Batılı olmayanlar için tarih yeniden yazılıyor
Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Prof. Dr. İbrahim Kalın'ın “Ben, Öteki ve Ötesi” isimli kitabı raflarda yerini aldı.
ABONE OLCumhurbaşkanlığı Sözcüsü Prof. Dr. İbrahim Kalın yorucu devlet temposu arasında yazdığı kitabı “Ben, Öteki ve Ötesi" İslâm ve Batı'nın iç içe geçmiş tarihinin ana hatlarını ele alan bir çalışma. Kitap daha şimdiden üniversitelerde ders kitabı olarak okutulmaya başlandı. Star'da yer alan habere göre, Kalın'ın yeni kitabı, Batı-merkezci düşüncenin ve İslam karşıtlığının kökenleri ve İslam dünyasının bugün içinde olduğu büyük sıkışmanın sebeplerine ve çıkış yollarını gösteriyor.
Kitabınız hayırlı olsun. Biliyorum herkesin ilk sorduğu soru, “Devlet temposu içinde bu kitabı nasıl zaman ayırdınız?" Biz doğrudan kitabın içine girelim istiyorum. Doğu ve Batı medeniyeti, İslamofobi gibi konuları uzun yıllardır çalışıyorsunuz. Batı dediğimiz kavramsallaştırmanın içine neler giriyor, buradan başlayalım. Batı deyince ne demiş oluyoruz?
İslam ve Batı kelimelerini tahlil ettiğim bir bölüm var kitapta. Eğer doğru kullanılmazsa Batı kelimesi bizi tek tipçi bir düşünceye sevkedebilir. Buna karşı ihtiyatlı olmak lazım. Şüphesiz Batı medeniyeti, Batı toplumları ya da tarihi dediğimizde bunun içinde birçok nüansların olduğunu akılda tutmak gerekiyor. Avrupa kıtasında, Kuzey Amerika'da yaşayan insanların ortak değerler etrafında kendilerini tanımladıkları bir kimlik var. Batı kültürü, medeniyeti, tarihi, kurumları dediğimizde bu toplumların tarih boyunca inşa ettiği bir kimlik bütününden bahsediyoruz. Batı medeniyetini, kadim Yunan ve daha sonra Roma ile şekillenen varlık anlayışı, evren tasavvuru, hukuk ve insan anlayışı şekillendirdi. Buna daha sonra Hıristiyanlık eklendi. Hıristiyanlık diğer bütün semavi dinler gibi aslında Doğu'da ortaya çıkmış olmasına rağmen “Batı'nın dini" haline geldi. Hıristiyanlıkla birlikte bu Greko-Roman kimliğine dini bir boyut eklendi ve onun sentezi olarak ortaya çıkan Helenistik Batı kültürü, Kadim Yunan ve Roma'nın temsil ettiği akılcı, dünyacı yaklaşımla Hıristiyanlığın temsil ettiği inanç temelli bakış açısı arasında bir sarkaç gibi gidip gelmiştir hep. Bu tarihi birikimin sonucunda ortaya çıkan ortak kimlik, bugün bizim 'Batı' diye ifade ettiğimiz kavrama tekabül ediyor diyebiliriz.
Bize çoklukla İslam karşıtı yüzünü gösteriyor Batı... Bunca farklılığı barındıran Batı neden İslam'ı hazmedemiyor?
Kimliği kuran bir unsur olarak 'öteki' Batı düşüncesinde hep olmuştur. Kadim Yunan'da barbarlar olarak tanımlanmış. Hıristiyanlık gelince Paganlar olmuş. Modern dönemde de geri kalmış, medenileşmemiş toplumlar olarak tanımlanmış. İslam'ın öteki olarak kurgulanması ise özellikle İslam'ın tarih sahnesine çıkıp bir medeniyet olarak kendini var etmesiyle başlamıştır.
Bu karşılaşmalar nasıl olmuş?
Batı'nın İslam tasavvurunda üç algının öne çıktığını görüyoruz. İslam ilk olarak teolojik bir meydan okuma olarak algılandı. Hıristiyanlığın teslisle değiştirildiği ve İbrahimi geleneğin İslam ile mühürlendiği inancı ister istemez İslam ve Hıristiyanlığı karşı karşıya getirmiştir. Buna tepki olarak da İslam'ın bir vahiy olmadığı Peygamberinin -haşa- sahte peygamber olduğu hatta İslam'ın Hıristiyanlığın sapık bir kolu olduğu şeklinde yorumlar yapmıştır. Bu teolojik meydan okuma algısını kısa süre sonra siyasi ve askeri meydan okuma algısı takip edecektir. Çünkü İslam'ın Arap yarımadasının dışına hızla yayılması, Kudüs'e gitmesi, Bizans'la karşılaşması, Sasani İmparatorluğu'nun sınırlarına ulaşması, Batı'da büyük bir tehdit algısına yol açar ve “İslam'ın bir kılıç dini" olduğu söylemi yayılmaya başlar. İslam toplumunun, dönemin iki büyük gücünü yani Bizans ve Sasani İmparatorluklarını ortadan kaldırarak bu coğrafyada yayılması bu algıyı güçlendirmiştir.
Üçüncü tehdit algısı da kültür ve medeniyet düzeyinde gerçekleşiyor. İslam bir inanç sistemi olarak ortaya çıktıktan kısa süre sonra bir dünya medeniyeti haline geldi. Peygamberimizin vefatından sadece bir asır sonra tefsir, hadis, siyer, kelam, felsefe, mantık, gibi temel bilimlerin ortaya çıkmaya başladığını görüyoruz. Tevhid ve ahiret inancına dayalı güçlü bir medeniyet tasavvuru, yeni kültür havzaları inşa etmiştir. Bu da bir medeniyet meydan okuması olarak algılanmıştır. Ortaçağ'ın en büyük Hıristiyan teologları kendilerini İbni Rüşd'le, İbni Sina ile hesaplaşmak zorunda hissetmişlerdir. İslam kültür ve medeniyetinin varlığına, cazibesine ve meydan okumasına kayıtsız kalmaları mümkün değildi.
Bu meydan okuma algısı devam ediyor mu?
İki kutuplu Soğuk Savaş döneminin sona ermesinden sonra “Kızıl tehdidin yerini yeşil tehdit alacak" denmişti. Çünkü uluslararası sistemin Batı aksında devam edebilmesi için bir ötekine ihtiyaç var. Bu Soğuk Savaş döneminde Komünist ötekiydi, daha sonra İslam dünyası öteki olarak kurgulandı. Şu anda da uluslararası sistemin çok işine yarayan bir çerçeve bu. DEAŞ ve El Kaide üzerinden üretilen İslam korkusu, İslam nefreti, İslam düşmanlığı, bilinçli olarak günlük siyasetin parçası haline getirilmiş büyük bir tehdit algısı. Avrupa'da iç siyasette çok elverişli bir enstrüman. Avrupa'nın, ABD'nin uluslararası politikalarını şekillendirmesinde ve meşrulaştırmasında kullandığı kullanışlı bir araç. Bugün Avrupa'da yükselişe geçen sağcı popülizm merkez siyasetin sağa kayması değil düpedüz ırkçılığın normalleşmesidir. Irkçı ayrımcılık, ana akım merkez siyasete rengini veriyor. Bu kayma da İslam-karşıtlığı ve Müslüman tehdit algısı üzerinden inşa ediliyor ve meşrulaştırılıyor. Aslında kötücül bir öteki üzerinden kendini meşrulaştırma ve gerçekleştirme süreci 1400 yıldır devam ediyor; sadece dönemlere göre şekil değiştiriyor.
BATI İÇİN 'TARİHİN SONU' GELMİŞ OLABİLİR
Biz de bir şeyi yanlış yapıyoruz mutlaka. Soğuk Savaş sonrası düşman konseptinin ABD istihbarat kuruluşlarında İslam olarak belirlendiği, Ortadoğu'nun bugününün on yıllar önce planlandığı ortadayken... Öyle değil mi?
Daha kavramsal düzeyde “Medeniyetler Çatışması" ve “Tarihin Sonu" şeklinde ifade edildi bunlar. Batı merkezci jeopolitik okumanın entelektüel tezahürleri... Huntington, İslam dünyası ve Çin'in ittifak edip Batı medeniyetine karşı blok oluşturacağı kehanetinde bulunmuştu. Huntington'un haklı olduğu nokta şu: “Soğuk Savaşın ardından ve küreselleşme sürecinde medeniyet kimlikleri ve bir medeniyete ait olma duygusu uluslararası ilişkilerde belirleyici olmaya devam edecek" demişti. Büyük medeniyet ve gelenekler ile dinler arasında kurduğu irtibat da önemli. Fakat tezinin jeo-politik bir tahakküm projesi olarak kurgulanması doğal olarak büyük tepkiye yol açtı.
Fukuyama'nın “Tarihin sonu" diye dile getirdiği şey de yine bu Avrupa merkezci tarih okumasının dayatmasıydı. “İnsanlık en iyi siyasal toplumsal düzen arayışında son noktaya gelmiştir. Batılı liberal demokrasiler bu tarihi tekamül sürecinin nihai noktasıdır. Buna direnmek yerine bütün toplumların kendilerini bu modele adapte etmesi -yani asimile olması— gerekir" dedi ama hiç de öyle olmadığı ortaya çıktı. Batı için tarih bitmiş olabilir ama Batılı olmayanlar için tarih her gün yeniden yazılıyor.
Biz nerede hata yapıyoruz sorusuna gelince; Bizim en büyük hatamız dünyaya söyleyecek bir sözümüzün olduğunun farkında olmamamız. Bugün geldiğimiz noktada İslam dünyası hem kendi geleneği, tarihi birikimi, derinliği hem dünyaya açık olması yönünden dünyaya söyleyecek çok sözü olan bir coğrafyadır. Ama bugün maalesef mezhep çatışmaları, iç savaşlar, dış müdahaleler, uluslararası algı operasyonları, İslamofobi, terör örgütleri vs. ile uğraşmaktan bütün bunların üzerine çıkıp insanlık adına, medeniyet, sanat, ahlak, estetik, bilim adına insanlığa söyleyecek sözlerimizin olduğunu bile fark edemiyoruz. Müslüman toplumlara musallat edilen savaşlar, dayatılan politikalar ve bunun yanında iç sorunlar ve kendi hatalarımız neticesinde fikri ve estetik enerjimizi doğru yerlerde kullanmaktan mahrum oluyoruz.
Kendi geleneğimizi bilmemiz, onun ana damarlarını bilmemiz batıyla ve dünyayla olan ilişkimizi için de yarınımız için de hayati öneme sahip. Kendini bilmeyen başkasını doğru tanıyamaz. Geleneği olmayan toplumların geleceği de olmaz.
BATI ARAP BAHARI'NDAN KORKTU
Sanki bir çağ kapanıyor, yeni bir çağ açılıyor ve biz bir ara dönemin trajik hallerini yaşıyoruz gibi. Tarihin değişim evrelerine bakınca siz de böyle düşünüyor musunuz?
Çok kritik bir dönemden geçtiğimiz konusunda hiç şüphe yok. Bu sürecin dinamiklerini kim yönetiyor sorusu önemli. Küreselleşmeyle birlikte birçok dinamiğin bir araya geldiği, her şeyin tek bir merkezden yönetilemediği bir süreç de yaşanıyor. Merkezkaç kuvvetlerin giderek belirleyici olduğu, devlet dışı aktörlerin bölgesel ve uluslararası siyaseti belirlediği bir dönemden geçiyoruz. Düzen içinde kaos, kaos içinde düzen arayışı var. Bu dönemde İslam dünyası açısından en önemli husus, kendi eyleminin öznesi olması, bir özne bilinciyle hareket etmesidir. Biz bütün engellemelere, dış müdahalelere ve diğer sorunlara rağmen geleceğimize ilişkin tezlerimizi ve projelerimizi kendimiz geliştirmeliyiz. Dış müdahale var yahut iç sorunlar çok derin diyerek özne olma hakkımızdan vazgeçemeyiz. Kendi eylemimizin aktör olma bilincini öteleyemeyiz. 21. yy'da dünyada bir aktör olacaksak bunu ancak ayaklarımızın bastığı zeminden hareketle yapabileceğiz.
TÜRKİYE ZİHNİYET DEVRİMİ YAŞADI
Özneleşme sorunundan kitapta da bahsediyorsunuz. Arap Baharı bir özneleşme çabası mıydı mesela?
Arap Baharı, bir özne olma çabasıydı ama bastırıldı. Çünkü uluslararası sistem bunu tehlikeli gördü ve tersine çevirmek için müdahalede bulundu. Kendi doğal seyrinde devam etseydi orada toplumsal meşruiyeti olan, çoğulcu, demokratik ve dünyaya açık ama aynı zamanda kendi geleneğinin, merkezinin, köklerinin farkında olan bir toplumsal varolma biçimi ve siyasal düzen ortaya çıkacaktı.
Türkiye bir zamanlar Arap Baharı'na ilham olan ülke olarak değerlendiriliyordu. Arap Baharı'nın tersine çevrildiği süreçte de aslında Türkiye emsalsiz bir mukavemet gösterdi. Sizce Türkiye'nin şu son süreçteki mücadelesi de özneleşme anlamında örneklik teşkil edecek mi?
Bunu bir ortak tecrübe olarak görmek lazım ama şu da bir gerçek, özellikle son 14 yılda, AK Parti yönetimleri ve Cumhurbaşkanımızın dirayetli liderliğiyle bütün gözler Türkiye'ye çevrildi. Bunun bir kaç sebebi var. Öncelikle uluslararası sistem Türkiye'de bir takım yeni tavır ve tutumların ortaya çıkmaya başladığını gördü ve bundan pek memnun olmadı. Eskiden Türkiye kendisine emirler verilen ve bu emirleri sorgulamadan yerine getirmesi beklenen bir kanat ülkesiydi. NATO'da kendisine biçilen rol belliydi. Bu sınırların dışına çıkması her zaman kriz ve sorun olarak görüldü. Fakat şimdi Türkiye masada başat bir aktör olarak oturuyor ve eşit ve adil muamele istiyor. Nasıl herkese saygı duyuyorsa kendisine de saygı duyulması gerektiğini söylüyor. Bu da bazı kritik noktalarda uluslararası sistemin dengelerini rahatsız ediyor.
Tayyip Erdoğan, Filistin'den “Dünya 5'ten büyüktür"e, BM Güvenlik Konseyi'nin reforme edilmesinden Suriye'deki mülteci krizine kadar bütün konularda uluslararası sistemin kusurlarını, günahlarını yüzüne vuruyor. Onlara ayna tutuyor. Aynada gördükleri şeyden rahatsızlar. Fakat aynada gördükleri şeyi yani politikalarını değiştirmek yerine aynayı tutana saldırıyorlar. Cumhurbaşkanı bu kadar yüklenmelerinin, “otoriter, diktatör" demelerinin arkasında da bu yatıyor.
Türkiye ekonomik büyümesi, toplumsal dinamizmi ve etkin dış politikasıyla dünyanın mazlum halklarına ilham kaynağı oldu. Filistin'den Somali'ye, Arakan'dan Balkanlara, Suriyeli ve Iraklı mültecilerden Afganistan'a kadar Türkiye son üç yıldır orantısal olarak dünyanın en fazla insani yardım yapan ülkesi. Bütün bu atılımları kendi öz kaynaklarıyla yaptı ve yapıyor. Üstelik dünyanın en zengin ülkesi olmadığımız halde herkesin yardımına koşmaya çalışıyoruz. Yeni petrol yatakları, yeni uranyum madenleri vs. bulmadık. Ülke aynı, toplum aynı. Nüfusumuz arttı, daha fazla iş ve istihdam yaratma gerekliliği ortaya çıktı. Ama ne oldu? Zihniyet değişti. Bir zihniyet devrimiyle Türkiye kendi ayakları üzerinde durabileceğini gösterdi. Bence bu bilinç güçlü bir gelecek için en önemli sermayemiz.
KİM DEVRİMCİ, KİM DEĞİL GÖRDÜK
15 Temmuz'da bir darbe girişimi oldu ve Türkiye o karanlık geceyi aydınlık bir sabaha çevirebildi. Buna ilişkide olduğunuz yabancılar nasıl tepki verdi?
Önyargılı bakmayanlar, darbeyi püskürten milleti alkışladı. Modern darbeler tarihinde bunun bir benzeri yok. Böylesi kanlı bir darbenin milletin çıplak elleriyle durdurulduğu başka bir örnek yok. 10-12 saat gibi kısa bir süre içinde bu hain ve kanlı darbe girişimi püskürtüldü. 241 şehit verdik, 2 binden fazla gazimiz var ve bu ülke büyük bir travma yaşadı. Bunu ön yargısız ve insaflı bir şekilde gören herkes Türk milletine saygı duyuyor.
Bu vesileyle “sıradan vatandaşlar devrimci olamazlar" tezi de çökmüş oldu. Bu ülkede en devrimci hamleyi sıradan ve sağ ve muhafazakar kesimin de içinde olduğu bir millet yaptı. Feminist birçok efsane de yıkıldı. Yaşmaklı teyzeler dua okuyarak sokağa çıktılar, kamyonlara atladılar, tankların önüne çıkıp hesap sordular ve 15 Temmuz'un kahramanları oldular. Bunlar Batılı feminist kadın tipolojisine uymadıkları için yüceltilmedi, önemsenmedi. Ama YPG-PKK saflarında savaşan terörist kadınların nasıl romantize edildiğini, fotoğraflarının Amerika'nın en büyük gazetelerinde, televizyonlarında yayınlandığını biliyoruz.
Hala “senaryo, tiyatro" diyenlerin ciddiye alınacak bir tarafı yok. Ama ciddiye alınabileceğini düşündüğünüz bir kesim de müthiş bir önyargıyla yaklaştı. Darbenin şiddetini ve vahametini kavrama konusunda büyük bir boşluğa düştüler. Bazıları gelip Meclis'in bombalanan yerlerini, şehit yakınlarını ve gazileri gördükleri zaman anlayabildiler ancak. Bir kısmı da bilinçli olarak bloke etti, sansürledi. Türkiye'deki en dramatik görüntüleri medya kuruluşlarında paylaşmadılar. Bu yüzden de darbe sonrası verilen tepkileri anlamıyorlar ya da anlamak istemiyorlar. Bunun bir cadı avına dönüştürüldüğünü, muhalifleri ortadan kaldırmak için fırsat olarak kullanıldığını ileri sürüyorlar. Halbuki 15 Temmuz sonrası verilen tepkiler yaşanan hadisenin şiddetiyle mütenasiptir ve hukuk kuralları içerisinde yürütülmektedir. Başka bir ülkede böyle bir darbe girişimi olsa, bu kadar insan ölse o ülkelerde demokrasi, hukukun üstünlüğü ve vatandaşın can güvenliği için benzer tepkiler verilirdi.
15 Temmuz, Türkiye için Suriye konusunda da bir milat oldu gibi. Fırat Kalkanı ve Musul Operasyonu'ndaki rolü ile Türkiye el yükseltti diyebilir miyiz?
15 Temmuz benzeri bir darbe girişimi başka bir ülkede olsaydı orada devlet kurumları çöker, ekonomi dağılır, siyaset parçalanır ve anlamsız hale gelir, toplum birbirine girerdi. Öyle olmadı, tam tersine 7 Ağustos'ta Yenikapı'da yepyeni bir ruhla Türkiye tekrar ayağa kaldı. Bu darbe girişiminden sadece beş buçuk hafta sonra Türkiye kendi imkan ve kabiliyetleriyle Fırat Kalkanı operasyonunu başlattı. Biz kendi sınırımızı güvenlik altına almanın yanında DEAŞ'la mücadelenin nasıl olması gerektiğini de gösterdik dünyaya. Dabık'ın alınması da çok önemli. Çünkü bu sadece askeri anlamda bir başarı değil DEAŞ'ın sapık ideolojisine vurulmuş bir darbe aynı zamanda. Türk ordusunun desteğiyle ÖSO bölgeyi DEAŞ'tan temizlemeye devam edecek. Bütün bunlar, Türkiye'nin bünyesinin ne kadar sağlam olduğunu gösteriyor. Bu millet, 29 gün boyunca kendi iradesiyle Demokrasi Nöbetlerine katılarak demokrasinin, hukukun üstünlüğünün yanında olduğunu tüm dünyaya gösterdi. Şehitlerimizi unutmayacağız, unutturmayacağız dedi. 15 Temmuz darbe girişimini demokrasi şölenine çevirdi. 15 Temmuz, Türkiye'nin özneleşme sürecinin dönüm noktalarından biridir.
'Ötesi'ne geçmeden 'öteki'yle sahici ilişki kuramayız
Her 'ben' tasavvuru 'öteki'nin varlığını da tazammun eder; bundan kaçamayız. Her 'öteki' de bir 'ben'in olduğunu ifade eder. Küreselleşmeye rağmen, kimlikler, aidiyetler, hafızalar çok önemli. Bunların ne kadar kilit rol oynadığını her olayda görüyoruz. Dolayısıyla 'ben' ve 'öteki' kategorilerini total olarak reddetmek yerine bunlar arasında daha insancıl daha kuşatıcı, ahlaklı bir ilişkiyi nasıl kurabiliriz, bunun arayışı içinde olmalıyız. Avrupa-merkezcilik, ötekini yok sayan, ötekini ancak kendine benzeterek, asimile ederek kabul eden bir yaklaşım tarzıdır. Bunun yerine daha “tevhidi" yani birleştirici bir bakış açısı geliştirmek mümkün. Zaten bunu yapabilirsek ötesini de görebilir hale geliriz.
Kitabın başlığında kullandığım 'ötesi' kelimesininin ilk anlamı bu. İkincisi daha metafizik bir anlam içeriyor. 'Ben'i de 'öteki'ni de var eden ve ikisine de anlam kazandıran bir 'Ötesi' var.
Cumhurbaşkanımız da şaşırdı
Yeni çalışmalar da gelecek inşallah, vakit bulabilirsem tabii. Kitaba gösterilen tepkilerden memnunum. Bazı üniversitelerde ders kitabı olarak okutulmaya başlandı. Okuma halkaları oluşturuldu. Davet ediliyorum, fırsat buldukça da gitmeye çalışıyorum. Grup halinde kitabı okuyorlar sonra üzerine sohbet ediyoruz. Cumhurbaşkanımıza takdim ettiğimde o da aynı tepkiyi verdi, “Ne ara yazdın bunu dedi". Böyle bir kitabın yayınlanmış olmasından memnun olduğunu ifade etti.