Tasavvufa dair merak edilen her şey!
Ünlü işadamının burnu havada gezen kızı arabasını fakirler için satmaya karar verdi. Ve o duyguyu oluşturan fıtri olgunun ilminde zirveye çıkmış bilim adamına, bu sorular bile 'La Havle vela kuvvet' dedirtemedi!
ABONE OLYaşar İliksiz'in röportajı
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı Başkanlığı'nın yanı sıra Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi Editörünü de yürüten Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz, sanırım uzmanlık alanında bugüne dek sorulabilecek en uçuk, en garip sorulara maruz kaldı.
İlim, edeb, terbiye, vakar, had ve alçak gönüllülük gerektiren konudaki söyleşiye talip olan benim gibi kaygusuz olunca; her ne kadar sabır, tevazu, terbiye, hilm ve ilminin gereğini dört dörtlük yerine getirse de Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz'ın dahi bir an "insaf Ya Hu!" diyeceğinden korkmadım değil. Şükür endişe ettiğimiz noktaya ulaştırmadan sohbeti bitirmeyi de başardık...
"İyi de ne işin vardı senin orada kardeşim?" diye merak edeceksiniz doğal olarak.
Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz'ın Erkam Yayınları'nca neşredilen, "300 Soruda Tasavvufî Hayat" adlı kitabına göz atar atmaz, "işte aradığım adam" diyerek soluğu yanında aldım. Çünkü Tassavvuf konusuna son yıllarda gittikçe artan ilginin de etkisiyle yoğunlaşan sorulara verilen cevaplardan oluşan esere verilen cevaplardan farklı bir bilim adamıyla görüşeceğim ayan beyan ortaya çıkıyordu.
Nitekim yanılmadığımı da gördüm. Bakalım siz de bu ilginç söyleşiyi okuyunca benimle aynı fikri paylaşacak mısınız yoksa "bu son olsun" mu diyeceksiniz...
300 soruya cevap vermiş alimle yapılan röportajın o 300 sorudan bir kaçından oluşması ayıp olur diyerek, 300 + soruları sordum. İşte cevapları:
> Tarih boyu tasavvufa ilgi yoğun ama dönem dönem ilginin normalin çok üstünde arttığı görülüyor. Şu anda da ilginin yoğunlaştığı günlerdeyiz. Artışın görünür nedeni var mı?
> Tasavvuf fıtri bir olgu olarak insanların hayatın daima önemli yer edinmiş. Tasavvufa temayül, yönelişin zaman zaman kalp atışlarındaki grafikler gibi iniş çıkış gösteriyor. Bunun çeşitli sebepleri var. Toplumda insanların siyasi iradeden ümitlerini kestikleri zaman ilmi ve manevi otoritelere meylettikleri, böyle zamanlara tasavvufa yönelişin yoğunlaştığı savunulur. Bu görüşe şahsen tamamen katılmıyorum. Şunu da eklemek lazım gelir, “Biz 19. ve 20. Yüzyılın başından itibaren çok yoğun şekilde fiziki dünyaya yöneldik. Pozitivizm ve materyalizmin etkisi ve katkısı ile çok ciddi şekilde insanlık o yöne meyletti. Hatta “dinlerin vaat ettiği cennet dünyadadır, insan cenneti bu dünyada görecektir” gibi ifade ve yaklaşımlar, seküler mantıkla insanı dünyevileştirdi ve maddecileştirdi.
Bu tabi insanın bir tarafının ihmal edilmesi ya da bir boyutunun hormonlu gibi daha fazla gelişmesi gibi sonuçlar doğurdu. İnsanlar dış görünüşleri ile makyajları ile lüks yaşam tarzlarıyla dünyaya ait refah düzeyleriyle çok fazla ilgilendiler ve olması gereken noktaya da hızla geldiler. Bu arada hormonlu şekildeki maddi gelişim manevi gelişimin önünde bir engel gibi dikildi. Dolayısı ile manevi hayat hem görmezden gelindi, hem ihmal edildi. Tabi ister istemez kantarın topuzunda böyle bir değişme görüldü. Madde yükseldi, maneviyat düşüşe geçti. Ama fıtratın kuralı bu ikisinin beraber olmasıdır. Yani Mevlana’nın tabiri ile bir beden var, ten var bir de can var. Yani siz teni yükseltir canı tazyik altında bırakırsanız dengeler bozulur. Dengenin bozulmaması için ten ve canın at başı beraber gitmesi gerekiyor.
Zannediyorum altta kalan o canın, tene, tensel temayüllere, doyumlara “artık yeter ben de varım” diye seslenmesinden, canlanmasından dolayı bir manevi yöneliş başladı. İnsanoğlu’nun hemen her kesiminde var bu yöneliş. Önce Batı’da, Amerika’da başladı. Transantanal meditasyon merkezleriyle, yoga merkezleri ile başladı. Yani “bu maddi âlem dediğimiz, pozitivist alem dediğimiz, cennet dediğiniz dünya bana yetmiyor” diye isyana ve bağırmaya çağırmaya başladı insanlar. Bu sesler okyanus ötesinden duyulmaya başladı. Bizim ülkemizde ise bir nesil özellikle entelektüel bir nesil, neredeyse 1900’lerden itibaren ateizmi içlerine sindirmiş olarak, devlet ve sistemi de ona göre dizayn etmiş olarak halkı 1950-60’lara kadar halkı mengeneden geçirmiştir. Ama bir taraftan da aşağıda gizli kalan dini ve tasavvufi damar, kendini korumaya çalışıyordu. İşte o baskı altında kalan manevi temayül yavaş yavaş kendini ortaya çıkarmaya çalışıyor. Hani bir kaba çok bastırırsanız içindeki sıvı bir yerden patlar ya onun gibi bir patlama yaşıyor o manevi damar. Bu hem tasavvufa yöneliş olarak hem de dini yaşantıya yöneliş olarak kendini belli ediyor. SSCB’den sonraki Türkî Cumhuriyetleri’nde, Orta Asya ülkelerinde, Balkanlarda, hatta gittiğimiz Avrupa ve Amerika ülkelerinde de bu yöneliş net şekilde belli.
Yani, maddi doyum manevi açlıkları tetikledi ve manevi arayışlar hızla gündeme gelmeye başladı. Böyle yorumluyorum son zamanlardaki manevi yönelişin boyutlarını.
ÜNLÜ İŞADAMININ KIZI ARABASINI SATTI
> Dünya’da Ferrari’sini satan bilgeler bilgiler çağının yaşanmasının izahı özetle bu yani.
> Kesinlikle öyle. Şimdi tasavvufun ruhu tedavi tarafı var. Özellikle infak duygusunun insanlara ulaşmanın ve yardım etmesinin verdiği huzur yönü var. Mustafa Merter, kızının Afrika’da Nijerya’da hayır amaçlı yapılan ameliyatlara girmesinden sonra değiştirdiği anlatır mesela. “Kızım kolay kolay bir şey beğenmeyen, şımarık rahat büyümüş bir kızdı. Günümüzdeki pek çok çocuk gibi burnundan kıl aldırmazdı. Oraya gittik, katarak ameliyatında bize hemşirelik yaptı. Ondan sonra değişti benim çocuğum. Döndükten sonra arabasını sattı parasını oraya gönderdi. Niye? Müthiş bir şey bu! Başkalarının farkında olmak, yaratılanı sevmek, Yaratanla birlikte olmak! Bunlar salında fıtri duygular ama biz bu fırsatları insanlara sunmuyoruz. Sürekli, “maddi doyum, kişisel doyum, ben, ben, ben!” dedirtiyoruz. Dolayısı ile başkasının farkında olma bilinci yok. İşte bu tasavvufi hayattaki infak, paylaşım, benim malım senin malın, senin malın yine senin malın anlayışları insanlar müthiş bir sermestlik, müthiş bir coşku veriyor. Acayip bir şey bu diyorlar.
Hatta şimdi Orta Asya’da Türkiye’den giden cemaatlere, “yahu siz buraya niye geliyorsunuz, bizden ne bekliyorsunuz?” diye soruyorlar. “Biz Allah rızası için geliyoruz, Şükür ve hamdolsun camileri bunun için dikiyoruz, Kuran’ı Kerimleri bunun için dağıtıyoruz” diyorlar. “Yok, siz bunu arkasından bir şey bekliyor olmasınız” diyorlar. Düşünemiyorlar yani Allah rızası ve ahret kaygısıyla böyle bir şey yapılabileceğini düşünemiyorlar, şaşırıyor ve hayretler içinde kalıyorlar.
Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi Editörü Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz'ın "300 Soruda Tasavvufî Hayat" adlı kitabı Erkam Yayınları'ndan çıktı. Gerek konferanslarında sorulan, gerekse internet yoluyla ulaşan tasavvufî hayâta dâir 300 soru ve cevâbı bir araya getiren Yılmaz, insanların tasavvufla alâkalı merak ettiği sorularına cevaplar veriyor. Okura pratik bilgiler vermeyi de ihmal etmeyen yazar emek verici bir çalışma ortaya çıkarmış. Tasavvuf hakkında bilgi veren H. Kâmil Yılmaz, "Tasavvuf, İslâmî hayâtı rûhânî ve rabbânî bir biçimde yaşama yolu, tezkiye ile ihsâna erme san'atı olarak târif edilmektedir. Tasavvuf muhtevâsı ve kavramlarıyla Kur'an'da var olan bir ilim, Allah Rasûlü'nün hayâtında var olan bir hâl ve kurumdur. Allah Rasûlü'nün siyâsî, ilmî ve mânevî olarak temsîl ettiği üç otoriteden sonuncusunun müessese ve ilim olarak uzantısının adıdır. Böyle olduğundandır ki rûhânî ve tasavvufî hayât, her devirde ilgi uyandırmıştır" değerlendirmesinde bulunuyor. Eserin giriş bölümünde tasavvufa dâir genel sorular yer alıyor. Tasavvufun Kur'an ve sünnette varlığı, lüzûmu, sağlam bir tasavvuf çizgisinin şartları, İslâmî ilimler arasındaki yeri, çağdaş birtakım tasavvufî problemler ile tasavvufun diğer mistik akımlarla irtibâtı konularına dâir yirmi yedi soru ve cevâbı ele alınıyor. Birinci bölüm "seyr u sülûk" ve "kalbî hayât" ana başlıkları altında inceleniyor. Seyr u sülûk konuları tarîkat, şeyhlik, mürîdlik, intisâb ve bey'at ile icâzet ve silsileye dâir konular içeriyor. Bu bölüm ayrıca seyr u sülûkte uygulanan zikir, âyin ve semâ, mücâhede ve riyâzat, halvet ve çile, sohbet ve râbıta ile bu kapsamdaki tefekkür-i mevt gibi eğitim unsurlarını da ihtivâ ediyor. Kalbî hayâta dâir konular ise teslîmiyet ve tevekkül, vecd ve cezbe, aşk ve muhabbet, fenâ-bakâ ve tecellî, temkîn ve telvîn, mûcize ve kerâmet, tevessül ve istimdâda âid soru ve cevâbları kapsıyor. İkinci bölüm tasavvufî düşünceye dâir vücûd/varlık ile mârifet ve insân-ı kâmil konularına dâir soru ve cevaplardan oluşuyor. Vücûd ve varlıkla ilgili olarak vahdet-i vücûd, vahdet-i şühûd, ricâlü'l-gayb, Hızır ve Mehdî ile ilgili konuların yanı sıra Mârifet ve tasavvufî bilgiye dâir keşf ve mükâşefe, ilhâm ve rüyâ, zâhir ve bâtın, ilm-i ledün ile şatahât konuları da bu bölümde yer alıyor. Üçüncü bölüm ise kısmen tasavvufî bazı dînî konulara dâir soru ve cevaplarından oluşuyor. Yazar bu bölümde günümüzde halk arasında çok sorulan ve medyada da sıkça gündeme getirilen sihir ve büyü konusu ile cin ve nazar konusuna da eğiliyor. Halen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı Başkanlığı'nı yürüten H. Kâmil Yılmaz, neşredilmiş yirmiyi aşkın eseri, muhtelif dergilerde yayınlanmış makaleleri, ansiklopedi maddeleri, ulusal ve uluslar arası düzeyde çeşitli bilimsel toplantılarda sunulmuş pek çok tebliğleri bulunuyor. Tel: (212) 671 07 00 |
>Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin Abdurrahim Beyin şiirindeki ifade ile ”Önce ellerinde İncil sonra silahla gelen” emperyalist ruhtan çok çektiği için bu şaşkınlığı ve ardında bir hesap arayışı normal karşılanabilir.
> Bu kuşku tabi ki çok normal. Ama gerçeği kısa zamanda görüyorlar ve insanlık duygusunu, ihvanlığı, kardeşlik duygusunu önce çıkaran İslam’daki tasavvufi paylaşım ve hayat onların ilgisini çekiyor. Vakfiye de zaten aynı ruhu taşıyor. Anadolu’yu İslamlaştıran, Yesevi dervişlerinin, Babai dervişlerinin yaptıkları da o. Geldikleri köylerde, oturdukları kasabalarda meslek sahibi olarak, doğru, dürüst, infak eden, etrafına yardım eden insanlar olarak babacan tavırlarıyla dikkat çekiyorlar ve insanları etkiliyorlar İnsanlar topyekûn Müslüman oluyor o şahıslar vasıtası ile. Bugün de o tür insanlar, o tür adanmışlığı olan, kendisini Allah’a adamış insanlar, çok etkileyici konumdalar. Tasavvufun bu boyutu önemli ama tabi bir de kültürel boyutu var. Mesaj değeri olan Mevlana’nın Mesnevisinde anlattıkları, Gazali’nin İhya’sında anlattıkları, Muhyiddin İbn-i Arabi’nin daha yüksek seviyede tefekkür tarzında, varlık, yorum kendinden geçme yani kendini açma, Hak ile buluşma yorumları, bunlar insanların arayıp da bulmadığı şeyler gibi ilgi uyandırıyor. İnsanların hem gönül dünyalarında, hem zihin dünyalarında hem de hayatlarında değişim meydana gelmeye başlıyor.
BİR MÜRİT TARİK YOLUNA HANGİ NİYETLE GİRMELİ?
> Tasavvufta nihai hedef, insanların fenafillâh seviyesine ulaşmasıdır. Ancak yaygın olarak herkesin o seviye ulaşmasının mümkün olamayacağı, o seviyenin sadece çok özel insanlara has bir hal gibi sunulduğunu görüyoruz. Bu yaklaşım, bir yandan müridin oraya kilitlenmesi, öte yandan ‘benin kimim ki… ‘ tuzağına düşmesi açısından işin özünün yanlış algılanmasına yol açmıyor mu?
> Fenafillâh ve baka billâh vs. kavramlara çok özgün insanlara aitmiş gibi bakılmasının kast ettiğiniz manada menfi yönü vardır. Esasında kavramlara da o manada “uçuk” şeyler yüklemek yerine biraz daha insanların adanmışlığını artırmak lazım.
> Bir müridin “ben fenafillâha ereceğim kardeşim” diye tasavvufa adım atmasının aslında o yöndeki gelişimine vuracağın en büyük engel olduğunu fark etmeyebilir mi?
> O tür yaklaşımlar dediğiniz sakıncalı sonuçları doğurabiliyor. Aslında “Kardeşim benim öyle bir derdim yok, ben Allah adına ne yapabilirim onun derdindeyim” diye yola çıkmak lazım. İşin özü zaten yaptıklarını kişinin kendisinden bilmemesi. Yaptıklarının kendisine Allah’ın ikramı olduğunu hissetmesidir ki o zaten fenafillâh duygusudur. Bu konuda güzel bir hikâye var; “Dervişin biri zikre başlıyor, Şeytan musallat oluyor. Diyor ki ‘bak sen kaç zamandan beri tespih çekiyorsun, Allah Allah diyorsun. Hiç Allah’tan, ‘Lebbeyk ya Abd, buyur ey kulum’ sedasını duydun mu’ diyor. ‘Duymadım’ diyor. ‘O zaman vur kafanı yat aşağı’ diyor şeytan. Derviş de vuruyor kafayı yatıyor. Ondan sonra rüyasında Hızır çıkıyor karşısına ve neden tespihi bıraktığını soruyor. Derviş Allah’tan ‘Lebbeyk ya Abd’ diye bir hitap duymadığı için bıraktığını söylüyor. Hızır, “Ey Derviş, Allah sana Allah deme imkânı veriyor. Bu lebbeyk demek değil midir? Sana o duyguyu veren Allah değil mi, sen ne anlayışsız adamsın, kalk!” diyor. Derviş o zaman anlıyor ki Allah’ın buyur demesi zaten kendisine o imkânı vermesidir. “Bunu bana Allah verdi” demek zaten fenafillâh’ın başlangıcıdır. İnsanın yaptığını kendinden görmemesi onun Allah’ın Lütfi olduğunu idrak etmesidir.
> Tasavvuf bu açıdan bakıldığında insan psikolojisine nasıl olumlu katkılar sağlıyor?
> Ben nesli deniliyor ya bugün, o neslin kendisini gerçekleştirme şeklinde ortaya koyduğu psikolojik yorumda iki risk var. Kendisini gerçekleştirirse müthiş ego şişmesi oluyor. Gerçekleştirmezse bitiyor, tükeniyor, intihar vakaları doğuyor. Ama tasavvufi ve İslami anlayışa göre, “inşallah Allah yardım ederse yaparız” diyorsunuz. Yaparsanız, “ben yapmadım Allah lütfetti” diye şükrediyorsunuz. Yapamazsanız da “Hakkımızda hayırlısı böyleymiş, olmadı” diyorsunuz. Yani yaptığınız takdirde egonuz şişmiyor yapamadığınız takdirde de inkisara uğramıyorsunuz. Yani her iki halde de hayattan kopmuyorsunuz. Ama diğerinde her iki halde de hayattan kopuyorsunuz. Yani başardığınızda kimse yanınıza sokulamıyor, burnunuzdan kıl aldırmıyorsunuz, çevrenizi kırıp geçiyorsunuz. Öbür türlüsünde zaten hayattan kopuyorsunuz, intihar ediyorsunuz.
Yani Aslında Tasavvufun ve İslamiyet’in insana verdiği en güzel şey, bu güven duygusu. Allah’a güveniyorsunuz ve kaygılarınız. Korkularınız yok. Korkuya ve kaygıya gerek yok çünkü her şeyin sahibi O.
ŞEYHLİĞİN BABADAN OĞULA GEÇME MESELESİ
> Tarikatlarda günümüzde şeyhten şeyhe el verme geleneği artık nerdeyse tamamen babadan oğula geçmesi şeklinde geleneğe dönüştü. Kitabınızda bu meylin yozlaşmaya yol açtığına dikkat çekiyorsunuz.
> Doğru, sadece babadan oğula intikal etmesi yozlaşmanın sebebidir. Ama liyakat söz konusuysa elbette babadan oğula geçebilir, hiçbir mahsuru yoktur. O ayrıntıyı görmek gerek ama liyakat yoksa ve makam babadan oğula intikal ediyorsa kötü.
> Liyakate eyvallah, hiçbir baba liyakatsiz oğul yetiştirsin de istemez insan gönlü ama sonuçta sürekli babadan oğula intikaller yaşanınca “hiç mi liyakatsiz evlat yok” diye de soruyor insan ister istemez.
> Hep geçmiyor aslında. Nadir de olsa örnekleri var. Bu eğilim bugünküne nazaran eskiden daha fazla imiş. Onun da sebepleri var. Osmanlı zamanında şeyhlerin ekonomik hayatlarını düzenleyen unsur, dergâhın vakfiyeleri. Vakfiyenin yönetimi de şeyhin uhdesinde. Yani şeyhlik vefat ile birlikte uhdeden çıkınca o zaman şeyhin ailesinin perişan olma ihtimali de söz konusu. Orada bir boşluk var. Bu boşluk sebebiyle şeyhin ailesi hemen vaziyet etmek için küçük çocuğunu hemen posta oturtuyor, serhalife o büyüyünceye kadar yerine vekâlet ediyor gibi durumlar da yaşanmış. Böyle sıkıntılar olmuş doğru ama tersi de olmuş. Oğlu varken liyakat esasına göre başkası oturtulmuş.
> İşin iç yüzünü Allah bilir, olumsuz kullanımın sorumluluğu da kişileri bağlar ancak ekonomik sebeplerin dergâhın kaderini etkilediğini bu örneklerde söyleyebiliriz değil mi?
> Tabi ki söyleyebiliriz. Hiçbir şey ekonomik ve sosyolojik vakalardan soyutlanamaz. Din de olsa tasavvuf da olsa bazen soyutlanamıyor.
> Dünyada rızık kaygısı gütmemesi gereken, kendini Allah’a insanların ailelerinin birden bire “geleceğim ne olacak?” telaşına kapılıp böyle hamleler yapması garip değil mi?
> Elbette garip. Onun izahı çok zor. Zaten o yüzden bu tip tekkelerin çoğu zaman içinde tasfiye olmuş. Osmanlı devletinde açılmış sonra kapanmış yüzlerce dergâh ve pek çok da tarik kulu var. Yani bu işe liyakatte bağlı olmayanlar münkariz oluyorlar. Bu da ilahi takdir. Hakikatten bu işi kendi kuralları içinde yürütmeyen dergâhlar devam edemiyor, zamanla dağılıyorlar. Yani insanlar bunları fark ediyor. Şeyh efendinin, dini ilmini, takvasını, muamelattaki düzgünlüğünü fark ediyor, olumsuzlukları sezdiğinde birer ikişer etrafından dağılıveriyorlar. Yani daha önce çok mensubu olan dergâhların şeyhin değişiminden sonra mensubun azaldığını görüyoruz. Tersi de oluyor. Bir önceki şeyhin sağlığında çok az müdavimi olan dergâhların bir sonraki şeyhte dolup taştığı da görülüyor. Bu iş insan unsuru ile alakalı. İnsan unsuru çok önemli.
MÜRİT ŞEYH İLİŞKİSİ EVLİLİK İLİŞKİSİ GİBİ MİDİR?
> 300 Soruda Tasavvufi Hayat Kitabınızda Mürit şeyh ilişkisinde aşk ve mantık evliliği örneğini veriyorsunuz. Tam bu noktada bu konuyu bira açmanızda yarar var sanırım.
> Her ikisi sonuçta birer akit. Evlilik iki kişi arasındaki sözleşme olması yönüyle, tasavvufa intisap da iki kişi arasında sözleşme olması açısından birer akit. Her ikisin de duygu ve mantık devreye giriyor. Bazen duygu çok öne çıkıyor ve insan çarpılmış gibi oluyor ve evleniyor. Bazen “artık evlilik çağına geldim” diyor kişi kendisi ya da ailesi önüne düşüyor ve uygun birisi ile baş göz ediliyor. İrşat da böyle. Birden farklı bir insan görüyorsunuz ve “Allah Allah bu farklı bir insan” diye bağlanıp kalıyorsunuz. Hatta bazen tasavvufa muhalif olup da, Necip Fazıl gibi oraya zamklanıp kalan bir sürü insanlar var. İşte onların ki aşk evliliği gibi bir şey. Diğeri ise “yahu yaşımız 40’a geldi yapacağımız bir şey de yok bari bir efendinin dergâhına gidip kapılanalım da, orada hizmet edelim, belki istifademiz olur” diyerek dergâh dergâh dolaştıktan sonra kafasında yatan bir yerde karar kılar. Bu da mantık evliliği gibidir.
> Günümüzde şeyh mürit ilişkilerinin hassas bir noktası olması açısında kontra bir soru sorayım. Malumunuz tasavvuf terbiyesinde şeyhin isteklerini aynen yerine getirmek esastır. Hatta aşkla bağlılıktan dolayı istek garip görünse de bir hikmeti vardır denilerek yerine getirilir. Ancak günümüzde özellikle de yaşanan sn bazı vakalar sonrası, dergâhta yakışıksız haller gören müritler ne yapmalı?
> Bir mürşidi kâmil asla gayrı Şerî, haram olan bir şeyi emretmez, etmemelidir. Yapıyorsa da çok özel bir durumdur, ona da biz karışmayız ama normal, ortalama insan için söylüyorum, ortalama insan bir mürşide bağlanmışsa, mürşidi ona şarap iç, namazı bırak kabilinden şeyler söylüyor ya da haram fiil yapmasını istiyorsa orada durmaması lazım. Yani Şerî kurallar bellidir. Allah’ın yap dediğini şeyh yapma ya da yapma dediğini yap diyemez. Önce Allah’ın dediğini yapmak gerekir. Daha ileri aşamada şeyh mürit ilişkilerinde özel durumlar söz konusu olabilir ama o konuyu da çok istismar edenler var. İstismara açık bir alan orası o alana temayül edilmesini doğru bulmuyorum. İleri boyutlarda, ileri seviyelerde olmayacak şey değildir, olur ama çok istisnai durumdur. O seviyede testtir, saygı duyabilirim ama bu halin istismarcıların ekmeğine yağ süreceğini düşünüyorum. Hele de günümüzde bu yolun ehliyetlisi ehliyetsizi çok belli değil, kimin eline düşeceğin belli değil sakınmak gerekir. Yani beni denemek istiyor diye düşünse efendim kadın mürit şeyhin elin tutmaya başlasa vs… Bunlar yanlış ve ileri düzey şeyh mürit ilişkilerinde de izahı zor şeyler.
SİYASET TASAVVUF İLİŞKİSİ
> Bu noktada siyaset tasavvuf ilişkisinin günümüzde geldiği nokta hakkındaki yorumunuzu soracağım. Mesela siyasette tasavvufa demediğini bırakmayan kurumlar bile seçim zamanı bakıyorsunuz, tekkelerin kapısından ayrılmıyor.
> Tasavvufi kurumlar sonuçta insan gücü barındırıyor. Bağlıları var, gelenleri gidenleri var. Kalabalıkların geldiği, gittiği yerler siyasilerin her zaman iştahlarını kabartır. Yani bu isterse spor kulübü olsun, istese kültürel anlamda bir dernek lokali olsun, isterse tasavvufi bir cemaat olsun. Siyasiler buraya gidip oradaki insanlara iki nutuk atıp, oradaki insanlarda oy devşirmeyi arzu edeceklerdir. Bu onların olmazsa olmaz kabilinden davranışlarıdır. Bu açıdan ben tasavvufi camianın bu manada siyasetin içinde olamaması gerektiğini hep ifade etmişimdir. Onlar gelip, dergahın içine girebilirler ama tasavvuf erbabı siyasetin içine girmemelidir. Aktif politikanın içinde olmaktan alabildiğine uzak durmalıdır. Hele de tasavvufi cemaatlerin önünde olan insanlar aktif politikanın içinde olmamalıdır. Elbette siyasi partiye reyini verebilir, bir takım ilişkileri olabilir ama aktif politikacı gibi davranmalıdır. Günlük siyasetin dışında hatta bir miktar da üstünde olmalıdır diye düşünürüm. Yani işe menfaat, dünya çıkarı, maddi hesap girmemeli. Siyasetçi de gelse, futbolcu da gelse amacı, ben bu zattan, bu zatın nasihatlerinden nasıl istifade edebilirim veya buradan nasıl bir gönül duyarlığı ile çıkarım kaygısı içinde olmalıdır ya da o öyle geldiklerini düşünmelidir. Yani tasavvuf erbabı, dergah kapısı hak kapısıdır, gelene saygı duyarız, ikram ederiz ama bunun ötesinde bizden çok fazla bir şey beklemeyin diyebilecek nezaketi göstermelidir.
> Tasavvufa artan ilgi bir yığın soru sorulmasına neden oluyor. Ancak günümüzde sorulara cevap bulunacak pek çok da kaynak var. Olur olmaz yerden derlenen cevaplar var. Hele de internet ortamında cevaplar uçuşuyor ama hangi cevap ne kadar güvenilir, cevap veren ne kadar ehil bilmek imkânsız gibi. Soruların sahipleri nelere dikkat etmeli. Hangi kaynağa başvurulmalı?
> Bu işin başında bulunan yani mürşit konumundaki insanların yaşayışına bakmak lazım ve etrafındakilere nasihatlerine bakmak lazım şerri çizgilere uygun, farzları yerine getiren, haramlardan sakınan insanlar olması çok önemli, nafileleri de yapıyorsa daha güzel ama en azından bunları yerine getiriyor olması gerekir. Bu önemli bir ölçü bir de bir mürşit için önemli olan bir silsileye bağlı mürşitten eğitim almış olmasıdır. Bu bir gelenektir, gelenekten ve ocaktan yetişmiş olmalıdır. Yani Hüdayı nabit gibi ortaya çıkmamalıdır. Yani aşılanmış olmalıdır. Nasıl ağ başındaki ahlatın tadı olmaz, tatlanması için ona aşı yaparlarsa bir mürşide silsile geleneğinden aşı yapılması zarureti var. Bu ikisi çok önemli sonrası kişiler arasındaki ilişkilere kalmış. Yüzünün sözünün insanda etki uyandıracak nuraniyette olması, mürşit efendinin bir karizmaya da sahip olması da önemli. Çünkü Resulallah öyle buyuruyor; “Allah dostları yüzlerine baktığınızda size Allah’ı hatırlatanlardır” diyor. Yüzünde de böylesi Melahat, güzellik, çekicilik, insana ilahi duygu veren özellik olmalıdır.
RİCÂLÜ'L GAYB BAHSİ
> Kitabınız üç bölüme ayrılmış, birinci bölüm eğitim aşamasıyla ilgili sorulara verilen cevaplardan oluşuyor, ikinci bölümde tasavvufi düşünce konusu işleniyor, varlık insan vs. Bu bölümde günümüzde çok tartışılan ve mahiyeti merak edilen meseleler var. Ricalü'l gayb, Mehdilik gibi önüne gelen herkesin üzerinde fikir yürütür hale geldiği konular var. Ricalü'l gayb artık sadece tasavvuf ehlinin, tasavvufu merak edenlerin değil, sıradan insanların da gündemine girdi. Ezoterik meraklıların da konu hakkında olur olmaz akıl yürütmelere imza attığına şahit oluyoruz. Bu konudaki fikirlerinizi okurlarımızla paylaşmak isterim.
> Ricalü'l gayb adı üstünde, çok zahir ve bilinen olması gerekmiyor, mümkün de değil. Hadisler de ebdal olarak geçer bu kelime. Bedel ya da bedil kelimesinin çoğuludur. Peygamberlerden bedel, onların yerine kaim manasına Peygamber Efendimizin ümmetinde İbrahim Aleyhisselam tıynetinde 40, Musa Aleyhisselam tıynetinde 3 kendi fıtratında 1 kişi bulunacağına dair Hadis-i Şerifi var. Bu hadisten yola çıkarak Tasavvuf erbabında, evsafının kim olunduğu bilinmemekle beraber, toplumda bu tür insanların bulunduğu, bulunacağı düşüncesi Rical ül gayb düşüncesini doğurmuş. İbni Arabi bunu daha sistematize ederek, dünyamızın sultanları ve devlet başkanlarına da kinaye ile Ricalü'l gayb'ı manevi dünyamızın kumandanları gibi göstermiş. Bunun en başında Kutub veya Gavs adı verilen şahıs, onun altına iki tane imaman onun altında dört tane evtadı erba, ediyor 7, ondan sonra da dünyanın muhtelif yerlerinde 40, sayıları 300’e varan manevi insanlar bulunduğu yönünde yorumlar yapılmış. Hadislerde de bunların işaretleri var. Bunların kim olduğu ancak Allah’a bazen de erbabına malum. Hatta Ricalü'l gaybden olan insanların kendilerinin de bunu bilmediğine dair yorumlar vardır. Yani Allah ona bir görev vermiştir ama o bile bunun farkında değildir. O fonksiyonunu icra eder ve gider.
Bu durum Hızır kültürü gibi, toplumda herkesin böyle birbirine manevi gözle bakmasını, daha saygın davranmasında da etkin sebeptir. Yani dağın başında karşılaştığı, hırpani kırıklı bir insana “Hızır olabilir mi, Ricalü'l gayb’den biri mi? Üçlerden mi yedilerden mi?” düşüncesi insanların birbirine samimi saygı duymasını sağlamıştır. Kimse ben bunlardanım dememiştir. Dese de şık karşılanmamıştır. Ben onlardan biriyim diyen adama da gülerler zaten. Ama gıyaben insanların birbirlerine “şu kırklardanmış” diyebilmektedir. Öyle denilen insanlar da bölgelerinde genellikle sevilen sayılan yardım ehlidir.
Bu tür halk kahramanlarının çıkması toplumda bir güven de oluşturuyor. Toplumda bir anlamda moral motivasyon vesilesi oluyor bu insanlar. Manevi dünyamızın bekçileri olarak kabul edilebilecek insanlardır, Hadis-i Şerif’te de işaret olduğu için makbuldür. Bunu determinist ifadelerle izah etmek mümkün değil ama böyle bir inanış yerleşiş kültürümüze. Öyle ki Mehter marşlarına bile girmiş. Üçler, yediler, kırklar devranına Hu diyeli Hu! Lafızlarıyla kendini göstermiş. Tabi savaşlarda bunlar daha çok lazım. Üçler Yediler Kırklar imdadımıza yetişsi Allah’ın inayeti üzerimize olsun, zafer bize nasip olsun gibi duygu ve düşünceler insanları ölüme bira daha kolay götürebilecek, motivasyonlar oluşturmuş. Ölümle hayatı iç içe gören düşüncenin oluşumunda Rical ül Gayb düşüncesinin etkili olduğunu düşünüyorum. Bunlar bizi bir anlamda maddeden manaya, bu hayattan öbür dünyaya taşıyan insanlar anlayışı dünya ve ahiret dengesinde önemli bir moral motivasyon oluyor.
> Bu vakanın olumlu yönü ama hemen her vakada olduğu gibi bir de olumsuz yani istismar yönü var. Malum şarlatanlar cahil insanlardan çıkmaz. İşin içyüzünü ve ilmini bilen ama istismar eden insanlardan çıkarlar. Ricalü'l gayb de istismara çok açık bir düşüce…
> Doğru ve güzel bir noktaya değindiniz. Bu noktada bilen söylemez, söyleyen bilmez inancını hatırlatmak gerekir. Ben öyleyim diyenin zaten onlardan olmadığı bilinmelidir.
> Genelde şarlatanlar da bunu bildiklerinden öyle söylemeler ama etrafındakilere söyletirler.
> Mutlaka onlar da bir yerden açık verirler.
> Tarikatların yapısal özelliklerini özellikle istismar edenlerin başında istihbarat örgütleri geliyor gibi. Casusların müritlerin arasına sızarak faaliyet göstermesinin yanı sıra şeyhlerin güçlerinden yararlanma hülyaları malum. Tarikatların bu tehlikeye karşı özel eğitim vermeleri söz konusu olabilir mi?
"Yani askeriyeye bile sızabiliyorlar, tekkeye de sızabilirler ama en zor sızılacak alanlardandır tekkeler. Müridin seyri sülüğünün yükselmesi, hilafeti, manevi vazife verilemesi doğrudan şeyhin kontrolünde gelişir. Halvete alınması, halvette erbain çıkartması vs. hep şeyhin kontrolündedir. Şeyh istikamet ehli ise mutlaka bir defosunu görecektir" |
> Tabi ki tasavvuf özünde şeyhle mürit arasındaki birebir eğitim olduğu için istismara en kapalı yönteme sahip. Ama buna rağmen sızılabiliyor. Yani askeriyeye bile sızabiliyorlar, tekkeye de sızabilirler ama en zor sızılacak alanlardandır tekkeler. Müridin seyri sülüğünün yükselmesi, hilafeti, manevi vazife verilemesi doğrudan şeyhin kontrolünde gelişir. Halvete alınması, halvette erbain çıkartması vs. hep şeyhin kontrolündedir. Şeyh istikamet ehli ise mutlaka bir defosunu görecektir. Yani ne maksatla o yapıda olduğunu görecektir. Zaten şeyhler bir psikolog hassasiyetle kendisine hitap edenlerin hangi maksatla geldiğini, eşkıya mı evliya mı olacağını bilirler. Eşkıya olacak olanı da eşkıya olmasın diye dergâha kabul ederler ama evliya olacak olanın önünü açarlar. Tasavvuf grupları medreselere göre daha zor sızılabilecek yapılardır. Medreselerde mesela onlar da herkes gibi gelip ders dinleyerek başarılı olabilirler. Ama dergâh da tatbiki ve özel iletişim alanları var. Olmaz demiyor olur ama oluyor diye de yapıya şüpheli bakacak halimiz yok.
KERAMET MESELESİ
> Paranoyak olmaya da gerek yok demek istiyorsunuz. Gelelim keramet faslına. Kerametin hak olduğuna şüphe yok. Ayağa düşürülmesi faslı ile de sizi yormayacağım. Ancak bu konuda toplumumuzda öyle bir hal var ki ya kerameti tümden reddediyorlar ya da tam tersine…
> Her şeyi keramete bağlıyorlar. İfrat ve tefrit hali! İfrat da tefrit de yanlış. Keramet adı üstünde kerem kökünden geliyor. Yani ikram. Kimin ikramı Allah’ın. Kime ikramı? Mümin kuluna ikramı. Keramet dediğimiz şey Allah’ın mümin kuluna ikramı sonucu oluşur bu kevni de olabilir manevi ve ilmi de olabilir. Kevni olduğu zaman olağanüstü bir hadiseye tanık olursunuz. İnsanın gönlünden geçen o anda biliniyor ya da gökyüzünde yürünüyor, bağdaş kurulup oturuluyor.
Bir de ilmi ve manevi kerametler var. Aslında bu tür keramet daha zor olanı. Sünnete uygun yaşayabilmek, yüksek ahlaki meziyetlere sahip olmak, kızmamak, kızacak yerde öfkeye hakim olabilmek. En büyük kerametler aslında bunlar. Tasavvuf erbabının asıl itibar ettiği keramet sünnete uyma ve nefse ram olma noktasındaki dikkat ve titizliktir. Bu kerameti Allah’ın ikramı olarak görür sufiler. Ve kadının hayız görmesi gibidir derler. Nasıl bir genç kızın kadın olduğu hayız görmeye başlamasıyla ortaya çıkarsa bir şeyhin veliliği de bu tarz kerametlerin ortaya çıkmasıyla anlaşılır derler. Ama nasıl bir genç kız hayızlı çamaşırını gizlerse velide kerametini öyle gizler. Onun açığa çıkmasından özellikle sakınır. Onu dillendirenleri tashih eder, “siz öyle algılamışsınız” der. Gerçek veli budur. Ha tersini yapan ve yaptığı her şeyin keramet gibi yorumlanmasını sağlayanlar demin dikkat çektiğiniz durumdadırlar. Acıcık kazıdığınız zaman ifrat duygularının egemen olduğunu görürsünüz. Hiçbir gerçek veli, asla kerametini ortaya dökmez.
Doğrusu kerametin varlığını kabuldür ama her şeyi keramete hamletmek elbette uçuk bir davranıştır. Herşeyi keramete bağlamak çok yanlış ama halk arasında bu tarz düşünce de maalesef çok yaygın. Hani derler ya şeyh uçmaz mürit uçurur. İnsanların bu tür gayretleri çoktur. Mürşidin, şeyhin uçacağı esas alan ahlakıdır, insanlığıdır, etkin tavırlarıdır. Bu alanlarda uçsun. İnsanlara yardımcı olsun insanlığını yapsın, irşadını yapsın. Bunlar tamam ama yok uçarak geldi, yok tayyi mekan yaptı gibi uçmaya şeyhin ihtiyacı yok. Eğer bunlara ihtiyacı varsa ben şahsen bir kusurları var örtmek için çalışıyorlar diye düşünürüm.
KADINLARIN TASAVVUFA İLGİSİ ARTTI
>Hazır söz kadından açılmışken, kadın ve tasavvuf konusuna değinmekte yarar var. Kadınların tasavvufa ilgisi ve dergâhlarla ilişkilerinin Türkiye coğrafyasında yaygın olmadığını sanıyorum ancak…
> Tam tersine yaygın.
> Geçmişte mi günümüzde mi bu yaygınlık?
> Günümüz için konuşuyorum. Günümüzde tasavvuf ve tarikata ilgili ve katılım kadınlar arasında daha yaygın. Hatta kadınlar yapıları itibariyle daha duygusal oldukları için, bu dönellikleri onları tasavvufi alanda ibadette olsun, sohbette olsun, zikirde olsun öne çıkarıyor. Dergâhlarda bugün bir hayli kadın müridan var. Eskisine göre dergâhlarda daha çoklar. Hatta kadın müridan sayısı erkeklerden çok daha fazla…
KADINDAN EVLİYA VE ŞEYH OLUR MU?
> Bu alandaki cehaletim de böylece ortaya çıkmış oldu. Açıkçası daha az sayıda olduklarını düşünüyordum. Ve kadınlara dair sorulara verdiğiniz cevaplarda dikkatimi çeken ilginç bir nokta da İbni Arabi’nin dahi mürşidinin kadın olduğu olgusu. Oysa genel olarak Rabia dışında pek kadın evliya duymuşluğumuz yok. Oysa sizden tasavvuf tarihinde rical derecesine çıkmış pek çok kadın olduğunu öğreniyoruz.
> Estağfurullah. Konuyla yakından alakadar olanlar bilirler. Tasavvuf tarihinde nice Rabialar var. Dikkatinizi çektiği gibi İbn-i Arabî’nin Endülüsteki Mürşitlerinden biri Kurtubalı Fatıma Müsenna’dır. . O kısımdaki bir soru da “kadından mürşit olabilir mi?” sorusuydu. Yukarıdaki örnekte gördüğümüz gibi kadından da mürşit olabilir. Özellikle Mâtüridi imamların tamamı ile Eşariler’den bazı alimler Peygamberlik için erkek olmak şartını öngörmüşlerdir. Kuran’da sadece erkeklerin peygamberlikle gönderildiğini belirten ayetler bulunmaktadır. kadınların da peygamber olabileceklerine dair kanaatlerini de belirttim orada. Hz. Musa’nın annesi ile Hz. İsa’nın annesinin Kuran’ı Kerimde vahiy aldığından bahsedilmesinden dolayı, Eşariler onların da peygamber hükmünde olduklarını düşünüyorlar. Dolayısı ile kadınlardan mürşit olması da mümkündür. Hatta bir şeyhin kadına verdiği icazetnameyi de şu an size gösterebilirim. İsimleri kapatırsanız sevinirim çünkü yayınlanmasına razı olmayabilirler. Gördüğünüz gibi bir dergâhın şeyliği bir hanımefendiye verilmiş durumda.
SÜPER KAHRAMANLARIN MARİFETLERİ
> Kerametlerin ayağa düşürülmesinin sakıncalarından söz ettik. Ancak var olduğuna inanılan kerametleri insanların bir çoğu kafadan reddetme noktasına gelmiş durumda. Öte yandan bakıyoruz süper kahraman filmlerinde sergilenen hayal mahsulü olağanüstü olaylar oldukça doğal karşılanıyor, hatta onların gerçek olduğuna inananlar da çıkıyor. İkisini de reddedene sözümüz yok ama birini şiddetle reddedip, diğerini makul gören zihniyeti nasıl yorumlamak gerekir?
> İnsanlarda bu tür olağanüstülüklere yönelik fıtrattan kaynaklanıyor. İnsanın doğasında böyle bir ihtiyaç ve temayül olduğu için bu tür vakaları görmezden gelmek ve bunların önünü tıkamak da çok akıllıca değil. Eskiden keşik baş hikâyeleri ve benzeri bir takım menkıbelerle insanların kahramanlık duyguları, manevi hayata yönelik temayülleri daha iyi motivasyondan geçermiş, O hikayeleri okuyan, dinleyen insanların coşku duyuyorlardı. Şimdi bunları abartılı görüp, bunlara tepki gösterip, Harry Potter tarzı filmleri seyrederken rahatsız olmamak hayata şartlı bakıldığının göstergesidir. Bunlar insanların doğalarında olan temayüllerin yazıya veya diğer sanat dallarına yansıyan boyutudur. Bu manada birinin diğerinden çak farklı olduğunu düşünmüyorum. Süper kahraman filmleri insanları nasıl coşturuyorsa, bunların olmadığı dönemde bahsettiğimiz türden hikâye ve menakıpnameler de insanları cezp etmiş, etkilemiş ve onlara yol gösterici olmuştur.
> Erbabı bilir. Bir dönemin Hollywood filmlerinden daha etkili olan Süper Kahraman Hz. Ali Cenknameleri insanların hemen her ortamda konuştuğu, sevdiği, paylaştığı ortak kültür öğesiydi. Orada Hz. Ali, Kaf dağının ardına gider, bir kuyudan devler ülkesine iner, ipi yetişmez kırk gün kırk gece ipsiz düşer vs… Ancak İslamiyet’e aykırı olduğunu belirtip, inanca zararlı olduğu itirazı ile bunları son derece olumsuz bulanlar da var.
> O unsurlar olmadığı zaman da o hikayelerin, şiirlerin kıssaların duygu tarafı kalmıyor. Cezp etmiyorlar insanları. Bu duygulu hikayeleri okumayan insanlarda da, bu manada bir kahramanlık duygusu, duygusallık özelliği kalmıyor. İnsanların buna ihtiyacı var. O duygusallık ne kadar çok olursa, insanların infak, yardım etme, serden geçme, adanmışlık duyguları daha da güçleniyor. İnsanları pozitivist duygulara yöneltip, determinist sonuçlara ulaştırmak, 2 kere 2 dört noktasına zorlamak mı hedeflenmelidir yoksa hayatı daha duyarlı, daha anlamlı, daha paylaşımcı yaşatmaya çalışmak mı? İnsanları daha duyarlı olmasını sağlayan unsurların başında da bu tür kıssalar ve menkıbeler gelir. Niye Peygamber Efendimizin hayatından sık sık söz ediyoruz, niye ashabın hayatını okuyoruz? Bunlar yerine göre Kuran Ayetlerinden fazla tesir edebiliyor insanlara. Çünkü tatbikat var. Resulullah’ın hayatı Kuran’ın tatbikatıdır zaten. İnsanlara öğretileri somut olarak görmek daha cazip geliyor. Yani bu hikâyeler ve kıssalar dini kuralları ve hedefleri somut hale getiriyor. Müşahhaslaştırıyor. İnsanlar orada kendilerini buluyorlar. Mücerret şeyler çoğu kez yukarıdan gidiyor ve insanların gönüllerine bir şey düşürmüyor. Bu menkıbelerde, kıssalarda ve kıssalarda somut şeylerin insanları daha çok cezp ettiğini düşünüyorum.
Aslında ona bakarsanız Hz. Peygamberle ilgili anlatılanların da çok abartıldığını ve onun çok yüceltildiğini iddia edenler bile var. Hz. Peygamberin hilkatte ilk, risalette son peygamber olduğunu söylediğiniz zaman, “yahu böyle bir hadis yok, nereden çıkartıyorsunuz?” diyen de oluyor. Ama Hz. Peygamber diyor ki “Alem henüz çamur halindeyken ben peygamberdim” diyor. Sahih Hadis bu. Bu Hadisi Şerif-i genişleterek Hz: Muhammed son peygamber olarak gönderildi ama yaratılış olarak ilk peygamberdir” diye yola çıksak peygamberimizi olduğundan çok mu yüceltmiş oluruz… Ya da hâşâ olduğundan fazla yüceltmiş olsak da ne kaybederiz?
Bence buraları görmek lazım. Din bir duygudur. Duygu olmadan yaşanmaz. Din Aşk’tır diyor İkbal. Din bilgi değildir. Din duygudur, sevgidir, aşktır. Bir duygu, bir aşk, bir coşku sizin elinizi tutup kulluğa ve hizmete koşturmazsa o zaman sizi dinamosu bozuk pusula gibi birilerinin sürekli arkadan itmesi gerekir. Oysa aşk elektriği kendisi üretir ve insanı koşturur. Bence tasavvufun yaptığı da bu. İnsanın yüreğine aşk ediyor. Bunu yapmak için şiiri kullanıyor, menkıbeyi kullanıyor, yerine göre hikâyeyi kullanıyor ama sonuçta insanlara duygu yüklüyor. Bu duygu lazım. Yani insanlar duygusuz olduğu zaman makine gibi oluyor.
NARNİA GÜNLÜKLERİ VE HARRY POTTERLERİ MÜSLÜMANLAR ÇEKMELİ
> Bendeniz bu konularda çoğu kez genel yargılarla ters düşüyorum. Örneğin Yüzüklerin Efendisi, Narnia Günlükleri ve Harry Potter serilerindeki felsefenin karalanmasına, aşağılanmasına karşı çıkıyorum. Çünkü onlar sonuçta birer inanç destanı ve bizim tarihimizde o tarz olağanüstü destanlar çok popüler. Cenknamelerdeki hayal gücüne baktığınız zaman onlardan bir eksiği yok ki! Neler hayat edilmemiş ki?
> Aslında bizim yapmamız gerekir o filmleri. Buna ihtiyacımız var bizim. Hz. Ali Cenklerini dinleyen insan bilmiyor mu onların abartı olduğunu! Biliyor. Hz. Ali’nin o olayları hiç yaşamadığının bilincinde. Ama gönlündeki Hz. Ali, onları yapabilir…
> Sezai Karakoç’un ifadesi ile güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar kahramandı zaten o!
> İşte bu! Mesela bugün bir çocuğa sorsanız Cüneyt Arkın’ın yapamayacağı şey yok. O yapar. Battal Gazi filmlerini, Kara Murat serilerini seyreden çocuklar böyle düşünüyor. E, bunları Cüneyt Arkın için düşündüğü gibi Hz. Ali için düşünse ne mahsuru var? Hz. Ali o zaman Tanrı mı oluyor? Haşa! Bu tip yanlışlıklar yapılıyor maalesef.
Tasavvufun özünde her şey Tevhit problemidir. Her şeyi O’na icra etmektir. Amaç Bir’i ortaya çıkartmaktır. Dolayısı ile bir insan birisinden bir şey istediğinde bir ölüden veya diriden istemesi ne fark eder? Bir şey istediği zaman Allah’tan ister. Fail-i Mutlak Allah. Ama bu noktalarda bazen adresi şaşırıyoruz. Yani Fail-i Mutlak’ın Allah olduğunu bilenin bunların argüman olarak kullanıldığını görmesi gerekir. Ara nağmelerdir bunlar. Tabiri caizse bunlar bizi gaza getiren ara nağmeler. Asıl olan Allah’ın birliği. Başkası var mı ki? Sadece O var. Bitti!
CİNLERLE BİLİMSEL KEŞİF MÜMKÜN OLABİLİR Mİ?
> Madem bu noktaya geldik biraz daha uçalım. Harry Potter’i örnek alalım örneğin. Cinler, cinlerle uğraşan insanlar, başka âlemlerle bağlantı kuranlar vs… Bunlar bizim Rahmani gözle baktığımız zaman farklı gördüğümüz bir takım unsurların Şeytani gözle bakıldığında algılanan, farklı maksatla kullanılan yönleri olabilir mi?
> Elbette olabilir. Neden olmasın? Bir Meleklerin yardımı var bir de cinlerin istihdamı var. Eğer pozitif yardım söz konusu ise bunlar Meleklerin yardımıdır, ilahi yardımdır. Kuran’ı Kerim’de Enfal Suresinde de geçer Bedr Savaşında meleklerin yardımının geldiği. Öte yandan Müslümanlara zorluk çıkartıyor, onların başına bela oluyorsa orada da cinlerin ve şeytanların isdihdam ediliyor demektir. Bu dünyada biz her şeyi görüp, alt ediyor ve başa çıkıyor değiliz ki? Gördüğümüz, görmediğimiz o kadar çok güç var ki?
Olayların gelişimine baktığımız zaman bu tür filmlerin özellikle Doğu ve İslam dünyası için çok büyük önem arz etmediğini ve bunlara rağbet edilmediğini de görüyoruz ama gördüğüm kadarıyla Batı’daki insanlar üzerinde çok da menfi özellikleri olmadığını görüyoruz.
Hatta belki kimbilir onlara manevi bir tatminde veriyor olabilir bu filmler. Yani bizde manevi tatmin boyutunda büyük boşluk yok, her şeye rağmen o ihtiyaç gideriliyor. Tamamen ateist olan insanlar için metafizik alemin varlığının ipuçlarını bile gösteriyor olabilir. Kafasında bir soru işareti açıyor, o kanalla Allah’a da yönlendiriyor olabilir. İşin bu boyutunu bilemeyiz.
> Cinlerle ilgili merak edilen pek çok sorunun cevabı kitabınızda var. Ben sadece tek bir konuyu sorarak sohbeti noktalamak istiyorum. Mehmet Ali Bulut Bey, yıllardır kerametlerden ve İlahi Mucizelerden ilham alarak bilim üretmeyi savunuyor. Hakka böyle bir kuruluş kurulmasını dahi savunuyordu. Eğer cinlerin insanlarla irtibatı bir şekilde söz konusu ise bunu büyücüler ve şer güçler kötüye kullanmaya kalkabiliyorsa, onların yetenek ve güçlerini bilim alanında kullanma imkânı da olabilir mi? Böyle bir işbirliği olabilir mi diyerek uçuşun zirvesinde bir soru ile bu güzel söyleşinin son sorusunu sormuş olayım.
> Açıkçası böyle bir konuya dair çok olumlu işaretler yok. Olsa Hz. Peygamber yapardı bu işi diye düşünüyorum. Hz. Peygamberin onlara mesaj götürdüğü, cinleri de İslam’a davet ettiği, onlardan da Müslüman olanların bulunduğu biliniyor. Ama onlarla böyle bir bilgi paylaşımı yaptığına, destek aldığına dair bilgi yok. Bu yüzde yüz olmaz demiyorum. Belki de olabilecek bir şeydir ama şu an için bu alanda yapılacak bir şey olmadığını düşünüyorum. Bilim ve Teknolojinin gelişmesi ile zaman içinde, İlmi Havas’ı bilen insanlarla belki. İşin kötüsü bu tür netameli ve gizemli konuları insanlar çok meraklılar. Allah korusun onları da daha faydalı bilimsel ve hayırlı çalışmalar varken, böyle netameli çalışmaların içine çekmekten de korkarım…
> Ben de tüm alicenap ve tevazunuza rağmen sabrınızı taşıracağımdan korkarım. Bu güzel söyleşiyi bendenize bahşettiğiniz için sizlere teşekkür ederim.
> Estağfurullah!
(Haber 7)
Bu ilginç söyleşiye vesile olan kitapla ilgili detayları görmek için bu linki kullanabilirsiniz
Kitapta yer alan soruların genel başlıkları şöyle
TASAVVUFA DÂİR GENEL SORULAR.
BİRİNCİ BÖLÜM TASAVVUF! HAYÂTA DÂİR SORULAR
I- SEYR U SÜLÜK İLE İLGİLİ SORULAR
A- Tarikatla İlgili Sorular
B- Şeyhlikle İlgili Sorular.
C- Mürîdlikle İlgili Sorular
D- İntisâb ve Bey'atle İlgili Sorular
E- İcazet ve Silsileyle İlgili Sorular
F- Zikirle İlgili Sorular
G- Âyin ve Semâ ile İlgili Sorular
H- Mücâhede ve Riyâzat ile İlgili Sorular
I- Uzlet, Halvet ve Çile ile İlgili Sorular
J- Sohbetle İlgili Sorular
K- Rabıtayla İlgili Sorular
L- Râbıta-i Mevt ve Kabir Ziyareti ile İlgili Sorular
II- KALBÎ HAYÂTA DÂİR SORULAR
A- Teslimiyet ve Tevekkülle İlgili Sorular
B- Vecd ve Cezbe ile İlgili Sorular
C- Aşk ve Muhabbetle İlgili Sorular
D- Fenâ-Bakâ ve Tecellî ile İlgili Sorular
E- Temkîn ve Telvînle İlgili Sorular
F- Mucize ve Kerametle İlgili Sorular
G- Tevessül ve İstimdâd ile İlgili Sorular
10 / 300 Soruda Tasavvuf? Hayât
İKİNCİ BÖLÜM TASAVVUFÎ DÜŞÜNCEYE DÂİR SORULAR
I - VÜCÛDA/ARLIK İLE İLGİLİ SORULAR
A- Vahdet-i Vücûd ile İlgili Sorular
B- Vahdet-i Şühûd ile İlgili Sorular
C- Ricâlü'l-gayb ile İlgili Sorular
D- Hızırla İlgili Sorular
E- Mehdî ile İlgili Sorular
II- MARİFET/BİLGİYE DÂİR SORULAR
A- Keşf ve Mükâşefe ile İlgili Sorular
B- Ledün İlmi ile İlgili Sorular
C- İlham ve Rüya ile İlgili Sorular
D- Zahir ve Bâtın ile İlgili Sorular
E- Şatahât veya Şathıyyât ile İlgili Sorular
III- İNSAN ve İNSÂN-I KÂMİL'E DÂİR SORULAR
A- İnsan ve İnsân-ı Kâmil ile İlgili Sorular
B- İnsanın Manevî Yapısı ile İlgili Sorular
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM KISMEN TASAVVUFÎ BÂZI GÜNCEL SORULAR
I- SİHİR ve BÜYÜ KONUSUNA DÂİR SORULAR
II- CİN KONUSUNA DÂİR SORULAR
III- NAZAR KONUSUNA DÂİR SORULAR
-
Tuvad Nıdya 14 yıl önce Şikayet Etvelilere inanmayan.... kişi elbette kafir olmaz ama mutlaka bidat ehli olur belki farkına varmaz...ama velayet ehlini tekfir eder veya ehli şirk olmakla suçlarsa kendini yakar...bir veli görüpde onu anlamayan yada tekfir eden kişiler ne kadar tevhid ehli olduklarını iddia ederlerse etsinler eğer bir peygamber döneminde yaşasalardı onu da inkar ederlerdi..çünkü inkarları temelde aynı sebebe dayanıyor yani KALBLERİ KÖRDÜR..yalnız şu fark var peygamberi inkar eden kafir olur ama bir veliyi inkar eden sadece fasık olur...Beğen
-
damaroperasyonu 14 yıl önce Şikayet EtBen sizin beslendiğiniz kitaplar ne yazıyorsa ona göre konuştum. Haklısın sizin beslendiğiniz kitaplarınızda yunan felsefesi hint felsefesi var. Aynen katılıyorum sana. Benim peygamber iman etmediğimi nerden çıkardın ya komik insan :D Ebu Cehil in inandığı ALLAH değildi. O bir yaratıcının varlığını kabul ediyordu ama kabul ettiği yaratıcının özellikleri bizim Rabbimiz olan ALLAH değildi.Mekkeli müşrikler aynı tasavvuf ve tarikatçılar gibi Rabbimizin UZAK olduğuna inanıyorlardı.Yani mutlaka bir aracı ile Allaha ulaşabileceklerine inanıyorlardı.Beğen
-
Üsame-i Kurdi 14 yıl önce Şikayet EtDamar a. Allaha inanmakla kendini kurtaramassın peygamberimiz hz muhammede iman edeceksin. sen peygamberin sözlerine karşı gelen birisin. Bak ebu cehilde Allaha inanıyordu ebu cehil bedir savaşına gitmeden önce kabenin etrafında 7 sefer döndükten sonra elini açtı dediki Yarabbim eyer biz haklıysak bizi muzaffer et yok eyer muhammed(as)haklıysa onu muzaffer et.Bedirde geberib gitti. sen önce iman et.yunan feylesoflarının kitaplarını çok okumuşsun belli, ibn-i sinada çok okudu. sonu felaketle bittiBeğen
-
sinan_mrtt 14 yıl önce Şikayet EtHak geldi batıl zelil oldu. dini muvahhid olarak yaşamaya bkın ne yapcaksınız fenafillahı menafillahi bilmem uydurdugunuz kelimeleri .bidatlara en çok karşı çıkan ibni ömerdir abdullah ibn ömer dir onun hayatını okuyun bakalım kim haklıymış sizin üstad diye bahsettikleriniz asıl cesur tevhid imamlarını yalnız bıraktılar bizim alimlerimiz yıllarca batılla savaştı: seyyid kutub,ziyaeddin el kudsi,şeyh said,iskilipli atıf hoca,cemaleddin kablan,timur hoca ve diger muvahhid kimseler... sizler yoktunuz yokk yok...Beğen
-
damaroperasyonu 14 yıl önce Şikayet EtTasavvufun temellerinden olan Vahdet-i Vucud Şirktir. Vahdet-i Vucud tamamıyla şirktir.Herşeyi Allahın bir parçası olarak gören bir inançtır.Hatta bu inanca göre Mekkeli müşriklerin taptıkları PUTLAR da ALLAHIN BİR PARÇASI olduğu için aslında müşrikler de Allaha kulluk etmektedirler.İslam dininde varlık ikiye ayrılık Mutlak ve Mukayyed.Yaradan ve Yaradılanı bir gören bir anlayış şirktir. Fenafillah: Allahta yok olma şirkin tavan yaptığı makamdır. Eksik ve yaratılmış olan bir varlık Allahta yok olamaz, Allah ile bir/aynı olamaz.Beğen