ yapması istenen bir yarışmaya gönderilmiş ve bilgisayarda ‘photoshop’ programı ile yapılmış bir çalışmaydı.



Gazete sayfalarını da süsleyen bu hikayelere benzer onlarca hikaye dolaşıyor muhabbetlerimizde... Batı halkbilim terminolojisinde “urban legends’ diye adlandırılan ve Türkçeye ‘şehir efsaneleri’ olarak çevrilen anlatı türünün örnekleri o kadar çeşitli ve tür o kadar zengin ki hikayelerin derlendiği kitaplar bile var. “Bizim bir tanıdık anlattıydı”, “Benim bir arkadaşım görmüş” ya da “Bir arkadaşın arkadaşının başından geçmiş” girizgahı ile başlayan ilginç hikayeler sadece dini içerikle sınırlı değil. Japonların her şeyin küçüğünü yapmalarına kızan İtalyanların kibrit kutusu kadar bir ‘ferrari’ yapıp Japonlara göndermesi ve Japonların da bu mini makete ‘piooner’ marka teyp ve kolon döşeyip geri göndermesinden tutun da tükürmek için araç kapısını açan minibüs şoförünün düşmesine kadar, anlatanın ‘bir arkadaş’ının şahit olduğu; ama hiç kimsenin görmediği pek çok ilginç hikaye anlatılır. ‘Hiç birine inanmadım, inanmam’ demeyin, şehir efsaneleri o kadar çeşitli ki hemen her meşrebin, herkesin inanabileceği türden, her şehre, her semte özgü bir efsane mutlaka var. Türün içinde dini içerikli olanları da genişçe bir yer tutuyor.



Farklı hurafeler dizgesi üretmek zorunda kaldık



Kaptan Cousteau’nun Cebel-i Tarık’ta birbirine karışmayan iki akıntıyı gördükten sonra Müslüman olması; Edison’un ölmeden kısa bir süre önce ‘Ampulü nasıl buldun?’ sorusuna karşılık, cevabın özel kasasında olduğunu söylemesi ve kasadan Nur Suresi’nin mealinin çıkması; Amerikalı bilimadamlarınca üç din ile ilgili bütün verilerin, IBM’e sipariş edilmiş çok gelişmiş bir bilgisayara yüklendikten sonra bilgisayara ‘üstün din hangisi?’ sorusunun sorulması ve bilgisayarın 19 gün çalıştıktan sonra hoperlöründen ‘Lailâhe illallah’ cevabını vermesi; ABD başkanlarından Kennedy’nin müslüman olduğu için de CIA tarafından öldürülmesi; Neil Armstrong’un uzayda ezan sesini duyması; Hazreti Peygamber’in Ay mucizesini doğrular bir şekilde Ay’ı ikiye bölen çizginin tespit edilmesi... Bu rivayetler, dini içerikli şehir efsanelerinin en bilinenleri.



Geleneksel menkıbelerden çok farklı bir durum arzederek ‘akıl çağı’nın, kahramanları ve teknolojisi ile üretilen ve ‘hakikat’i gözlemlenebilir olanla açıklama gayreti içine giren bu hikayelerin üretilmesinin arka planında hangi ihtiyaçlar ve düşünceler var? ‘Her hakikatin bir hurafe, her hurafenin bir hakikat olabileceğini layık-ı veçhi ile takdir edebilecek ve her hurafenin zerresini dahi feda etmemek hakşinaslığını gösterecek’ olanları muhatap alarak ‘Hakikat ve Hurafe’ adlı kitabını yazan Dücane Cündioğlu’na sorduk. Cündioğlu, dinî içerikli şehir efsanelerinin hemen hemen tamamının, ‘bilimsel’ nitelikli hikâyelerin teşkil etemsinin boşuna olmadığını söylüyor ve “Çünkü müslümanların özgüveni ve üstünlük duygusu yaklaşık iki asırdır ‘bilimsel hikâyeler’ ile zayıflatıldığından, bu özgüven, ne gariptir ki yine benzer ‘bilimsel hikâyeler’ aracılığıyla inşâ edilmek isteniyor; yani tepki, etkinin cinsinden veriliyor.” diyor. Cündioğlu’na göre bir toplumun özgüveni ve üstünlük duygusu hakikat ile tesis, hurafe ile temsil edilir; zira her hurafe bir temsildir ve her din, her ideoloji, her dünya görüşü temsillere ihtiyaç duyar: “Bizim hurafelerimiz, bizim hakikatlerimizi temsil eder; onların hurafeleri ise onların hakikatlerini... Bu nedenle simgelerin kendilerini değil, temsil ettikleri imgeleri dikkate almalı ve hurafelerini terkedenlerin, bir süre sonra hakikatlerini de terkedeceklerinden asla kuşkulanmamalıyız. Hakikat dizgelerini değiştirenler, ister istemez hurafe dizgelerini de değiştirirler. Nitekim böyle de oldu ve uzun bir zamandan beri farklı bir ‘hakikatler dizgesi’ne eklemlendiğimiz için, bugün farklı bir ‘hurafeler dizgesi’ üretmek zorunda kaldık. Evet, bu hurafeler bize ait değil, çünkü temsil ettikleri hakikatler bizim hakikatlerimiz değil.”



Modern zamanların kahramanları ve teknolojileriyle bir anlamda ‘hakikat’in test edilmesini ve ve bu testin olumlu sonuç vermesini içeren bu tür şehir efsaneleri ile ilgili sosyolog ve yazar Ali Bulaç’ın tespitleri ise şöyle: “Pozitivist bakış açısının halen devam ettiğini, bizim de pozitivist bakış açısıyla bakmaya başladığımızı, somutlaştırmadıkça inanmaya değer bulmadığımızı gösteriyor. Oysa iman görünmeyene inanmaktır. Oysa pozitivizm, görünmeyene inanmamayı telkin eder. Bu yüzden de anolojiler yapılıyor ve aslı astarı olmayan şeylerin dinde karşılığı bulunmaya çalışılıyor. Çağımız, dünya tarihinde hiç olmadığı kadar hurafelerin en çok olduğu ve itibar edildiği bir çağ. Müslümanlar bu türden hurafelere inanmamalı ve vahyin getirdiğini dikkate almalıdırlar.”



Modern hayat kendi hurafelerini üretiyor



Reenkarnasyon düşüncesi, telepati, telekinezi, durugörü ve parapsikoloji gibi insandaki psişik güçler aracalığıyla şimdiki zamanı ve geleceği algılama çalışmaları yapan kimi bilgilenme biçimleri ve gizemli fotoğraflar... Uygulayıcılarını ve ilgililerini daha çok Amerika’da ve Batı ülkelerinde bulan bu farklı bilgilenme yöntemlerine nasıl bakmalı? Ölçülebilir ve gözlemlenebilir her türlü bilgiyi gözden çıkaran modern düşünce, pozitivist bakış, kendi ‘zararsız’ efsanelerini ve hurafelerini mi üretiyor?



Ali Bulaç, 19’uncu yüzyılda bilimin kesinlik ifade ettiği yönündeki inancın hayli kuvvetli ve yaygın olduğunu, 20’nci yüzyılın sonlarına gelindiğinde ise bilimin hiç bir şekilde kesinlik ifade etmediğinin anlaşıldığını, insanın varoluşuna, hayatının anlam ve amaçlarıyla ilgili temel ihtiyaçlarına cevap vermediğinin ortaya çıktığını belirtiyor. Postmodern zamanlarda bilimin dışında, din, mitoloji, sanat ve astroloji gibi farklı bilgi kaynaklarına başvurulduğunu, bunun sonucunda da çeşitli cevaplar bulunduğunu söyleyen Bulaç şöyle diyor: “Bu durum, modern paradigmanın çöküşüdür ve yerine doğru olmayanı ikame etmesidir. Modern paradigma, bilimsel bilgi ile açıklayamadığı durumda, dinin güvenilir bulgularına baş vurmuyor, astroloji, parapsikoloji gibi yeni hurafeler ve aslı astarı olmayan şeyler öneriyor. Böylece kendi hayatiyetinin devamı için, dinin güvenilir bilgisinden kendini korumuş oluyor; ancak bu türden bilgilenmelerle insanın sorunlarına çözüm de üretmiyor. Amerika’da bugün bilinen 450 mesih kurtarıcı türemiş durumda. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra Rusya’da da kurtarıcı mesihlerin sayısı hızla artmaya başladı. Bu da bunun bir göstergesi.”



Kemal Sayar (Psikiyatrist)



Efsaneler ruhlarımızın yaralarını pansuman yapar



İhtida konulu şehir efsaneleri ona inanan insanlarda bir özgüven eksikliğine işaret ediyor. Modern hurafelere bel bağlıyanlar, içten içe, inançlarını ancak dışarıdan gelebilecek bazı onaylarla kabul edilebilir bulan kimselerdir. Bu hurafelerde teknik, imrenilesi bir değer olarak karşımıza çıkmakta ve ancak tekniğe söyletilmek suretiyle ‘hakikat’ onaylanmaktadır. Bizde olmayan ama ‘onlar’da olan şey, onları ‘biz’e galip getiren şey önemli bir şeydir bu tasavvura göre ve o aygıt, yani teknik, bizim inandıklarımıza teslim olursa onunla hesaplaşmamıza gerek yoktur. Mesele böylece kısa yoldan halledilmiş olur. ‘Beni yenen de benim üstünlüğüme inanıyor’ diyen bu düşünce; medeniyet yarışında geride kalanların günahlarını, tembelliklerini ve kusurlarını temize çıkarmaya yarar. Buradaki ihtiyaç ‘kısa yoldan köşeyi dönme’ ihtiyacıdır. İngiliz atasözü ‘ gören inanır’ der, ya da ‘ gördüğüne inanırsın’. Bu efsaneleri birleştiren payda ‘düşmanın en büyük silahı’ tekniğin karşısındaki ipnotize olmuş ruh durumudur. Soru soramayan mazlumlar zalimle özdeşleşirler, bu kadim bir psikolojik savunma mekanizmasıdır. Efsaneler ruhlarımızın gediklerini kapatmaya yarar. Yaralı taraflarımıza pansuman yapar. Bizi bir süreliğine de olsa güçlü ve kazanan tarafta olduğumuz hissiyle oyalar. Oysa iyileşmek, bir uygarlığın kendi yaralarını tüm acılarına katlanarak cerh etmesiyle mümkün olabilir.



Dücane Cündioğlu (Yazar)



Batı’nın razı olacağı pozitivist hurafeleri içselleştirdik



Kur’an’ın, müminlere, “İnandığınız için en üstün olan sizsiniz!” şeklindeki hitabı, hem de asırlar boyunca muhatabları açısından aslâ manevî ve psikolojik bir tesellinin ifadesi olarak görülmedi; bilakis bu üstünlük, müslümanlar nezdinde, yaşadıkları hayatın içerisinde fiilen gerçekleştiğini, defalarca tahakkuk ve tezahür ettiğini gördükleri apaçık bir hakikatti. Bu insanlar hakikate, İslâm’ın hakikatlerine inanıyorlardı ve bu yüzden de maddî-manevî, her türlü ‘üstünlüğü’ hak ettiklerini düşünüyorlardı. Ne var ki XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren onlara, “Başka bir nedenden dolayı değil, sırf inandığınız için üstün değilsiniz” denmeye başlanmıştı ki bu söylemin en özlü ifadesi ‘İslâm mâni-i terakkidir!’ sloganıdır. Nitekim bu sloganı yaygınlaştıran Fransız oryantalist Ernest Renan’ın 1883’te Sorbonne’da verdiği “İslâm ve Bilim” adlı konferans, müslümanların ‘üstünlük’ duygularını incitmek amacıyla yapılan saldırılara ciddi bir mesned teşkil etmiş ve mezkur konferans bu konuda hayli geniş bir literatürün oluşmasına neden olmuştur.



Batı’nın bu tür saldırıları karşısında ve siyasî/askerî yenilgilerin de etkisiyle ‘üstünlük’ duyguları gittikçe zayıflayan İslâm dünyasında ister istemez bazı tepkiler gelişmiştir ki “İslâm’ı hurafelerden arındırma” edebiyatı bunların başında gelir. Nitekim bu süreçte saldıran tarafı rahatsız eden düşünceler “geleneksel hurafeler” adı altında terkedilirken, Batılıların razı olabileceği pozitivist yaklaşımlar “modern hurafeler” aracılığıyla içselleştirilmiştir.

YORUMLAR İLK YORUM YAPAN SEN OL

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR