Ortadoğu'yu okumanın tam zamanı
Ortadoğu konusunda özellikle Batı’da peş peşe çok önemli kitaplar yayımlanıyor. Bu ‘yayın patlama’sı henüz ülkemizde tam olarak karşılığını bulmasa da hatırı sayılır kitaplar çıkıyor.
ABONE OL"1967 yılının yaz aylarında, Altı Gün Savaşı'ndan uzak olmayan bir tarihte, genç bir Filistinli adam ve iki arkadaşı İsrail'in Ramla kasabasına giderler. Onlar kuzendir ve yaklaşık yirmi yıl önce ailelerinin terk etmek zorunda kaldığı, çocukluklarının geçtiği evi görmek isterler. Bir kuzenin yüzüne kapı kapanır, diğerinin ailesinin evi okula dönüştürülmüştür fakat öbür kuzen olan Bashir, kendisini içeri davet eden Dalia tarafından karşılanır.
Bir Arap ve bir Yahudi ailesinin ilişkilerinin başlangıç noktası budur. Bashir babasının dikmiş olduğu limon ağacında bir sahipsizlik ve işgal duyguları içinde olur.
1948 yılında küçük bir çocuk iken Bulgaristan'dan kaçak olarak gelmiş olan Dalia Soykırım tarafından yok edilen bir umut ışığı görür. Onlar kaçınılmaz olarak kendi yazgılarını yaşamışlardır ve bu İsrail-Filistin tarihinin bir küçükevrenini oluşturmaktadır.
İki genç insanın başlattığı diyalog bölgenin barış umudunu ortaya koymaktadır. Limon ağacı simgesel olarak bölgede huzurun mümkün olduğunu anlatmaktadır"
Bu Ortadoğu'nun bütün sancılarının temeli olan Filistin - İsrail arasındaki ilişkileri üzerine kaleme alınmış Limon Ağacı kitabının içeriğinin kısa bir özeti sadece. Dünya çapında okuyanı derinden etkileyen bu sarsıcı öykü, o coğrafyada yaşanan tüm insanlık dışı zulümlere rağmen insanlığın neden ölmediğinin ve öldürülemeyediğini de açık açık gösteriyor okurlarına...
Şu günlerde tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de çok satılan kitaplar rafında bu eserin bulunması kitap okurlarının duygusallığının bir tezahürü sadece.... Söz bugün Ortadoğu üzerine kitaplardan açılmışsa, konuya bu kitapla girmemek büyük insafsızlık olurdu...
GÖLGE CIA'NİN GAZETE MANŞETLERİNDEN DÜŞMEYEN KİTAP
Ve bugün kitapçı raflarına genelde dünya siyasetini anlatmasına rağmen ana hatlarıyla Ortadoğu politikalarının geleceğiyle ilgili stratejileri dillendiren yeni bir kitap daha girdi.
Türkiye'nin ve Dünyanın dünyamın gündemine bir ateş topu gibi düşen ve şu an ABD’de en çok satan kitap olan George Friedman’nın Gelecek 100 yıl kitabı haftalardır haberlere konu oluyordu. Bir kaç gündür gazetelerin manşetlerinden inmeyen kitap konuları önümüzdeki aylara da damgasını vuracak.
Friedman'ın kehanetleri artık her dikkatli haber okurunun malumu: Yıl 2020 ve dünyada sadece iki büylük güç var. Rusya ve Çin gerileyip çöküyor, Üçüncü Dünya Savaşı çıkıyor ve uzayda gerçekleşiyor. Türkiye de olayların merkezinde ve dünyanın 10. büyük ekonomisine sahip güç olarak oyunun başrol oyuncuları arasında. Çünkü Ortadoğu, Balkanlar, Arap Yarımadası ve Kuzey Afrika’ya hakim bir imparatorluğa dönüşmüş olarak Hilafeti canlandırmış bir ülke olarak tanımlıyor o yıllarda Türkiye'yi George Friedman.
O yıllarda NATO'nun biteceğini ve NEO Halifeliğin Türkiye'nin elinde bulunacağını öngören Friedman hafife alınacak bir yazar değil. Friedman'ın kehanetleri jeo-politik gelişmelere ve tarihi olayların seyrine dayanıyor.
Yazarın 2004’te yayınladığı "America’s Secret War" (Amerika’nın Gizli Savaşı) çok satmış, hakkında çok konuşulmuştu. Ortaya attığı tezlerin pek çoğu da ya gerçekleyşmiş ya da gerçekleşmesi için yoğun çaba sarf edilen stratejiler olarak tarih sahnesinde boy göstermişti...
1996 yılında kurduğu, yaklaşık 70 analistin çalıştığı Teksas merkezli Stratfor Danışma merkezi (Strategic Forecasting Inc.), dış politika ve ekonomi konularında Pentagon başta olmak üzere pek çok kuruluşa danışmanlık yapıyor. Analistlerinin çoğu da eski CIA ajanlarından oluşuyor. Kurum için ABD’de "Gölge CIA" deniliyor.
İş bu iki kitabın duyurusunu yaptıktan sonra, konunun önemine binaen Zaman gazetesinin kitap eki Kitap Zamanı'nda bu hafta yayınlanan ve hakkını vermemiz gereken iyi bir dosya çalışmasını sunmayı uygun buluyoruz...
Kılıç Buğra KANAT'ın haberi
Bu ‘yayın patlama’sı henüz ülkemizde tam olarak karşılığını bulmasa da, son dönemde Türkçede yayımlanan bazı kitaplar, gelecek nitelikli kitapların habercisi. İsrail’in bölgedeki son zulmü ve Başbakan Erdoğan’ın Davos’taki ünlü çıkışıyla birliktegündemden düşmeyen Ortadoğu ile ilgili son dönemde çıkan önemli kitapları derledik.
Olaylı ‘Kudüs gecesi’nin üzerinden on yılı aşkın bir zaman geçti. 28 Şubat sürecini tetikleyen olaylardan biri olarak kabul edilen o geceden bu yana Türk toplumunun büyük bir kesiminde Filistin meselesi ve Ortadoğu algısı oldukça ciddi bir dönüşüm geçirdi. Türk halkının ve siyasilerin İsrail’in son Gazze operasyonu sırasında yaptığı çıkışlar, düzenlenen gösteriler ve nihayetinde Dünya Ekonomik Forumu sırasında Başbakan Erdoğan’ın İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres ile girdiği münakaşa ve sonrasında özellikle Türkiye ve Ortadoğu’da aldığı pozitif tepkiler artık Türkiye’de yeni bir döneme girildiğine işaret ediyor.
Hafızamızdaki Ortadoğu resmi
Bundan on yıl öncesine kadar Kudüs ve Filistin meselesi küçük grupların düğün salonlarında andığı ve cuma namazı çıkışlarında birkaç yüz kişilik kalabalıkların cami avlularında protesto ettiği, gazetelerde haber bile olmayan ve toplumun büyük bir kesimince marjinal grupların uğraşı olarak görülen bir vakaydı. Ortadoğu’ya ilgi çoğu zaman “İrancılık” veya “Arapçılık” adı verilen ideolojik oryantasyonların işaretlerinden biri olarak algılanırdı. Zira toplumun büyük bir kısmında komşumuz olan bu coğrafyaya karşı umursamazlık, kayıtsızlık ve sakınma duygularından ibaret bir kaçış duygusu vardı. Yüz sene öncesine kadar ise büyük bir oranda kendi sınırlarımız içinde olan ve bizden kopuşunu bir türlü hazmedemediğimiz, toplumsal hafızamızda hep ‘ihanet’le hatırlayageldiğimiz bir coğrafya oldu Ortadoğu. Yanıbaşımızdaki siyasi olay ve gelişmelerden uzak durduk bu yüzden. Sırtımızdan vurulduğumuz savaşlar, Lawrence’ın dolduruşlarına gelen Araplar ile “Mekke emirinin ihanetleri” dilden dile dolaştı durdu. Elbette Ortadoğu hakkındaki bu fikirler tamamen temelsiz kurgulamalardan ibaret değildi. Bölgedeki despot devlet başkanları, iktidar çekişmeleri, iç çatışmalar, savurganlık ve şatafatın yanında bölgenin büyük bir kısmında görülen yoksulluk ve yoksunluk ve Oryantalist söylemin ortaya çıkardığı klişelerin toplumsal hafızamız ve tarihsel garazımızla birleşmesi sonucu ortaya çıkan Ortadoğu resmi, önyargılarımızı daha da güçlendiriyordu.
Her ne kadar Türkiye’de durum tamamen değişmiş olmasa da son yıllarda önemli gelişmelerin yaşandığı bir gerçek. Siyasi gelişmeler Türkiye ile bölge ülkeleri arasında bir normalleşme döneminin başladığının ipuçlarını verirken, Türkiye’de halkın Ortadoğu’da meydana gelen gelişmelere karşı tepkisi de Ortadoğu meselesinin artık toplumsallaşmaya başladığını gözler önüne seriyor. Artık köhne salonlarda yapılan anmaların yerini Türkiye’nin dört bir yanında yapılan ve binlerce kişinin katıldığı mitingler ve protesto gösterileri alırken; bir zamanlar belirli bir ideoloji ile ilişkilendirilen Ortadoğu söylemi artık toplumun farklı kesimlerinden ve farklı kuşaklardan insanları bir araya getiren ortak bir insani sorun şeklini aldı. Dahası, bir zamanlar sadece belli gazete ve dergilerin sayfalarında kendine yer bulan Ortadoğu sorunu artık toplumsal hassasiyete paralel olarak hemen hemen her gazetenin ilk sayfalarında okunabiliyor. Daha da önemlisi, Ortadoğu’daki şiddet ve can kaybına karşı oluşan yabancılaşma, gün geçtikçe yerini daha insani bir yaklaşıma bırakıyor.
Davos’tan sonra
Bir yandan Türk dış politikasında son yıllarda meydana gelen farklılaşma, öte yandan toplumun eski dogmalarından kurtulmaya başlaması, Ortadoğu’nun ele alınış tarzındaki yenileşmeye de sebep oldu. Şimdiye kadar aralarında Graham Fuller ve William Hale gibi Türkiye uzmanlarının da olduğu birçok araştırmacı ve gözlemci AK Parti iktidarı ile kendini göstermeye başlayan bağımsız ve Ortadoğu ağırlıklı dış politika anlayışının Türkiye’nin girdiği yeni dönemin bir belirtisi olduğuna işaret etmişti. Özellikle Graham Fuller, Yeni Türkiye Cumhuriyeti adlı kitabında Türkiye’de yaklaşık 5-6 senedir yaşanan dış politika açılımının Türk toplumuna yeni bir ufuk ve vizyon sağladığını vurgulamıştı. Gerek 1 Mart Tezkeresi’nin reddi ve Türk toplumunda Amerika’nın Irak’ı işgaline karşı oluşan tepki, gerekse İsrail ve Filistin sorununa Türkiye’nin yaklaşım biçimi bu değişimin habercileriydi. Ahmet Davutoğlu tarafından yürütülen “komşularla sıfır sorun” siyaseti ve Türkiye’nin bölgede özellikle Suriye ile İsrail arasında arabuluculuk rolünü üstlenmesi de Türkiye’nin kendisine yeni bir yön belirlemekte olduğunu gösteriyordu. Her ne kadar bu dönemde Avrupa Birliği gibi geleneksel dış politikamızın önemli alanlarında da ciddi ilerlemeler kaydedilmiş olsa da, Ortadoğu ile ilişkilerdeki sıçrama bir süre sonra diğer tüm ikili ve çok yönlü ilişkileri gölgede bıraktı. Başbakan’ın Davos’tan Türkiye’ye dönüşünde onu karşılayan kalabalıklar, muhalefetin ufak bir duraksamadan sonra da olsa Başbakan’a verdiği destek ve hemen hemen her köşe yazarının, “Ben de olsam aynısını yapardım.” mealinde kaleme aldığı yazılar toplumun bu çıkışı uzun bir süredir beklediğini gösteriyordu.
Ortadoğu’yu okumanın tam zamanı
Bütün bunlar bir yana, hem siyaseten hem de toplumsal olarak çıkışa hazır olduğumuz Ortadoğu konusunda nicedir suskun olduğumuz bir alan var: Ortadoğu kitapları. Her ne kadar son yıllarda bölge üzerine önemli eserler verilmeye başlanmış olsa da Türkiye’de senelerdir sırtımızı döndüğümüz bu coğrafya hakkında, onun siyaseti, toplumu ve kültürünü anlamamıza yardımcı olacak çok fazla eser verilemedi. Ne o coğrafyada yazılanlar hakkıyla tercüme edildi ne de ülkemizden çok önemli Ortadoğu uzmanları yetişti. Sanki sınırlarımızı çizen anlaşmalar ile biz de o bölgeyle aramızda entelektüel bir duvar ördük, onları ne duymak ne de bilmek istedik. Mevcut bilimsel ve bilgisel boşlukta tarih çalışmalarının yerini büyüklere masallar, kültürel çalışmaların yerini klişe ve stereotipler, siyaset çalışmalarının yerini de komplo teorileri aldı. Şimdiler, duygusal ve siyasal bağlar kurmaya başladığımız Ortadoğu’daki siyasi ve sosyal gelişmeler hakkındaki kitapları okumaya başlamanın da tam zamanı.
Ortadoğu çalışmalarının epey gelişmiş olduğu ABD’de son günlerde Ortadoğu meselesi hakkında arka arkaya önemli kitaplar yayımlanıyor. Bu yayınlardan öne çıkanlara, Ortadoğu’yu yeniden Batı’dan okumaya çalışmak gayesiyle değil de, Ortadoğu’da daha fazla söz sahibi olma niyetindeki bir ülkenin Ortadoğu’nun içinde bulunduğu durumla ilişkisi açısından ve anılar, itiraflar ve önerilerin yol göstericiliğinde ele almak gerekiyor. Her sene Ortadoğu ve İslam konulu binlerce kitabın yayımlandığı ABD’de bu bolluğu akılda tutarak seçici olmaya çalışmak en doğrusu. Zira özellikle 11 Eylül sonrası ortaya çıkan ilgi ve bilgi talebinin sebep olduğu yayın enflasyonu, okuyucunun, söz konusu eserler konusunda önceden bilgi sahibi olmasını zorunluluk haline getirmiş durumda.
Dikkate değer isimler
Bu yazıda adı geçecek kitaplar bu anlamda son aylarda kaleme alınmış en dikkate değer eserler. Onları önemli yapan unsurlar arasında, yazarların şimdiki konumları kadar geçmiş dönemlerde aldıkları görevler de bulunuyor. Bunların arasında, eski başkanlardan Jimmy Carter; Ulusal Güvenlik Konseyi’nde görev almış, dışişleri bakan yardımcılığı ve İsrail büyükelçiliği görevlerinde bulunan ve Obama yönetimine yakınlığı ile bilinen Brookings Enstitüsü Ortadoğu Programı’nın direktörü olan Martin Indyk; dışişlerinde üst düzey görevler almış, İsrail ve Mısır büyükelçilikleri görevlerinde bulunan, Obama’nın Ortadoğu danışmanlarından Daniel Kurtzer; 24 sene dışişleri bakanlığında görev almış ve altı dışişleri bakanının Ortadoğu danışmanlığı görevinde bulunmuş, Woodrow Wilson Center’da araştırmacı olan Aaron David Miller; Ulusal Güvenlik Konseyi’nde görev almış, George H. Bush’un özel yardımcılığını ve dışişleri bakanı Colin Powell’ın danışmanlığını yapmış ve hâlen Council On Foreign Policy’nin direktörlüğü görevini sürdüren Richard Haas; uzun yıllar CIA’de Ortadoğu uzmanlığı ve analistliği yapmış, Ulusal Güvenlik Konseyi’nde görev almış ve şu an Brookings’de Ortadoğu bölümü araştırma direktörlüğü görevini yürüten Kenneth Polack; Washington Post ve New York Times için yıllarca Ortadoğu muhabirliği yapmış Patrick Tyler gibi isimler bulunuyor.
Bölgeye ABD’den bakış
Kitaplar farklı tarihsel dönemleri incelemesine rağmen hepsi Beyaz Saray’ın yeni sakinlerine ve yeni Ortadoğu kadrosuna kendi tecrübeleri ve bilgileri ölçüsünde tavsiyeler vermeyi amaçlıyor. Bunların arasından Kenneth Pollack’ın A Path Out of the Desert: A Grand Strategy for America in the Middle East, yirminci yüzyılın başından itibaren Ortadoğu’ya önce İngiliz, daha sonra da Amerikan müdahalelerinin anlatıldığı kısa bir tarihî sunuşla başlarken; Patrick Tyler’ın kaleme aldığı A World of Trouble: The White House and the Middle East ise 1950’li yıllardan bu yana Eisenhower’dan George W. Bush’a kadar Amerikan başkanlarının Ortadoğu’da takip ettikleri siyaseti ve bunun sonuçlarını özetliyor. İsrail ve Filistin barış görüşmelerine bizzat katılmış diplomatlardan Aaron Miller, The Much Too Promised Land: America’s Elusive Search for Arab-Israeli Peace adlı kitabında bu tarihî arka planı daraltarak, 1970’lerden günümüze kadar olan süreçte Ortadoğu’da barış girişimlerinde bulunan Amerikalı siyasileri inceliyor. Tyler’ın aksine Miller, sadece Amerikan başkanları yerine bu süreçte etkili olan Henry Kissinger ve James Baker gibi devlet adamları ve bakanların da performansını değerlendiriyor. Martin Indyk ise çalışmasında farklı dönemleri karşılaştırmak yerine aktif olarak katıldığı ve şekillendirdiği Clinton yıllarındaki Ortadoğu yaklaşımına yoğunlaşıyor. Innocent Abroad: An Intimate Account of American Peace Diplomacy in the Middle East adlı eserinde Indyk, bir yandan hatıralarını anlatırken bir yandan da yeni yönetime görevde bulunduğu dönemde edindiği tecrübeleri aktarıyor. Eski başkanlardan Jimmy Carter da Peace is Possible in Holy Land adlı eserinde yeni yönetimle kendi tecrübelerini paylaşmaya çalışıyor. Carter başkanlık yaptığı dönem ve o süre zarfında sağlanan İsrail-Mısır barış anlaşmasını mümkün kılan unsurları irdeliyor.
Ortadoğu reçeteleri
ABD’nin en saygın düşünce kuruluşları tarafından önde gelen Ortadoğu uzmanlarından oluşan komitelere hazırlatılan Richard Haass ve Martin Indyk’in derlediği Restoring the Balance: A Middle East Strategy for the Next President ile Daniel Kurtzer’in Negotiating Arab Israeli Peace: American Leadership in the Middle East kitapları ise tarihsel karşılaştırmalara ve analizlere girmek yerine, yeni yönetime Ortadoğu reçeteleri sunuyor. Haas ve Indyk kendi çalışmalarının önsözünde ekonomik kriz ve global problemlerle uğraşmak zorunda kalacak olan yeni Amerikan başkanına zaman kazandırmak amacıyla en önemli iki düşünce kuruluşunun bir araya gelerek bu çalışmayı hazırladığını ifade ediyorlar. Kurtzer de kendi çalışmasında farklı tartışmaları bir kenara bırakarak tecrübeli ve birikimli uzmanların yeni yönetime bir yol haritası sunmayı amaçladığını vurguluyor. Bu kitaplardan Carter, Indyk, Miller ve Kurtzer’in eserleri Ortadoğu’daki sorunların temeli olarak gördükleri İsrail ve Filistin arasındaki barış sürecine yoğunlaşırken, diğer eserler ABD’nin Ortadoğu siyasetiyle daha geniş bir biçimde ilgileniyor. Bu geniş çerçeve içinde İran’ın nükleer silah çabaları, Ortadoğu’nun ekonomik, sosyal ve siyasal olarak yeniden yapılandırılması, Irak’ın istikrara kavuşması, petrol ve siyasal İslam gibi meseleler de bulunuyor.
Barış neden gelmiyor?
Kitaplarda bir yandan geçmiş dönemlerin muhasebesini yapan yazarlar bir yandan da yeni yönetime tavsiyeler ve yol haritaları sunmaya çalışıyor. Bunun yanı sıra, önceki yıllarda barış sürecine katılanlar başarısızlığın faturasının kime yazılması gerektiği konusunda farklı fikirler de öne sürmeyi ihmal etmiyor. Yazarlar başarısız olduğu Filistin-İsrail barış sürecini tüm ayrıntılarıyla masaya yatırırken aynı zamanda Ortadoğu’da Amerika’nın karşılaştığı ve gelecekte karşılaşabileceği sorunları dikkatle inceliyor. Tarihsel değerlendirme yapan yazarların ortak bir şekilde Bush yönetiminin Ortadoğu siyasetini bir fiyasko olarak değerlendirmesi kimseyi şaşırtmamış olmalı. Hatta Tyler, kitabının ismi olan “Felaketler Dünyası”nı da Bush yönetimine borçlu olduğunu söylemeyi ihmal etmiyor. Ancak Pollack gibi Amerika’nın Irak’ı işgalinin en ateşli destekçilerinden biri olan ve birçok Demokrat’ı savaşın gerekliliğine ikna eden bir analistin, aradan beş sene geçtikten sonra Bush yönetimini dikkatsizlik, beceriksizlik ve ihmalkârlıkla suçlaması bu gibi muhasebeleri daha ilginç hale getiriyor. 2002 yılında yazdığı The Threatenir Storm adlı kitapla birçoklarını savaşa teşvik eden Pollack, bu sefer ABD için oldukça geniş bir Ortadoğu stratejisi çiziyor. Bu strateji, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın yeniden inşası gibi kapsamlı bir seferberlik gerektiriyor. Polack’a göre o bölgede yaşayan halkın mobilize edilmesi ve uluslararası camianın desteği ile köklü ekonomik, sosyal, hukuki ve siyasi reformlar yoluyla bölgenin yeniden yapılandırılması gerekiyor. Reform sürecinin kademeli bir şekilde uygulanmasını ve uzun vadeli programların yürürlüğe konmasını savunan Pollack’a göre Amerika’nın gömüldüğü Ortadoğu’nun kumlarından kurtulmasının tek yolu böyle kapsamlı bir projeden geçiyor.
CIA başkanının itirafları
Her ikisi de Bush yönetimini eleştirmesine rağmen Pollack, Amerika’nın İsrail’e desteğinin Ortadoğu’daki istikrarın kaynağı olduğunu savunurken, Tyler’a göre Amerika’nın Ortadoğu’daki başarısız olmasının sebebi fazlasıyla İsrail yanlısı bir siyaset gütmesi. Tyler’ın kitabına başlamak için seçtiği anekdot da bununla ilişkili. Tyler’ın görgü tanıklarına dayandırarak anlattığı olay 2004 yılında Suudi Arabistan’da geçiyor. Uzun bir yolculuk sonrası Prens Bandar’ın sarayına gelen dönemin CIA Başkanı George Tenet, aldığı uyku hapına rağmen uyuyamaz ve geceyarısı altında şortu olduğu halde sarayın oturma odasındaki Prens Bandar’ın yanına gelir. Yarım şişe viskiyi bir anda içtikten sonra da Prens ve yanındakilere içini dökmeye başlar. Tyler’a göre CIA Başkanı, Washington’da kendisini Başkan’a kurban etmeye çalışan Dick Cheney önderliğinde “Yahudiler” olarak adlandırdığı bir gurubun varlığından ve onların faaliyetlerinden şikayet etmektedir. Her ne kadar Tenet iddiayı yalanlamış olsa da Tyler güçlü görgü tanıklarının olduğunu iddia ettiği olayın doğruluğu konusunda oldukça ısrarcı.
Arafat’ın terlikleri
Geçmişe ait muhasebeler elbette sadece Bush yönetimiyle sona ermiyor. Uluslararası Barış Enstitüsü’nin Kurtzer başkanlığında bir komisyona hazırlattığı raporun büyük bir kısmı Clinton’ın başkanlığı döneminde yaptığı hatalara da değiniyor. Amerika’daki en saygın beş Ortadoğu uzmanının yüzden fazla siyasetçi, gözlemci, gazeteci ve sivil toplum örgütü temsilcisi ile yaptığı mülakatlar ve araştırmalar sonucu ortaya çıkan bu kitapta Kurtzer ve arkadaşları, Ortadoğu’daki diğer sorunların Arap-İsrail barış sürecini gölgede bırakmaması ve Amerika’nın arabuluculuk görevini yeniden ciddi olarak üstlenmesi gerektiğini vurguluyor. Özellikle Clinton zamanında yapılan görüşmelerin sonuçsuz kalmasının sebeplerini inceleyen uzmanlara göre başkanın ancak son yıllarında konuya yoğunlaşması ve kişisel olarak taraflarla fazlasıyla yakın ilişkiler kurması, özellikle de Ehud Barak tarafından sürekli ulaşılabilir olması süreci olumsuz etkileyen unsurların başında geliyor. O yıllarda bu görüşmelere aktif olarak katılan ve barış sürecini yönlendiren isimlerden olan Miller ve Indyk de Bush yönetiminin Ortadoğu siyasetinin iflasına değindikten sonra Clinton döneminde kendilerince hatalı buldukları noktalara değiniyorlar. Indyk, Amerika yönetiminin Ortadoğu’ya yaklaşımında bazen oldukça naif ve fazlasıyla iyi niyetli olmasının Ortadoğu’da meşruiyet kaygısı ve koltuk korkusu olan liderler tarafından fazlasıyla istismar edildiğini belirtiyor. Bundan sonraki barış görüşmelerinin selameti için Ortadoğu ülkelerindeki iç siyasetin de dikkatle izlenmesi gerekliliğine işaret eden Indyk’e göre yeni başkan ve arabulucuların sunacağı barış planlarına Ortadoğu’daki liderlerin göstereceği tepkilerin önceden göz önüne alınması gerekiyor. Indyk, kitabının büyük bir kısmında barış sürecinin yarım kalmasına sebep olmakla suçladığı Arafat’ın Amerika ile ilişkileri hakkında da bazı anektodlar sunuyor. Özellikle kitabın ilk sayfalarında yer alan Clinton’ın başkanlığının son günlerinde başta dışişleri bakanlığı görevine aday gösterilen Colin Powell olmak üzere yeni yönetime Arafat hakkında söylediği oldukça ağır sözler de perde arkasında konuşulan ve kulağa hiç de hoş gelmeyen ayrıntılar hakkında okuru bilgilendiriyor. Aynı yıllarda Clinton’ın Ortadoğu takımında aktif görev alan Miller ise Clinton yönetiminin sorununun sunduğu çözüm önerilerinin İsrail’e endeksli olmasında ve Arap perspektifinin sıklıkla ihmal edilmesinde yattığını iddia ediyor. Miller ayrıca Clinton yönetimini barış için en uygun zaman dilimini değerlendirememekle suçluyor. Miller’ın görüşmeler sırasında yaşananları anlattığı sayfalar da tıpkı Indyk’inkiler gibi konuya dair ilginç detaylar sunuyor. Miller’ın Arafat’ın son zamanlarında Ramallah’ta kuşatılmış iken yaşadığı hayatı anlattığı satırlar bunların en dikkat çekenlerinden biri. Ölümünden iki hafta önce Arafat’ı ziyaret eden Miller, Arafat’ın o günlerdeki hasta ve perperişan halini, dağınık yatağını ve ayağına geçirdiği İsrail’in otellerinden birinin odasından alındığı belli olan duş terliklerini anlatıyor.
Farklı sorumlular kadar farklı çözüm önerileri de Ortadoğu’ya yaklaşımdaki kafa karışıklığını gösteriyor. Bir yandan Haass ve Indyk’in derlediği çalışma yeni dönemde Amerika’nın agresif bir diplomatik atak başlatmasını ve İran dahil bölgedeki tüm kesimlerle diyalog içine girmesini desteklerken, eski başkanlardan Carter kendi başkanlığı sırasında ulaşılan Mısır ve İsrail barış anlaşmasını anlatarak yeni yönetimin bu başarıdan alması gereken derslere işaret ediyor. Kurtzer’in öncülüğünde bir araya gelen Ortadoğu uzmanları ise 10 maddelik bir tavsiye paketi ile yeni yönetimin Ortadoğu’ya daha ciddi ve dengeli bir şekilde yaklaşmasını talep ediyor.
Bu kitaplar şimdiden tartışılıyor
Sıraladığımız kitaplar yayımlanmalarının üzerinden kısa bir süre geçmesine rağmen ilginç polemikler ve yansımalar ortaya çıkarmaya başladı bile. Bu eserlerin Türkiye’de ise farklı bir şekilde, dikkatle okunmasına ihtiyaç var. Zira kitaplar gerek yazarları, gerekse sunulan öneriler açısından arabuluculuk rolüne soyunan Türkiye için kritik öneme sahip. Yıllardır yok saydığımız bir coğrafyada aktif bir oyuncu olmaya çalışmak daha önce konuya müdahil olanların tecrübeleri bilindiği ve yanlışları önlendiği sürece Türkiye’yi daha az zorlayacaktır. Diplomatların perde arkasında taraflarla yaptığı görüşmelerin sonuçları, başarısızlıklar ve başarılar yeni bir dış politika anlayışı geliştirmeye çalışan Türkiye’ye bölgede karşılaşılacak zorluklar hakkında da ipuçları sunuyor. Görüşlerdeki çeşitlilik ve çelişkiler Türkiye’nin bölgede girişeceği siyasi açılımlar konusunda yol gösterici öğeler de taşıyor. Bundan belki birkaç sene sonra Ahmet Davutoğlu’nun arabuluculuk anılarını okuyacak Türk okuru için şimdiden bu türün örnekleri ile tanışmak da bir kazanç olabilir. Ayrıca televizyon ekranları dışında, liderlerin görüşmeler sırasında yaşadıklarının siyasi arenadaki ‘dedikoduları’ olması bakımından, özellikle Indyk, Miller ve Tyler’ın kitapları daha cazip bir okuma da vaat ediyor.
KEMAL VAROL
‘Bir Filistin vardı bir Filistin gene var’
Ortadoğu, politikacılarından çok şairlerine kulak verir. İlk kez, Iraklı bir şairin söyleşisini izlediğimde bu sözün doğruluğunu daha iyi anlama imkânım oldu. Şiirin giderek itibar kaybettiği yıllarda izlediğim o görüntüler umut vericiydi. Biliyorum, sadece Türkiye’ye özgü değil şiirin güç kaybedişi. Şiir, bütün dünyada günden güne insanların hayatından çekiliyor bana kalırsa. Ama öte yandan Ortadoğu’yu bu hayıflanmanın dışında tutmak gerekiyor belki de. Beş bin kişinin bir şairin sesine kulak verdiği bir etkinliğe de tanık oldum, şairleri ölünce bayraklarını yarıya indiren uluslara da. Şiirin hâlâ önemli bir güç olduğunun, söyleyecek sözü olduğunun kanıtı Ortadoğu’da şairlere gösterilen ilgi ise, bu ilginin odağındaki isim şüphesiz Mahmud Derviş’tir.
Ortadoğu’da yazılan her şiir az çok liriktir. Mahmud Derviş’in şiirleri de öyle. Samih el-Kasım ve Tevfik el-Zeyyad gibi şairlerle birlikte, Filistin direniş şiiri olarak bilinen hareketin en önemli adlarından biri olan Derviş, şiirlerinde Filistin halkının direnişi ve çektiği acıları anlattı sıklıkla. Filistin'in en büyük şairi Mahmud Derviş, doğduğu köy 1948'de İsrail işgaline uğrayıp da ailesiyle birlikte Lübnan'a göç ettiğinde henüz 7 yaşındaydı. Yaşamı boyunca şiirleri ve yazıları yüzünden pek çok kez tutuklandı, hapiste yattı; uzun yıllar sürgünde yaşadı. Filistin direniş şiirinin en önemli adlarından biri oldu. Arap şiirinin lirik ve epik kaynaklarından bolca yararlanan Derviş’in ilk şiirlerinde Siyonistlerin yaptığı baskı ve zulümlerin izleri görülür sıklıkla. Slogancılığa düşmeden bir ulusun sesi olur kısa sürede. Öyle ki, o ulus Marcel Khalifa gibi önemli bir müzisyenin bestesiyle onun kaleminden çıkan sözleri ulusal marşı olarak kabul eder. İsrail devleti kurulduğunda yaşadığı köy yerle bir edilen ve daha yedi yaşındayken on binlerce Filistinli gibi kendini mülteci kamplarında bulan Mahmud Derviş’in vatan toprağına olan hasreti hep canlı kaldı: “Ve ant içerim ki,/ Bir mendil işleyeceğim yarına kadar,/ Gözlerine sunduğum şiirlerle süslü/ Ve bir tümceyle, baldan ve öpücüklerden tatlı: / ”Bir Filistin vardı, / Bir Filistin gene var”.
Ortadoğu’da yazılan her şiir vicdanı esas alır. Belki de bu yüzden Mahmud Derviş’in şiirleri Filistin veya Arap edebiyatına değil de, dünya şiirine mal olur. Irkçı-siyonistlerin zulmünü ve Filistin’in trajedisini anlatır Mahmud Derviş ama bundan dünyanın bütün ezilenleri nasiplenir. Bakmayın onun en ünlü şiirinin “Arabım” diye başlamasına.
Mahmud Derviş’in şiirleri milliyetçi bir nosyon taşımaz çünkü. “Hurmaların örgülü dallarına astılar beni/ Kestiler beni hurmalarla kardeş yaparak!” dizeleri yalnızca Filistin’in acısını anlatmaz. Zorunlu göçlerle yurdundan edilenlerin, her gün giderek daha da yoksul hale getirilenlerin, susturulmaya çalışılanların vicdanı oldu Derviş.
Ortadoğu’nun aydınları çoğunlukla uzaklarda ölür. Tıpkı Edward Said gibi, Mahmut Derviş de aynı kaderi yaşadı. Geçtiğimiz yıl, ABD’nin Houston kentinde geçirdiği bir açık kalp ameliyatı sonrasında öldüğünde arkasında Ortadoğulu aydınlara özgü bir yazgıyı da bıraktı Derviş. Filistin’in yetmiş yıllık direnişinin sembollerinden biri olarak vatanından uzakta öldü: “Ayak bastığım her yol/ kaçınıyor benden/ kaçıyor/ gönül verdiğim her kent/ ceketimi fırlatıyor bana” diyerek vatan dışındaki her yerin sürgüne her zaman aynı gözlerle baktığını anlattı.
Ortadoğulu şairler bu dünyadan göçtüklerinde geride yetim bir halk bırakırlar. Filistin direnişi onun şiirlerine ilham verdiği kadar, o direnişe öncülük edenlerin başında geliyordu çünkü. Metin Fındıkçı’nın, Derviş’in kendi isteği üzerine, şairin son yedi kitabından yaptığı çevirilerden oluşan Yalnızlık Yenilemeden Kendini adlı kitap Filistin direnişinin sembol isimlerinden birinin son şiirlerine tanıklık ediyor. Metin Fındıkçı’nın Arapçadan benzersiz çevirisiyle yayımlanan kitapta, hepsi garip bir şekilde ölümle ilişkili şiirler yer alıyor. Kendi ölümünü gören bir şairin sözleriyle örülü “Yalnızlık Yenilemeden Kendini”:
Gözlerinin yıldızına ne diyeceğiz?
Uzaklar ne diyor annene? Kuyuda mı uyu diyor? Saldırıya ne diyor?
Ağustos ayında bulutun çığlığında zafere mi ulaştık?
Mahmud Derviş’e hayat ne diyor?
Yaşadın, âşık oldun, tanıdın, ve bütün şeyler ölümüne âşık mı oldu diyor?
ALİ PEKTAŞ
Güneş herkes için parlamıyor mu?
Bugüne kadar Ortadoğu ile ilgili yazılan kitaplar, tarihi ve siyasi olayları anlatırken asıl gerçeği, ‘insanı’ çoğu kez arka planda bıraktı. İlan Pappe’nin Ortadoğu’yu Anlamak adlı kitabında şu tespit yer alıyordu: “Ortadoğu'yla ilgili kitaplar asıl olarak siyasi ve ekonomik tarihe odaklanır ve asıl aktörler de Batı ile bölgenin ayrıcalıklı seçkinleridir.” Oysa dünyanın yıllardır kanayan bu coğrafyasında; acıyı, hüznü, ölümü ve ayrılıkları tadan, insanlardı. Siyasi gelişmelerin ve savaşların arkasında kalan ‘insan’ gerçeği günümüzde de apaçık görüldüğü halde, siyasi kararlar bu gerçeğin üstüne yine bir örtü çekecek gibi görünüyor.
2008 Nobel edebiyat ödülüne değer görülen Fransız yazar Jean-Marie Gustave Le Clézio’nun Göçmen Yıldız adlı kitabı Ortadoğu’ya insan perspektifinden bakan bir roman. Göçmen Yıldız, biri Yahudi, öbürü Filistinli iki genç kızın öyküsünü anlatıyor. Öyküler farklı dünyalara ait olsa da bir ‘öz’de birleşiyor. O öz, ‘insan’ın, insanlığın yaşadığı acılar aslında. II. Dünya Savaşı sonrasında, Nazi kıyımından kaçan Esther de, Filistin kamplarındaki yaşamın dehşetine tanık olan Nejma da bize aynı duyguları yaşatıyor. Romanın kurgusu da bu duyguların derinden hissedilmesine imkân sağlıyor. Farklı iki hikaye gibi okunabilecek kitap, usta bir kurgu ve anlatım inceliğiyle bir bütün haline geliyor.
Tarafsız anlatım
Le Clézio'nun roman kişileri de bir anlamda birbirine benziyor. Çünkü olayların arka planında insanın “hayatta kalma” serüvenini anlatıyorlar. Ölüm korkusu ve yaşama isteği, onları sürekli dolaşmaya itiyor. Esther de, Nejma da bu yaşama isteğiyle sürekli deviniyor. Esther’in Fransa’da başlayan ve Kudüs’e kadar uzanan, Nejma’nın ise savaştan kaçarak kamplarda verdiği ayakta kalma mücadelesinin özünde yatan duygu da bu zaten. Clézio'ya göre “canlı olanın serüvenini gözler önüne serebilecek en ayrıcalıklı, en yetkin araç ‘yazı, yalnızca yazı, sözcükleriyle araştıran, arayan, titizlikle, derinlemesine betimleyen yazı'dır. Yazı, acımasız gerçekliğe tutunur, ona yapışır, onu işler.” Göçmen Yıldız’da da yazarın derinlemesine betimlemeleri bizi iki kızın yaşadıklarına ortak ediyor. Geriye dönüşler ve sık sık tekrarlanan hatıralar, insan-mekan tasvirleri okuru öykülere dahil ediyor. Örneğin, Nejma’nın ağzından sık sık dillendirilen “Güneş herkes için parlamıyor mu?” cümlesi aslında hayatının bir döneminde haksızlığa uğramış her insana yakın gelecek bir serzeniş değil mi?
Özellikle belirtmek gerekir ki; Le Clézio’nun tarihe, tarihi olaylara ve Ortadoğu’ya bakışında çoğu Batılı yazarda gördüğümüz anakronizm hastalığı yok. O, insanların göğüslemek zorunda kaldıkları acıları, yan tutmadan, politik bir tavır takınmadan anlatıyor. Nejma’nın yaşadıklarını not ettiği günlüğü yolda karşılaştığı, sadece bir kez gördüğü ve gözlerindeki ışıltıyı hissettiği Esther’e verilmek üzere yazması, Esther’in Nejma’yı aramak için dönüşü başka nasıl açıklanabilir?
İsveç Akademisi, Le Clézio'ya verilen ödülle ilgili açıklamasında, romancıyı "mevcut medeniyet altında ve ötesinde insanlığın kaşifi, duygusal coşkunun, şiirsel maceranın ve yeni ayrılıkların yazarı" olarak tanımlamıştı. Bu tanımlamaya ek olarak, modern bir seyyah tanımlaması da yazar için uygun olabilir. Çünkü eserlerindeki mekan ve zaman vurgusu onu çoğu yazardan ayırıyor. Mekânların ayrıntılarını yaşamışçasına anlatması, onun aynı zamanda iyi bir seyyah olduğu izlenimini veriyor. Göçmen Yıldız’da zaman, özellikle de mekan algısı öyküyü ve asıl anlatılmak istenileni diri tutuyor. Esther’in Kudüs’e varıncaya kadar uğradığı yerler, yaşadığı acıyı okura en iyi anlatacak şekilde tarif ediliyor.
Hayatın merkezinde insan
Göçmen Yıldız’la ilgili söylenmesi gereken bir başka şey de inançların hiçbir zaman insan’ın ve insanlığın önüne geç(iril)memesi. İnanç, ümidi diri tutan ve sığınılan bir liman olarak karşımıza çıkıyor. Ortadoğu’da yaşanan sıkıntıların genelde inanç merkezli ve Ortadoğu’yu değerlendirenlerin çoğunun düşüncelerinin bu eksende olduğu düşünüldüğünde Le Clézio’nun bakış açısını ayrı bir yere koymamız gerekiyor. Zira Göçmen Yıldız’da Yahudi olan Esther’in babasının dine inanmayan komünist biri olduğu halde kızının din öğrenmesine karşı çıkmaması ve Esther’in de babasının bu durumuna karşı çıkmaması, üzerinde düşünülmesi gereken ayrıntılar.
Kısacası Göçmen Yıldız, hayatın merkezine insanı koyuyor. İnsanlığın en umarsız dönemlerinden birini yaşadığımız bugünlerde sevginin gücüne ve güzelliğine çağırıyor bizi. Keşke Ortadoğu konusunda söz sahibi olan herkes olaylara insan merkezli bakmayı öğrenebilse...
(Haber 7 - Kitap Zamanı)
-
Besim Olgun 15 yıl önce Şikayet EtBu ne?. Kitap Zamanı'nın güzelim dosyasını mahvetmişsiniz, keşke hiç alıntılamasaydınız...Beğen
-
MÜMİN SEÇİM 15 yıl önce Şikayet EtBU İŞ MÜSLÜMANLARI. tekrar ortadoğuda birleştirme işi ama burda türkiye piyonmu yön verenmi bunu düşünmek lazım bakıldığı zaman davos meselesi israilin katliyamı gerçekten bunun zemini için hazırlanmış bir tuzak islam güç olacak olmasınada bunlar acaba böyle yapar isek kontrol edebilirmiyiz gayretleri, yine diyorum bir amerikalı neden müslümanlar birleşsin halifelik gelsin isterki ve bunuda destekleyen medya unsurlarımız neden buna dikkat etmezler bu bir oyun kafirden müslümana dost olmayacağına göre işin içinde iş var dikkatBeğen
-
Ahmet CURA 15 yıl önce Şikayet EtLimon Ağacı. Bu Alanda Limon Ağacı isimli kitabı okumuştum ve müthiş sürükleyici ve etkileyici bir kitaptı.Ben Yeni çıktığında almış ve okuduktan sonra kitabın türkiyede ilgi göreceğini düşünmüştüm ve şimdi görüyorumki kitapçılarda en çok satanların başında.Ortadoğu Dünyanın gündemi yazar bu kitaba farklı bir yorum ve farklı bir tat katmış ve okuyucu artık sıkıldım dedirtmeyecek şekilde uyarlamış. Bu haberde okuduğum Gelecek 100 Yıl Kitabıda/george friedman kitabı ve göçmen yıldız kitabıda ilginç kitaplara benziyor.Beğen