Ahmet Kaya'nın 6. ölüm yıldönümü
Ahmet Kaya, Kürtçe şarkı okuduğu için Türkiye'den kovalandığı Paris'te 16 Kasım'da hayata veda etti. Düzmece olduğu mahkemece ispatlanan görüntülerle suçlandı...
ABONE OLAltı yıl önce, 16 Kasım'da Türkiye'den kovalandığı Paris'te geçirdiği bir kalp krizi sonucu hayata veda etti.
Görünmeyen eller, ölümünden sonra da onunla uğraşmayı sürdürdü. Cenaze namazının kılınmadığı iddia edildi. Fos çıktı. PKK'ya destek verdiği iddia edilen görüntüler yayınlandı. Mahkeme kararı ile bu görüntülerin de düzmece olduğu ve kimi yerlerinin baskı altında çekildiği ortaya çıktı. Eğer bugünkü yasalar yürürlükte olsa, Ahmet Kaya'yı Kürtçe şarkı okuduğu için hiç kimse suçlayamayacaktı..
Gür sesle söylediği protest müzik parçaları ile Türkiye'nin en çok sevilen ve en çok tepki gösterilen sanatçısı oldu.
Kaya'dan geriye biri öldükten sonra piyasaya çıkan on sekiz albüm ve bir film müziği kaldı... Bir de onu kovaladıktan sonra arkasından timsah gözyaşı döken sanatçılara sahip olmanın utancı...
Bundan tam dört yıl önce Cumhuriyet gazetesinin Pazer eki olan Dergi için Berat Günçıkan'ın derlediği bilgilerle işte Ahmet Kaya'nın 43 yıllık ömrü.
Her şey kırk üç yıl içinde olup bitti. Doğdu, büyüdü, şarkılar besteledi, söyledi, sessizliği kırdı, alkışlandı, yargılandı, sevdi, baba oldu, yemek yemeği sevdi, sesini daha da yükseltti, daha ağır suçlandı, çoğaldıkça yalnızlaştı, zorunlu sürgünlere gitti, hep dönüşü düşledi, dönemedi, öldü... Ahmet Kaya, iki yıl önce 16 Kasım'da, tıpkı doğduğu gibi bir kuşluk vakti, selamsız, vedasız, kırgın çekip gitti. Şarkıları kaldı kentlerde, dağlarda, sokaklarda... Masum, doğal, tarihin akışını kucaklayan bir istekti ölümünün kapısını aralayan: Kürtçe şarkı söylemek istiyorum. O bu cümleyi kurduğunda cezası kesilmişti, yeni şarkılar söyleyemeyecekti. Gazeteci Ferzende Kaya, işte bu kırk üç yılı anlatıyor kitabı 'Başım Belada'da, bir adamın kendisini var eden hiçbir şeyden vazgeçmeden şarkı söyleyerek yarını kucaklama, ayakta kalma isteğini ve karşısına dikilenlerin 'karanlık' arzusunu...
Malatyalı işçi bir ailenin çocuğu olan Ahmet Kaya'nın doğumu kayıtlara 28 Ekim 1957 olarak düştü. Beşinci ve son çocuktu. Babasının İstanbul öyküleriyle büyüdü, 'İstanbul'da deniz bildiğiniz gibi değil' diyordu Mahmut Kaya 'Biz İstanbul'a gideceğiz, hepiniz orada okuyacaksınız.' Sonra hep o Kürtçe şarkıyı söylerdi: Yüreğim ölelim biz/ Bu yaz vakti ölmek ne güzel/Yüreğim en güzel ölüm, ata-dede toprağında olandır.
Baştan çıkarıcı bir çocuktu Ahmet Kaya, bütün mahallenin 'loş' yani büyük dudaklısıydı. İlk bağlaması alındığında altı yaşındaydı, sevincinden 'istemiyorum' demiş, saatler boyunca evlerinin arka bahçesinde ağlamıştı. On beş gün sonra çalmayı öğrendi, dokuzunda da, 24 Temmuz 1966 İşçi Bayramı'nda ilk kez dinleyici karşısına çıktı. Artık Demir Yolları, Sümerbank, Elazığ, Antep, nerede bir gece, bir kutlama olsa o aranan bağlamacıydı. Ama para da kazanmalıydı, bir plakçıda çalışmaya başladı, İspanyol paçalı, uzun saçlı gençlerden öğrendi Ruhi Su'yu, Âşık Mahzuni'yi. Minibüs muavinliğine geçti sonra, minibüsün sahibi için ilk bestesini yaptı: Bir volkswagen alacağım/adını Başar koyacağım, Başar abim gelince...
Ağlama Bebeğim...
Baba Kaya'nın emekli olduğu 1972'de, bütün emekli ikramiyesi İstanbul'da bir ev sahibi olmaya ayrıldı, artık İstanbul'a göç zamanı gelmişti. Arabalı vapurda onları görenler, 'sirk gelmiş' dediğinde kentin soğukluğunu hissetti Ahmet Kaya, 'Onlarla konuşamıyordum' diyecekti sonraları 'Çünkü onlar gibi konuşamıyordum. Bir dilsiz gibi yaşıyordum adeta... Mesela onlar gibi pantolon diktirmeye niyetlendim. Terzinin yaptığı pantolonlar üzerime uymuyordu, onlara yakışıyordu, bana yakışmıyordu'. Bir yıl Almanya'da, dayısının yanında yaşamayı deneyecek, ama beceremeyecekti.
İstanbul'a döndü ve kulağını hem arabesk hem de devrimci müziğe yatırarak kente ayak uydurmayı denedi. Bir süre Sabuncuhan'da korse işi yaptı, bir süre de seyyar satıcılık. Seyyar satıcıların 'devrimci' grubundan öğrendi Fatih Çarşamba'daki Halk Bilimleri Derneği'ni. Hem kendisi gibi olanlara yer vardı bu dernekte, hem de kentlilere, Türkçe'yi düzgün konuşmamasını kimse bir kusur gibi yüzüne vurmuyordu artık. Kısa sürede bir çevre edindi kendisine, bağlaması için 'böyle çalınmaz' denmeleri de ilk kez bu dernekte duydu. Daha sonra pek çok kişiden ve Ruhi Su'dan da işitecekti bu cümleyi. Dernekte solculuğun teorisini de öğrenmeye başladı, 'kapitalizm' konusunda seminer vermeye kalkışacak kadar iddialıydı.Bu onun ilk ve son semineri olacaktı. 1977'de Beyoğlu'nda düzenlenen Nâzım Hikmet'i anma gecesinde sahneye çıkmış, Nâzım Hikmet hakkındaki düşüncelerini de dillendirmişti. Bu gece onu cezaevine taşımış, ilk cezaevi deneyimini beş ay Sağmalcılar Cezaevi'nde yaşamıştı.
Askerde de sürekli kaçmanın yollarını aramıştı, ta ki, bir orkestra kurup Orduevi'nde çalana kadar... Askerlik vukuatlarından birini, ağabeyi Mustafa Kaya'ya, birlik başçavuşu anlatmıştı:
'Biz bununla baş edemiyoruz. Akşam oldu mu, general elbisesini giyiyor, bisiklete binip şehir içinde tura çıkıyor. Bütün inzibatlar selama duruyor. Kıllı bacaklar, başında şapka, bir de dört yıldızlı palto. Sabah bütün herkes komutanın karşısında. Komutanım bir şey mi oldu? Bir iki üç derken adam bir bunalmış ve 'her gün niye karşıma geçip, bir şey mi oldu diye soruyorsunuz' demiş. Demişler ki, 'her gece bisikletle geziyorsunuz'. Ahmet'in foyası böyle ortaya çıkmış...'
Yetmişli yılların sonunda Emine ile evlenmiş, bir de kızı olmuştu: Çiğdem. Hayatının en büyük darbesi yine de 12 Eylül'dü. Üç ay hapse girmişti ama nedeni Ferdi Tayfur'un grubunda çalışırken stüdyonun hemen yakınında bulunan Kürt İdris'in bürosu baskınında orada olması ve bulunan ruhsatsız silahı üstlenmesiydi.
Ahmet Kaya'nın o dönemki mekânlarından biri de Aksaray'daki Baran Ocakbaşı'ydı. İlk albümünde yer alacak şarkılarını yakın çevresine orada dillendiriyor, şarkılar üzerine tartışıyorlardı. Hasan Hüseyin Demirel ile yolları orada kesişiyor ve kaset yapma kararı alınıyordu. Bir de kasete hazırlık bir konser veriliyordu, Zincirlikuyu'daki Hodri Meydan Kültür Merkezi'nde 450 kişiye 'Hasretinden Prangalar Eskittim'i okuyordu. Kaset için şarkılar tamamlanmış, Selda Bağcan'la stüdyo için anlaşılmış, kasetin satışını sağlamak için her arkadaşın günde on kez plakçılara gidip 'Ağlama Bebeğim geldi mi' diye sorması kararlaştırılmış, hatta Şan Sineması'nda dolu salona konser verilmiş, kaset kapağı yine arkadaşlar tarafından fotokopiyle çoğaltılmış, yüz bin lira anne Kaya'dan alınmış, geri kalanı, sağdan soldan borç olarak toplanmıştı.
İlk kasete ilk tepkide hemen hemen herkes aynı cümlelere sığınmıştı: Bu ne arabesk, ne halk müziği, ne Türk müziği. Bu acayip bir şey olmuş, kimse almaz bu kaseti. Oysa dinleyici şarkıları ve Ahmet Kaya'yı sevmiş, 12 Eylül'ün karanlığı henüz aralanmamışken acılarını, öfkelerini, yalnızlıklarını dillendiren, kendisine çok benzeyen bu adamı yüreğinin baş köşesine oturtmuştu. Kaset, 'Çok uzaklarda bir yer var/ o yerlerde mutluluklar/ bölüşülmeye hazır bir hayat var...' sözleri gerekçe gösterilerek yasaklanmıştı.
Yorgun demokrat...
Gülten Hayaloğlu ve daha sonra şarkılarının sözlerini yazacak olan ağabeyi Yusuf Hayaloğlu ile bu dönemde tanışmıştı. Acılara Tutunmak ve Şafak Türküsü çalışmalarıyla doğudan batıya adını duymayan, şarkılarını dinlemeyen kalmamıştı. Kim olduğunu merak eden, bunca sahiplenilmesini varoşlarla, yeni kentleşmeyle açıklamaya çalışan, eleştiren ve yargılayanlar, yavaş yavaş iktidar merkezlerine yerleşmeye başlayan solcular ya da 'demokratlar'dı. Oysa binlerce kişi hâlâ cezaevlerindeydi, liberal politikalar savunulurken milyonlarca insan daha da yoksullaşıyordu ve her şeyin üzerini Güneydoğu'da yaşananlar örtüyordu. Ve hâlâ herkes sessizdi, tarihin ne yana aktığı kestiriliyor ama nerede durulacağına karar verilemiyordu. Bütün bu yaşananlar Ahmet Kaya ile dinleyicileri arasında 'özel bir dil'e dönüşüyordu, onlar birbirini tanıyor, anlıyordu.
Gülten Hayaloğlu ile evlendiklerinde Ahmet yirmi sekizindeydi, Gülten yirmi beşinde. Birkaç yıl sonra bir kızları olacaktı: Melis. 'An Gelir' dördüncü albümüydü ve şarkılarına bir de tartışmalı da olsa 'özgün müzik' ismi konulmuştu. Ahmet Kaya'nın onu dinleyenler için ne ifade ettiğini anlamayanlara Yusuf Hayaloğlu'nun sözleriyle yaptığı şarkı, beşinci albümünün de adını oluşturdu: 'Bu yolda dönenler oldu/Mum gibi sönenler oldu/Yar göğsüne baş koymadan/ vurulup düşenler oldu...Bir sen kaldın geride/ Ah akıp gidiyor hayat/ Yüreğim anlıyor seni/Artık susma Yorgun Demokrat...'
'Yorgun Demokrat', Ahmet Kaya'nın bir çığ gibi çoğalan hayranlarından ve o 'özel dil'den ürkenleri bir mevziye topladı, şarkının anlamı ters çevrilerek namlusu Kaya'ya yöneltildi, yorgun demokrat oydu... Ferzende Kaya, bunu şöyle tanımlıyor:
'... Ve ısrarla Ahmet Kaya'yı aykırı bir çizgiye çekip öfkelendirmeye, yanlış yaptırıp yalnızlaştırmaya çalışıyorlardı...'
Kaya, plak şirketi değiştirmiş, yolları bir süreliğine de olsa Yusuf Hayaloğlu ile ayrılmıştı ki, 'Baş Kaldırıyorum' albümünü çıkardı. DGM'de kendisine soruldu 'Devlete baş mı kaldırıyorsun?' Kaya yanıtladı: 'Hayır... Burada başkaldırılan durumlar bellidir. Her türlü yozluk karşısında düşülebilecek teslimiyete ve her türden kirlenmeye bir başkaldırı söz konusudur. Kastedilen devlet değildir.' DGM çıkışında bu kez gazeteciler kime başkaldırdığını soruyordu, o da yanıt veriyordu, 'Başkaldırmayayım da kıç mı kaldırayım?' Ağzından çıkan her söz, her hareket ya çarpıtılıyor, ya onu örselemek üzere yorumlanıyor, ya da sessiz kalınıyordu.
Yusuf Hayaloğlu ile yeniden yolları birleştiğinde bunun ilk ürünü 'Kod Adı Bahtiyar' oldu. Başrolünü Kadir İnanır'ın oynadığı Tatar Ramazan filminin müziklerini yaptı...Sinema, şarkılarından sonraki ikinci tutkusuydu, kafasında bir sürgün öyküsünün anlatılacağı bir senaryo vardı ve sürekli onunla dolaşıyor, düşüncesinde sahneler ekliyor, sahneler eksiltiyordu. Fransa yıllarında bu filmin çekimi için yer de tesbit edecek, ama bir türlü 'motor' denilemeyecekti...
Bütün konserleri olaylıydı Ahmet Kaya'nın, engelleme çabaları dinleyicinin coşkusuyla kırılıyordu. Muğla'daki konserinde ise şarkılarına yasak getirilmiş, çözüm listedeki şarkıların isimlerini değiştirerek bulunmuştu. Polisler ellerine yeniden verilen 'okunacak türküler listesi'ndeki türküleri görüp de, 'biz bunları daha önce duymamıştık' deyince, Yusuf Hayaloğlu gülümsüyordu: Daha önce kimse söylemediği için henüz meşhur olmadılar. Bütün engellemelere rağmen, kısa süreli bir hukuk savaşıyla Efes ve Aspendos'ta da konser vermeyi başaran Ahmet Kaya'nın yakın çevresini etkileyen bir özelliği de yemekle ilişkisiydi. Stüdyoda bile yemek pişiriyor, sevdiği bir yemek için arabasına atlayıp bir başka kente gitmeyi göze alıyordu. Giderek şişmanlıyor, ama doktorların uyarısını dikkate almıyordu...
Kaya'ya yönelik eleştirilere bir de 'lümpen'in eklenmesi için 'Başım Belada' albümünün çıkması yetiyordu. Bu şarkısında Kaya, 'delikanlı' kültürünün jargonunu kullanıyor, eleştiriler de buna dayandırılıyordu. Sonraları kasetini Hilton Oteli'nde verdiği kokteylle kutlaması, mercedes arabası nedeniyle soruşturma geçirmesi, Mali Şube polis müdürüyle dostluğu da dillerde dolaşacaktı. Çevresinin değiştiği doğruydu ama yoruldukça, soluğu eski dostlarında alıyordu.
Abin bir gün dağdan döner...
Bu arada 1991'de çıkarılan şartlı tahliye ile binlerce siyasi hükümlü salıverilmiş, onlar ve yakınları tedirgin bir yaşamın içinde kendilerini bulmuşlardı. Aynı yıllarda, o zamana kadar sadece Güneydoğu'da yaşanan ve sıkıntısı da bu bölgede kalan çatışmanın yarattığı ekonomik ve siyasal sonuçlar batıyı vurmuş, bu etkilenme de hem bir saflaşma yaratmıştı, hem de bir kültür... Kaya 1994'te çıkan albümü 'Şarkılarım Dağlara'da 'Dağlarda öfkeli başım/serhatte hep akşam oluyor/nasipsiz kıştan mı, yağmurdan mı, yoksa aşktan mı/ ' diyordu. Sözlerini Gülten Kaya'nın yazdığı bu şarkının yanısıra 'Abin bir gün dağdan döner, sarılırsın yavrucağım' da diyen Kaya hakkında yine soruşturmalar açılacak, kasetleri yasaklanacak, konserleri engellenecekti...
Kaya bu dönemde Dokunma Yanarsın, Tedirgin, Beni Bul, Yıldızlar ve Yakamoz albümlerini de çıkardı, özel televizyonlardan birine 'Ahmet Abi'nin Vapuru' adıyla bir program yaptı. Bu programındaki konuklardan biri Nihat Akgün adlı faşist bir mafya şefiydi, son programına da tek başına 'şair' sıfatıyla dostu polis müdürünü çağırmıştı. Ahmet Kaya hayranları kızmış, eleştiriler bir kez daha yoğunlaşmıştı. Gülten Kaya, bu eleştirileri şöyle yanıtlayacaktı: '...O dünya diye tabir ettiğimiz dünyadan birtakım insanlar, evet, çok yakınlaşmak istemişlerdir. Onun müziğini, onu çok sevmişlerdir. Ama hiçbir ilişkimiz olmadı. Olamazdı da zaten.'
Son albümü 'Dosta Düşmana Karşı'yı 1998'de çıkardı Ahmet Kaya ve Magazin Gazetecileri Derneği tarafından 'Yılın Müzik Yıldızı' seçildi. Ödül töreninde yaptığı konuşmada, hazırlıkları süren albümünden söz etti ve Kürtçe şarkı da söylemek istediğini açıkladı. Otuz bini aşkın ölüme, gözaltında yüzlerce kayıba, işkence haberlerine, yargısız infazlara rağmen hâlâ o 'karanlık'ta kalmayı yeğleyen, hatta o karanlıktan beslenen aralarında televizyon yapımcılarının, gazetecilerin bulunduğu bir grup Ahmet Kaya'ya saldırdı. Ne demekti Kürtçe şarkı söylemek? O geceden sonra 'derin' karar uygulanmaya konuldu, o güne kadar sözle yazıyla onu eleştirenler kılıçlarını bilemişti. Hakkında davalar açıldı, eski-yeni Ahmet Kaya görüntüleri montaj hileleriyle 'bölücü' haberlerine konu oldu ki, bu haberlerin arkasındaki gerçek, mahkemede kanıtlarla çözülecekti... Hiç gitmediği yerler gitti, hiç söylemediği sözler söyledi gösterilmişti...
Ahmet Kaya'yı en çok inciten o güne kadar yanında olanların suskunluğuydu. Bütün saldırıları eşi ve birkaç arkadaşıyla üstlenmek zorundaydı. Bir konser için yurt dışına çıktı ve dönmedi. Almanya, Paris mahreçli haberlerde Ahmet Kaya'nın 'bölücülük yapmayı sürdürdüğü' anlatılıyor, bu çoğu asılsız haberlere dayanılarak açılan davalarla dönüş yolu daha da kapatılıyordu. Avrupa ülkelerinde konserler veren Kaya'nın aklı Türkiye'deydi, Paris'e bir türlü yerleşemiyor, eşya almayarak kendine yeni bir ev, yeni bir düzen kurmayı reddediyor, İstanbul'daki kızı uyurken nefesini telefonda dinliyor, bekliyordu... Kayınbiraderi Yusuf Hayaloğlu ile yaptığı görüşmelerde, telefonu kapatmadan şöyle diyordu: O İstanbul kaltağını benim için öp...
Sonunda 16 Kasım 2000 sabahı kalbine yenildi. Cenazesi Paris'te toprağı verildi. Türkiye'de kimileri vicdan temizleyici yazılar kaleme alıyor, kimileri cenazenin Türkiye'ye getirilmeme nedenini 'PKK emri' diye açıklıyordu. Oysa bu karar Gülten Kaya'ya aitti: '... Orada kalması demek, bir sürü şeyin biraz daha sorgulanması demektir. Sokaklarında dolaşamadığı ülkesine onu omuzlar üzerinde getirmek çok saçma. Sisteme 'Alın, adam öldü, size zarar veremeyecek, onun için getirdim' demek gibi...'
Şöyle bir bakın çevrenize, hem milyonları sesinin peşi sıra sürükleyen, hem de sisteme bir çift lafı olan kaç kişi var?
-
selçuk kokargül 17 yıl önce Şikayet Et. ahmet kaya çok değerli bir türkücüydü ona öldükten sonra değil ölmeden önce sahip çıkmalıydık. allah rahmet etsin..... baran44Beğen Toplam 3 beğeni