Mehmet Altan'ın Muş'taki Meryem'i

“Muş’ta Meryem Olmak” isimli son kitabı Etkileşim Yayınları arasında çıkan Mehmet Altan, kitabında, Kürt sorununun insanı merkeze alan politikalar üretmeden çözülemeyeceğine vurgu yapıyor.

ABONE OL
GİRİŞ 05.02.2011 14:57 GÜNCELLEME 05.02.2011 14:57 KİTAP
Mehmet Altan'ın Muş'taki Meryem'i
Mehmet Altan'ın Muş'taki Meryem'i

Kitabında Kürt Sorunu’nun ne olduğu, problemin nerede başladığı ve na­sıl çözüleceğinin kendisi için çok net ve açık olduğunu ifade eden Altan “Kürt So­rununa çözüm amaçlı yaklaşırken, insanın en kutsal var­lık olduğu düşüncesini hayatın merkezîne oturtan bir an­layışı benimsemekle çözüme yönelik ilk adım atılmış olur. Böyle düşündüğümüz zaman da insanın en kutsal varlık olduğu düşüncesini hayatın merkezîne oturtan bir hukuk anlayışının gerekli olduğunu anlarsınız. Bunların birbirini olumlu yönde tetiklemesi gerekir.” diyor.

Altan, kendisiyle yaptığımız söyleşide Türkiye’yi uzun yıllardır meşgul eden Kürt sorununun insan merkezli düşünülmeden çözülemeyeceğini söyledi. Altan, siyasetçilerin altı buçuk aylıkken dünyaya gelen ve solunum cihazlı ku­vöz olmadığı için hayatını kaybeden Muşlu Meryem için siyaset yapmadıkça ve Muşlu Meryem’in sorununu halletmedikçe Kürt sorununa çözüm üretemeyeceğini belirtti.

kullanGünümüzde Kürt Sorunu, Kürt Açılımı, Kürt Çözümü gibi genel ve geniş bir perspektiften bakılan olayda siz meseleyi fert boyutuna indirgiyorsunuz. Sizin bakış açınızla siyasilerin bakış açısı arasındaki fark nereden kaynaklanıyor?

 Siyasiler sınıf atlayarak Saray'a girmeye çalışıyor, ben, insanların Saray'a girmeye çalışmayacak bir yaşam standardına kavuşmasını arzuluyorum. Siyaset için “yönetim” önemli, benim için ise “yönetilen”. Beklentisi olmayan siyasetçi yok. Hâlbuki yönetilenlerin yaşamın ağır yükü altında beklemeye hali yok.

Siyaset “insan odaklı” bir anlayışı egemen kılmak yerine kendi pozisyonunu sürekli yukarı çekme gayreti içinde. Kısacası, en temel fark, 12 Eylül’ün “Siyasal Partiler Yasası”na göre kurulmuş olan partilerin “yönetilenlerin” sorunlarıyla ilgilenmek yerine “siyasal iktidar kavgası” yapıyor olmalarıdır.

Olayı fert bazında ele almak çözüm adına ne gibi avantajlar getirecek?

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları “İnsani Gelişme Endeksi”nde 196 devlet arasında 83. sırada. Bir tarafta rögar kapağı açık bırakıldığı için ölen çocuklarımız, hâlâ cesedini madenden çıkaramadığımız işçilerimiz var, bir tarafta da bankalardaki tüm mevduatın neredeyse yarısına sahip ve hiçbir sağlıklı ülkede örneğine rastlayamayacağınız 32 bin hesaplı finansal bir sistem var. Buna 10 milyon kayıtdışı çalışanı, 3 milyon resmi işsizi, mesleği olmayan nüfusun yüzde 60’ını, Türkiye İstatistik Kurumu “2009 Yoksulluk Çalışması Sonuçları”na göre 2009 yılında sadece gıda harcamalarını içeren “açlık sınırı”nda yaşayan 339 bin kişiyi ve “yoksulluk sınırının” altında yaşayan 12 milyon 751 bin kişiyi eklediğinizde, ortaya çıkan tablonun düzeltilmesi, yönetilene, vatandaşa, bireye daha ileri düzeyde bir yaşam sunulması zaten siyasetin temel hedefi olmalıdır. Siyasetin odağına insanı aldığınızda hem daha iyi bir yaşam imkânı sunulacak vatandaşlarımıza hem de siyaset esas işini yapmış olacak…

İnsansız bir siyaseti de doğrusu pek anlamıyorum zaten. Çünkü benim derdim “yönetilenin” yaşam kalitesi ile ilgili. Siyasetin de öyle olmalı. Böyle bir yaklaşım siyasetin insanı keşfetmesini, en fazla mağdur durumdaki insanın halini ölçü alarak konuşmaya başlamaya mecbur kalmalarını sağlayacak.

Siyasetçiler, altı buçuk aylıkken dünyaya gelen ve solunum cihazlı ku­vöz olmadığı için hayatını kaybeden Muşlu Meryem için siyaset yapmadıkça ve Muşlu Meryem’in sorununu halletmedikçe Kürt sorununa çözüm üretemez.

Olaya Kürt sorununu insanileştirmek açısından yani sizin bakış açınızla baktığımızda ortaya çıkan tabloyu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yerel yönetimler siyaset yapmak yerine, bölgedeki insanların yaşam kalitelerini yükseltmeyi esas aldıklarında insan odaklı siyaset öne çıkacak. Derelerin açık kanalizasyona döndüğü bir yerleşim bölgesinde bunu düzeltmeyen yerel iktidarın  insanı düşündüğünü söylemek çok zor. Ölçü yerel yönetimin kendi insanına saygısıdır. Durumu ve geldiğimiz noktayı bu ölçü belirler.

Şişli ile Bitlis’in Yedisu ilçesindeki hayat standartları arasındaki 274 kat fark olduğuna dikkat çekiyorsunuz. Bu verileri nasıl okumak gerekir?

Çünkü bu buradaki rejimin, sistemin, devletin sahibi bu insanlar değil, burada askerler, siyasetçiler ve zenginlere göre kurulmuş bir rejim var. Halkın, bireyin, yönetilenin lehine, insan odaklı bir düzen yok. Onun için insanlar günlük hayatlarının acılarını neden böyle olduklarını analiz edemiyorlar. Hâlbuki o insanları adam yerine koymayan, bir şekilde onların yaşamını daha nitelikli hale getirecek bir büyük faaliyetin özünü şekillendirmeyen şey bugünkü rejimin aslında vatandaştan yana olamamasıdır.  

İşsizliğe ve diğer sosyal sorunlara çözüm aramadan sadece yönetim biçimini gündeme getirmenin sorunu hiçbir şekilde çözmeyeceği  ortada. Yedisu bir yana İstanbul da bile birbirine çok yakın bölgelerin yaşam standartları arasındaki farkın ne kadar büyük olduğu bir gerçek. Türkiye'de yaşam standartlarının altındaki birçok yer temel ihtiyaçların peşinde koşuyor. Bunları görmeden hayalî tehlikeler karşısında bütün bir toplumun enerjisini tüketmek ve sadece yönetim biçimi ile ilgilenmek bizi sürekli geride bırakmakta.

Şişli ile Yedisu örneği, buranın nasıl derinden bölünmüş olduğunun da somut bir resmi...

Kitabınızda yaptığınız tespitlerden birisi de devlet-ulus ve ulus-devlet kavramı. Siz Türkiye’nin bir devlet-ulus olduğundan, Batıdaki gibi bir ulus devlet olmadığından bahsediyorsunuz. İkisi arasındaki fark nedir?

 “Devlet-ulus”da devlet topluma ırk biçer, ulus-devlette ise bir ırk siyasallaşır, kendi ulusal kimliğinin farkına varır ve devlet kurar. Türkiye bir devlet-ulustur, Batıdaki gibi bir ulus devlet anlayışından yoksundur. Yukarıdan aşağıya doğru ırk bilinci pompa­lanmaya çalışılmıştır. Yani devlet kendine göre bir ırk ta­yin etmiştir ve Kürtleri de bu ırk anlayışına göre program­lamaya çalışmıştır. Kürtlerin tarihsel ve sosyolojik planda bir kimlikleri olduğunu asla kabul etmemiştir.

Herkes Kürt Sorunu’ndan bahsederken siz “Türk Sorunu”ndan söz ediyorsunuz. Nedir “Türk Sorunu”? Neyi kastediyorsunuz?

Olaylara din, ırk ve  mezhep üzerinden baktıkça, sürekli bir “öteki” yaratıyorsunuz. Bunun önüne geçecek en önemli formül olan evrensel hukuk olmadıkça da bu böyle devam edecektir.

Buradaki sorun Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşını yok saydığı için onun temel haklarını inkâr etmesidir. Kürt sorunu böyledir, Türk ırkından değilsen sen düşmansındır. Türk ırkından olanları baş tacı mı ediyorlar diyeceksiniz, tabi ki hayır, onu da etmiyorlar. Burası bir askeri cumhuriyet ve biz de onun yanına ilişen onun yanında kendine yer arayan, onun izin verdiği kadar bir hayat yaşayan kullarız.

BDP’nin de sorunun insanileşmesini istemediğini söylüyorsunuz. Kürtlerin hakkını savunduğunu iddia eden bir parti niye sorunun insanileşmesini istemesin ki?

Çünkü siyasetçi her yerde siyasetçi. Yönetilenin sorununu çözmek yerine, din, ırk ve mezhep siyaseti yaparak Saray'a girmek, sınıf atlamak istiyor. Siyasetçiye ikbal arayışı hiç bitmeyen bir zümre olarak bakmak gerek. Bunu yapabilecek bir soğukkanlılık olmadıkça siyaset ve siyasetçi hem sorunları hem bizleri sömürmeye devam edecek.

Öcalan’ın yaşam standartları için yapılan mücadele niçin Kürtlerin yaşam standartları için de verilmiyor?

Biz de  kitleler değil, tek adamlar önemli. Padişah kültüründen gelip, tebaayı aşağı gören bir refleksimiz var. Ve maalesef tebaa da kendinin önemli olmadığını düşünmekte.

Demokratik Toplum Kongresi'nin çalıştayında hazırlanan özerklik bildirgesinin Kandil'de hazırlandığı iddiaları ortalığı karıştırdı. Siz de bu çalıştaya katılmıştınız. Olay nasıl gelişti?

Bu toplantının ilk günü öğleden sonra dağıtılan bir metin. Kongre bilim kurulunun hazırladığı söylendi ama Abdullah Öcalan'ın görüşleriyle çok örtüşür bir metindi. Kandil konusundan haberim yok üstelik bu tür iddialar çok da anlamlı gelmiyor. Dağdan inilecek ise metinlerle konuşmak daha çok önem kazanmalı. Önemli olan silahların susup, insanların, özellikle çocuklarımızın ölmeyeceği bir konuşma ortamının yaratılması. 

Kürt sorununa siyaset veya Kandil karıştığında olayın içinden çıkılmaz bir hal alacağı bilindiği halde niye ısrarla böyle bir yol takip ediliyor?

Kürt sorununa siyasetin karışması  ama silahın ilgisiz kalması gerekir. Siyasetin de yönetme değil, yönetilenin siyasetini yapması gerekir.

 DTP, Kürt halkını değil de Kandil'i muhatap almaya devam ettiği müddetçe sorun nasıl bir boyuta taşınacaktır? Çözüm öneriniz nedir?  

Siyaset kişiye tapınma yerine, insanı kutsal kabul ettiğinde hepsi çözülür... 

Kitapla ilgili teknik bilgi ve internet üzerinden temin şartlarını görmek için tıklayınız

KAYNAK : Haber 7
YORUMLAR 3
  • xkelebekx 14 yıl önce Şikayet Et
    yürü gagarin. şeherli sakallıyla mağaralı sakallının kesişim kümesi inançsızlık.gördükleri fonksiyon aynı.bunları ve bulaştıranları Allah(cc) davul etsin.fazla söz boş kümedir.
    Cevapla
  • deniz kara 14 yıl önce Şikayet Et
    Guzel yazi. Yalniz Yedisu Bitlisin degil, Bingölùn ilcesi.
    Cevapla
  • efe 14 yıl önce Şikayet Et
    bu kadar kasvetli yazar varmıdır. meseleyi sadece olumsuzdan alıp çözümsüzlüğe olumsuzluğa bırakmak.insan odaklı dediğin insan kimdir.bu insan dediğinin bir ruhu varmıdır.sadece tıksırıncaya kadar yese içse s. yeterlimidir,
    Cevapla

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR