Oktay Ekşi'nin 28 Şubat pişmanlığı

Hürriyet Gazetesi Başyazarı ve Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi, 28 Şubat sürecinde gazetecileri damgalayan 'andıç' belgelerine destek vermekle hata ettiğini söyledi.

ABONE OL
GİRİŞ 14.03.2005 07:15 GÜNCELLEME 14.03.2005 07:15 GÜNCEL
Oktay Ekşi'nin 28 Şubat pişmanlığı
Oktay Ekşi'nin 28 Şubat pişmanlığı

Oktay Ekşi 28 Şubat sürecinde yaşadıklarını Zaman'dan Nuriye Akman'a anlattı:


Yanlış bilgilendirilme yahut başka bir sebeple, daha sonra yanıldığınızı fark ettiğiniz, niye öyle yazdım diye içinize dert olan olaylar oldu mu?

Oldu. 97 yılıydı, yazı işleri toplantısına bomba gibi bir haber geldi: Şemdin Sakık Kuzey Irak’ta yakalanmış, Türkiye’de sorgusu yapılmış. İfade verirken demiş ki, “PKK ile işbirliği yapan gazeteciler var.” O kadar rahatsız oldum ki ertesi gün “Kim bu alçaklar? Çıksın ortaya. Türk kamuoyunun onları bilmeye ihtiyacı var.” diye yazdım.

Takip eden birkaç gün içinde medyaya Genelkurmay kaynaklı baskılar olduğuna dair haberler çıktı. Baskının kaynağı Çevik Bir ile Erol Özkasnak. Duyduk ki, Mehmet Barlas, Mehmet Ali Birand, Sabah Gazetesi’nden kovulmuşlar. Cengiz Çandar da kovulmuş mu, kovulmamış mı belli değil; ama onun da başına bir şey gelmiş. Yazma kardeşim mi demişler, bir iki daha laf var ama net değil. Sabah Gazetesi’nden meslektaşlarımız böyle ayrılınca ‘demek onlarmış Şemdin Sakık’ın söyledikleri’ sonucu doğdu kafalarda. Eğer gitti de PKK ile işbirliği yaptıysa benim gözümde canı cehenneme, onlarsa onlar diye baktım olaya.

Ve öyle olmadığı ortaya çıktı...

Aradan zaman geçti. Şemdin Sakık’ın DGM’deki duruşmasını izleyen muhabirden haber geldi. Bir de baktık ki Sakık, “Ben böyle bir şey söylemedim.” diyor. Dünyam yıkıldı. Ertesi günkü yazımda aldatıldığımızı, çok üzüldüğümü ifade ettim ve özür diledim. Zaman geçti, bu konu şu veya bu şekilde tekrarlandı. İkinci bir defa daha özür diledim. Maalesef o dönemde tipik bir disinformation örneğine alet olduk. Sonra Nazlı Ilıcak milletvekili oldu, Yeni Şafak’ta yazıyor. Andıç diye bir mesele çıktı ortaya.

O disinformation tertibinin teknik terimi meğer Genelkurmay’da andıçmış. Kendi aralarında yazışırlarmış. ‘Şu gazetedeki adamı böyle yönlendirirsek, bu gazetedekini korkutursak, şunu kovdurursak iyi olur’ diye birtakım senaryolar düşünmüşler o erişilmez dehalarıyla! Ve buna bizi de alet etmişler. O zaman tekrar yazmak zorunda kaldım. Şimdi ne olduk; andıççı gazete olduk. Böyle bir etiket yapıştırıldı üzerimize. Ama okuyucuma, kendime, meslektaşlarıma karşı bunu ispat etmişim. Kimse bunu duymak istemedi. Ama asıl ağırıma neyin gittiğini söyleyeyim. Hasan Cemal, Kürtler diye bir kitap çıkarttı. Bana da gönderdi. Karıştırırken baktım ki, indekste adım var. Oradan sayfaya geldim. Baktım ki ‘Oktay Ekşi arkadaşları ile ilgili olarak böyle yazdı. Onlar da işte Mehmet Ali Birand, Cengiz Çandar, Mehmet Barlas’tı.’ diyor. Ve burada kesiyor.

Özür dilediğinizden bahsetmiyor.

Evet. Açtım Hasan’a dedim ki: “Sen deneyimli bir gazetecisin. Aynı mesleği paylaşmaktan keyif duyduğumu yüzüne de söylemiş, gıyabında da ifade etmiş biriyim. Senden bekleyeceğim bir şey vardı. Yazdın, tamamını yaz. Yarıda kestiğin zaman resmi, beni andıççı olarak damgalayanlar arasında görüyorsun.” Hasan bunu telefonda duydu. Daha sonra bir röportajda da ifade ettim. Yine özür dilemedi. Eğer kitap baskılar yaptı da değiştirdiyse, ondan da haberim olmadığını söyleyeyim. Pişmanlık veya üzüntü. Hangisi daha doğru ifade eder bilmiyorum. Ama bana düşeni yaptığım düşüncesi içindeyim.

28 Şubat zor bir süreçti. Pek çok insan basın eliyle karalandı. Basın kendiyle hesaplaşmadı. Anlatın, başka neler döndü?

Türk basınının baskı rejimlerinde iyi sınav vermediği bir gerçektir. Türk basını kendi evlatlarını çok kolay kurban etmiştir.

Ya o dönemde kurban edilen masum vatan evlatları?

Elbette basın dışında mağdur olanlar da vardır. Basın üstün gördüğü otoriteye çok çabuk boyun eğmiştir. 1831 yılı Takvim-i Vekayi’nin çıktığı tarih. 2005’teyiz. Gerideki yaklaşık, 180 sene boyunca basının kendi özgürlüğünü savunma refleksini gösterdiğini ortaya koyan fazla olay yok. Gazetelerin işverenleri bir kere, 1961’de ortak hareket ettiler, üç gün gazetelerini çıkartmadılar. Ne için? “Yeni bir yasa çıktı. Çalışanlar sosyal güvenceye kavuşacaklar, kıdemleri nedeniyle bizden tazminat alacaklar. E biz bunlara haklarını vermek zorunda kalacağız.” diye. Basın özgür olsun, insanlar ifade özgürlüğünden yararlansın, memlekette demokratik rejim işlesin, hukukun üstünlüğü diye bir kavram yaşamımıza girsin diye bir dertleri olmamıştır.

Bugün de çok farklı değil diyorsunuz.

Pahalı teknolojiler, büyük tirajlar, büyük sermayeyi, tabii iş dünyasını da medya dünyasının içine soktu. Birileri bu yüzden çok hayıflanıyorlar. Ben onlardan değilim. Aman iş dünyası girdi, mahvolduk, gazetecilik temizdi eskiden diyorlar. Berbat idi, temiz gazetecilik yoktu, rezildi. Geriye baktığınız zaman ahlaksızlığın daniskası vardır şanlı basın tarihimizde. Şu anda, isimler, rakamlar değişerek şu veya bu şekilde benzer bir durum var.

Demek ki hâlâ günah çıkartılmadı.

Hangi mercide çıkarılacak ki, bana onu bir söylesen de gidip orada çıkarsak. Yani hangi kilisede hangi camide günah çıkarılacak?

Topu taca atmayalım. Oktay Ekşi kitap yazsın anlatsın, ne ...lar yendiğini...

53 senem geçti bu meslekte. O 53 sene içinde tanık olduğum rezilliklerin failleri ahlak kitapları yazıyorlar ve aleme ahlak dersi veriyorlar. Yani oturup yazacak mısın ‘sen şu tarihte şu rezilliği yapmıştın’ diye? Belki bir gün yazarsam, öldükten beş on sene sonra yayınlanmak üzere bırakabilirim.

Niye sağken, bunların rahatça tartışılmasını göğüslemiyorsunuz?

O benim işim değil. Üzerimde epey bir yük var. Burada görevim var. Basın Konseyi başkanıyım. Dünya Basın Konseyleri Birliği’nin başkanıyım. Ayrıca kendi doğduğum yörenin sorunlarıyla meşgul birisiyim.

Bir çağrı yapmak ister misiniz? 28 Şubat döneminde görev alan gazetecilerin hangi düzey, hangi sıfatla olursa olsun bütün bildiklerini ortaya dökmeleri ve o dönemle hesaplaşmaları için?

Birisi bunu yaparsa, ben bana düşeni yapmak isterim. Bunu benden isteyeceğine, bu memlekette 27 mi, 28 mi, 29 mu, iletişim fakülteleri var. Öğretim üyeleri çok güzel maaş alıyorlar. Niye araştırma yapmıyorlar, sorsana onlara. Asıl iş onların. Ben tarafım. Ben bir gazetenin personeli olarak görev yaparken, hangi güçle, hangi tarafsızlık ve bilimsellik iddiasıyla böyle bir şey yapabilirim? Öğretim üyeleri araştırsınlar. Bak Simavi ailesi için İrem Barutçu buraya beş kere geldi. “Bildiğinizi söyler misiniz?” dedi. Söylerim dedim. Çok düzgün bir şekilde mülakat yaptı. Her şeyi düzgün bir şekilde çıktı. Birileri de çıksın bu konuyu araştırsın, biz de bildiklerimizi anlatalım.

Cüneyt Arcayürek bir kitabında sizin bir rektör atamasında cumhurbaşkanı nezdinde lobi yaptığınızı yazıyor.

Samsun’daydım. Rektör Naci Gürses beni ağırlamak istedi. Rektörlük seçimi var o günlerde. Bana anlattı ki ‘Çankaya Osman Çakır’ı istiyor’ diye YÖK üyelerine bir yönlendirici mesaj gelmiş. Rektöre dedim ki ben bir araştırayım ve haksızlığın giderilmesine çalışalım. Cüneyt Arcayürek’e bu şekilde bir telefonum oldu. İşte bu telefon yıllar sonra Cüneyt Arcayürek’in hangi meslek etiği açısından açıklayabildiğini bilemediğim bir şekilde kitabına yansıdı.

Bir gazetecinin bir rektörlük seçimine karışması etik olarak tartışılmaya değmez mi yani?

Tabii değer. 53 sene içinde bir bu var. Onu başkalarına sormak lazım. Yahut bir tane yapmak doğru mu, değil mi diye. Aksi, üniversiteyi Türk-İslam sentezi diye bilinen cereyanın eline teslim etmek olurdu.

Size ne? Fikrinizi sonradan yazarsınız.

Tamam, ben savunmuyorum. Bu mazur görülür, görülmez. O ayrı bahis. Ama karşı karşıya bulunduğumuz tabloyu aktarıyorum. Nitekim sonra o zatın siyasi eğilimleri nedeniyle bunun doğruluğu ortaya çıktı. Benim lehinde teşebbüste bulunduğum rektör, ki ikinci dönemini yaşayacaktı rektörlükte, tam YÖK Yasası’nın istediği Atatürk devrimlerine saygılı bir rektördü. Tercih yapma şansım varsa, elbette o yönde ağırlık koymak bir vatandaşlık görevi diye bunu üstlenmişim.

Sizin bir olayınız daha var! Yaşar Nuri Öztürk’ün dekan olarak atanmasını da siz sağladınız.

O da aynı şey. Yaşar Nuri geldi bana. Profesör mü olamamıştı yoksa dekan mı hatırlamıyorum. Dedim ki ‘hoca sen üzülme.’ İstanbul’da ilahiyat fakültesi kağıt üzerinde varmış da fiilen yokmuş. İlahiyat fakülteleri de bence ihtiyacın on misli sayıda. Yenisi açılacak ne olacak? Fonksiyonsuz olarak, kağıt üzerinde kalmış ilahiyat fakültesi, benim anlayışıma daha uygun diye düşünerek dedim ki bana düşeni memnuniyetle yaparım. İlahiyat fakültesini en kolay teslim edeceğimiz, laik sistemle kavga edecek eldir. Böyle olmayan birini bulmuşum, onu desteklemeyip de kimi destekleyeceğim? Cemi Demiroğlu’na telefon açtım, dedim ki ‘Dekan olması için birisini arıyorsanız Yaşar Nuri Öztürk çok uygun bir isim.’ O da “Memnuniyetle, gelsin bana.” dedi. Gitti Yaşar Nuri. Olay tamamlandı. Ve iyi de yapmışız. Yaşar Nuri benim anlayışıma uygun bir dekanlık yaptı orada.

Şimdi bunları okuyan pek çok insan..

Bana kızar.

Daha kötüsü, bizim için de lobi yap, bizi de şuraya yerleştir der.

Desin. Eğer böyle bir istisna teşkil edebiliyorlarsa, belki yaparım da. Laik cumhuriyeti koruma söz konusu olduğu zaman beni sadece tribünlerden olayları seyreden adam olarak göremezsin.

Yeni TCK’nın olumlu yanları var mı desteklediğiniz?

Var tabii. Kişilik haklarının korunması ile ilgili hükümler getirdi. Ben elimde kalem, omuzumda fotoğraf makinesi istediğim adamı damgalayacağım, üzerine soru işaretleri koyacağım. Ertesi gün de aslanın önüne atılmış yem gibi, okuyucunun önüne atacağım. Böyle bir şey yok. Bu haydutluktur.

Basın meslek ilkeleri belli. Buna rağmen bunların olabilmesini nasıl açıklıyorsunuz?

Yasaların yeterince kişilik haklarını korumaması ve mesleğimizde yetki sahibi olan ara kademenin yeterince profesyonel olmamasıyla. İletişim fakültelerinde maalesef basın dünyasına düşman olmayı öğreterek çocuklara senelerini harcattırıyorlar. Şimdi hababam usulüyle gazeteciliğe girmiş, hababam usulüyle çalışmış, hababam usulüyle belli noktaya gelmiş adamlar, iyisini bilmediği, insan onuruyla oynamanın bedelini hiçbir zaman ödemediği için böyle oluyor. Türkiye’de kişilik haklarına en çok saldıran mekanizma polistir. Polis birini hırsız, ırz düşmanı diye gösterir gazeteciye. Gazeteci de bu bilgiyi kaynak göstermeden getirir gazetesine. Yayınlanınca da birisinin kişilik hakkı zedelenmiş olur.

Peki yukarıdakiler ne yapıyor, bütün suçu ara kademedekilere mi yükleyeceğiz?

Hayır. Birinci derecedeki sorumluluk, elbette ki yukarıya ait.

Niye kötüler elenemiyor?

Elindeki insan malzemesi bu.

Arka sayfa güzellerini beğeniyor musunuz?

Kadın, dünyanın en güzel yaratığı. Yüzde 99’undan keyif duyuyorum.

Ama o güzellerin haber değeri yok.

Bir doğum gününde evlere gönderdiğimiz bir teşekkür çiçeğinin de gıda değeri yok.

Ne alaka! Gazetenin her santimetre karesinin habere ayrılması gerekmez mi?

Hiç öyle bir mecburiyet yok.

Öyle mi? Ben öyle öğrenmiştim okulda.

Bence sen o öğrendiğini bir gözden geçir.

O güzelleri siz seçmek ister miydiniz?

Niye istemeyeyim? Yazı işleri toplantısında bu arka sayfa güzelleri için bazı arkadaşlar, abi sen bilirkişi sıfatıyla şunlara bir bak filan derlerdi. Şimdi söylemiyorlar. Niye bilmiyorum. Bilirkişi iddiasında değilim, ama onları her zaman görmekten çok mutlu oldum.

Bir ölçünüz var mı?

Cinsellik ve estetik, ikisi birlikte olacak. Sırf estetik olunca, şu odamda gördüğün resim de estetik; ama...

Sizi düşündüğümde pötikare şapkanız, Burberry pardösünüz geliyor aklıma. Adeta bir lord gibi.

Estağfirullah. Sırf Oktay Ekşi olmak yetiyor bana. Önemli olan hangi noktada dengeyi kurmuş olduğun. O dengenin kurulduğu noktada mesele bitiyor.

Bu kadar da dengeli olmak, yani ot gibi bir yaşam değil mi?

Aynen dediğini söylüyorum. Kerrat cetveli gibi olmak çok kötü bir şey. Keşke birtakım çılgınlıklar, zıpırlıklar devreye girse. Günah işleme keyfi olsa. Birilerinden bir şeyler saklama ihtiyacını duysam. Bir gün bana bir dostum dedi ki, “Oktay üç haftadır perişanım.” Hayrola dedim. “Üç haftadır karıma yalan söyleyemedim.” dedi.

Demek günah işlemeye bir özleminiz var?

Tabii tabii. Var.

Ne engelliyor sizi?

Kendim. Artık yaşam dengem böyle kuruldu. Bundan sonra hoşuma gidiyor diye içimden geçenleri yapmaya kalksam sadece rezil olurum. Rezil olmaktansa böyle kalmak daha iyi.

YORUMLAR İLK YORUM YAPAN SEN OL

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR