Kemal Karpat: Ordu siyasete karışırsa yenilgi kaçınılmaz

Ünlü tarihçi Kemal Karpat'a göre, Balkan Savaşları körü körüne kaybedilmiş bir savaş. Hoca mağlubiyeti, ‘İttihatçı' ve ‘İtilafçı' şeklinde ikiye bölünmüş orduya ve yeteneksiz subaylara bağlıyor.

ABONE OL
GİRİŞ 28.10.2013 13:57 GÜNCELLEME 28.10.2013 13:57 RÖPORTAJ
Kemal Karpat: Ordu siyasete karışırsa yenilgi kaçınılmaz
Kemal Karpat: Ordu siyasete karışırsa yenilgi kaçınılmaz

Kemal Karpat, eserleri yirmi dilde yayımlanan, dünyanın tanıdığı bir tarihçi. Osmanlı üzerine çok sayıda makaleye ve kitaba imza atmış bir isim. 88 yaşında. Ömrünün büyük bölümünü yurtdışında geçirdi. 1970'te hoca olarak girdiği Wisconsin Üniversitesi'nde 2003'te emekli oldu. Hâlen Amerika'da yaşıyor, yılın bir kısmını İstanbul'da geçiriyor. İstanbul Şehir Üniversitesi'nde derslere giriyor. Kendisiyle Etiler'deki evinde buluştuk. Balkan Savaşları ile ilgili bir sempozyuma hazırlandığı için yorgun olduğunu, fazla konuşamayacağını söyledi; ama sohbetimize edebiyatla başlayınca hoca birden canlandı. Çünkü edebiyatçı olamamak en büyük yarasıydı. “En büyük isteğim edebiyatçı olmaktı ve aslında kendimi edebiyatçı olmak için yetiştirmiştim; ama olmadı.” Zihninde bitirdiği ama bir türlü yazmaya başlayamadığı romanından bahsetti uzun uzun. Balkan Savaşları'na ancak sohbetin sonlarında gelebildik. Çünkü konuyla ilgili çok makale kaleme almış, kitaplar yazmıştı; her şeyi söylemişti. Karpat, aynı zamanda kendisi de bir Balkan muhaciri. Romanya'da Dobruca'nın Armutlu köyünde doğmuş. İmam yetiştiren bir okul olan Mecidiye kasabasındaki medreseye devam etmiş. 7 yıl burada eğitim aldıktan sonra anavatan Türkiye'ye gelip Haydarpaşa Lisesi'ne kaydolmuş. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirmiş. New York Üniversitesi'nde doktora yapmaya gitmiş ve Amerika yılları başlamış. Karpat yaşına rağmen dinç görünüyor, hafızası berrak. Kasımda Timaş'tan çıkacak Türkiye'nin yakın tarihini anlattığı kitabından söz ediyor. 2 saatlik sobetimizde sorularımıza dinlenerek, yavaş yavaş, tek tek cevap veriyor. İlk başta yorgunluğundan şikâyet eden Hoca, uğurlarken “İyi ki geldiniz, bana bir bahar günü yaşattınız.” diyor.

-Balkan Savaşları'nın 100 yılı. Çeşitli programlarla savaşı konuşuyoruz. Bir asır önce gerçekleşen bir savaş bizim için neden önemlidir?

Yalnız bizim için değil, Balkan ülkeleri ve bütün Avrupa için önemlidir. Balkan Savaşları'yla bir kere Balkanlar'daki Osmanlı hakimiyeti son buldu ve Balkan ülkeleri Avrupa'nın etkisine kolaylıkla girdi. Gerçi Avrupa ülkeleri birdenbire işgal etmedi. Ama Avrupa ülkelerinin etkisi son derece büyüdü. İtalya Arnavutluk üzerinde etki sahibi olduğu gibi nihayet sonunda orayı işgal etti. Almanya faşist rejimleri besledi. Balkan Savaşı'ndan az bir süre sonra 1. Dünya Savaşı Saraybosna'da patlak verdi ve bütün Avrupa'yı kapsadı. Bu savaşın etkilerini Türkiye için ayrı, Balkan ülkeleri için ayrı gözden geçirmek lazım. Çünkü etkiler aynı olmamıştır. Balkan Savaşı bir kere Osmanlı'nın çok kültürlü, çok dinli ortak hayatına son verdi. Savaş, milletleri ortak hayattan ayırarak tek başına bir ünite olarak yaşamalarına yol açtı.

-Milliyetçiliği kışkırttı mı demek istiyorsunuz?

Adamakıllı körükledi. İttihat ve Terakki'nin milliyetçiliği ve Türkçülüğü 1912'den sonra başladı. Balkan Harbi olduğu tarihte İttihat ve Terakki iktidarda değildi. Gazi Ahmet Muhtar Paşa hükümeti, daha sonra Kâmil Paşa hükümeti baştaydı. İttihatçılar ‘Ülke elden gidiyor' diye bir an evvel ülkeyi kurtarmak için iktidarı ele geçirmek maksadıyla darbe hazırladı. Bunun tarihi Ocak 1913'tür. Ondan sonra ‘kurtuluş milliyetçiliktedir, Türkçülüktedir' diye gerçek manada milliyetçilik politikaları başladı. O zamana kadar bir Türkçülük cereyanı vardı ama kültürel Türkçülüktü. Osmanlı Devleti'nde Türklerin büyük bir kitle teşkil ettikleri, varlıkları inkar edilemez. Ama sahneye çıkmış değildi. Sahnede olan Balkan ve gayrimüslimlerin kimliği, kültürüydü. Hatta gayrimüslimler Osmanlı'ya bakarak ‘Ne kadar geri kalmışlar, milliyetçi değiller' diyorlardı. 19. yüzyılın ikinci yarısında edebiyat yoluyla bir kültürel uyanış başlamıştı. Mesela Selanik'te Ziya Gökalp'ın çıkardığı Genç Kalemler dergisi vardı. Osmanlı devletinin bir Türklüğü vardı fakat baskıcı değildi.

-Savaşı kaybetmemizin en büyük sebebi neydi?

Savaş başlamadan kısa süre önce, hiç gereği yokken Balkanlar'dan askerlerimizi çektik, ‘koskoca devletiz, bize kimse ilişemez' diye. Böyle bir tehlike bulunurken sen ordunun bir kısmını nasıl terhis edersin? Balkan ülkeleri aylardan beri hazırlık yapıyor. Topunu tüfeğini hazırlamış. Yine de şahsi kanaatime göre Balkan Harbi körü körüne kaybedilmiştir. Osmanlı'nın da elinde askeri var. Almanların verdiği güzel silahlar var. Mevzileri sağlam. Her şeyi varken, yeni kurulmuş, daha kimliği tam belli olmayan ülkelere yenilmek o kadar garip  ki. Osmanlı ordusu galip gelebilirdi.

-Peki, neden galip gelemedi?

Bir ordunun zaferini temin eden kumandandır. Bir ordu kendiliğinden çarpışmaz. Orduda yetenekli subaylar yoktu. Gerçekten ordu -siyasetle uğraşması yasak edildiği hâlde- hem İttihat ve Terakki hem de muhalefet saflarında alabildiğine siyasete karışmış, mesleki gelişimini ihmal etmişti. Bazen çok az sayıda asker, yetenekli subay sayesinde büyük bir orduya karşı galip gelebiliyor. Paşalar ikiye bölünmüş, ordu içinde gruplaşmalar var. İttihat ve Terakki'yi tutan ve karşı olanlar şeklinde. Bir ülkenin başına gelebilecek en büyük felaket ordu ile milleti arasında kopukluk olması ve ordunun gruplara bölünmesidir. Tarihte karşılaştığımız ve Osmanlı'nın devrilmesiyle neticelenen bir durumdur bu. Biz buradan gereken dersleri almıyoruz. Sonradan işlenen propaganda ile ‘asker her şeyi bilir, asker her şeyin üstündedir, askerin kafası on sivile eşittir' gibi söylentilerle kendimizi avuttuk durduk. Ama bu demek değildir ki bir devletin orduya ihtiyacı yok. Vardır. Bilhassa Türkiye gibi çok problemli coğrafyada yaşayan bir ülkenin güçlü orduya ihtiyacı vardır. Ama bu ordunun çok iyi eğitilmiş, çok iyi kumanda gören, kendini tamamıyla mesleğine vermiş subayların emrinde çalışan ordu olması lazım. Senin subayın memleketi idare etmeye kalkarsa ‘ben her şeyi herkesten iyi bilirim' derse o ordudan hayır gelmez. Bunun acı faturası Balkan Savaşı'ndan sonra görüldü

-Bu yenilgide İttihatçıların payı yok mu?

İttihatçıların payı var ama o savaşta İttihatçılar iktidarda değil. Bu olaylar karşısında İttihatçılar darbe yapıyor. Ben burada Balkan Harbi'ni kaybettiler diye İttihatçılara pek günah yüklemiyorum. İktidarda padişah taraftarı paşalar var, azınlıklar, İttihat ve Terakki aleyhtarı toprak sahipleri, zenginler var. İyi niyetliler, demokrasi istiyorlar. Fakat gidişatın farkına varamıyor, durumu anlamıyorlar. Karşındaki adam seni yok etmek istiyor, memleketi bölüşmek istiyor. İktidarda hâlâ eskiyi devam ettirmek isteyen bir hükümet var. Dünyanın tümüyle değiştiğini idrak edemiyorlar. Her şeyin güllük gülistanlık olacağını umanlar,  Osmanlı kardeşliğinin canlanacağına inananlar var. Dünya o kadar değişmiş ki İttihat ve Terakki'nin 1908'de iktidara gelmesini gayrimüslimlerin bir kısmı destekledi ama eski Osmanlı'yı geri getirmek değil, kendi millî emellerini gerçekleştirecek bir hükümet bekledikleri içindi bu destek. İttihatçılar bunu gerçekleştirmediği için onların aleyhine döndü, padişah tarafına geçtiler.

-Bir kitabınızda “Evlad-ı Fatihan, evlad-ı perişan oldu.” diyorsunuz.

Balkan Savaşları'ndan önce Sırbistan, Yunanistan, Karadağ bağımsızlığını kazanmış ama gene Osmanlı'nın elinde Balkanlar'ın büyük bölümü kalmış vaziyetteydi. Savaşla birlikte onlar da gitti. Balkan Savaşı'nın diğer bir sorunu Makedonya sorunu oldu. Makedonya üçe bölündü. Güney Makedonya'yı Yunanistan aldı, Kuzey Makedonya'yı Sırbistan... Madedonya halkına asimilasyon politikası uygulandı.

-Balkanlardan kaç kişi göç etti?

Göçler, katliam çok daha büyük ve hazin bir konudur. Göç eden 450 binin üzerinde, öldürülen 400 bin civarı. Korkunç rakamlar bunlar. Bunların büyük kısmı Müslüman'dır. Ayrıca Yahudiler de biraz eziyet görmüştür. Çünkü Balkan milliyetçiliği aynı zamanda dine dayanır ve din farklarını kabul etmez. Bilhassa Makedonya'dan, bugünkü Kuzey Yunanistan'dan büyük göçler oldu. Bu göçlerin iyi tarafları da olmuştur. ‘Her felaketin bir de hayrı vardır' derler.

-İyi tarafları derken...

Anadolu Müslümanlaştı, Türkleşti. Evvelden hesaplanmış bir şey değildi. Balkan Savaşı'ndan sonra, hatta Balkan Savaşı esnasında Batı Anadolu'da bulunan Rumlar göçe zorlandı. Çünkü dışarıdan gelen insanlara yer lazımdı. Ve nihayet oradan devam eden akım 1926'da resmî Yunan-Türk mübadelesine yol açtı. Şimdi bu bizim bazı ters, çarpık görüşlü adamların nazarında ‘Türkler Rumları attı' şeklinde bir anlayış var. Hiç öyle değildi. O tarihte Yunanistan, Güney Makedonya'yı almıştı. Güney Makedonya'da ekseriyet nüfus Bulgarlarındı. Orada Yunanistan'ın bir Yunan halkına sahip olmadan tutunacağı şüpheliydi. Yunanistan'ın başındaki Venizelos oraya öncelik verdi. ‘Buraya ben Yunan getireceğim' dedi. Ve mübadeleye hemen razı oldu. Bizim bugünkü büyük ‘usta' tarihçiler o tarafı görmüyor. Oranın halkı Bulgarca konuşuyordu. Bulgaristan her an orayı alabilirdi. Bugün Selanik tarafına giderseniz oradaki Yunan halkının Anadolu'dan gitmiş Rumlardan oluştuğunu görürsünüz. Türkülerinde, yemeklerinde, kültürlerinde Anadolu tesirleri yaşıyor. Büyük zorluklar çekildi. Göçmen konuları, yerleşmeler ancak şimdi incelenmeye başladı.

-Balkan Savaşları'nda 450 bin kişi katledildi, bir o kadar kişi göç ettirildi. Biz bunu niye gündeme taşıyamıyoruz?

Biz bir yerde ‘kabahatli' hükmünü kabul ediyoruz. ‘Osmanlı olarak bu adamların topraklarını almışız' diyoruz. Hiç de öyle değil. Çünkü bu topraklara Bulgarlar da Sırplar da sonradan gelmiş. Türkler, Hunları, Avarları alırsanız, onlardan evvel gelmiştir Balkanlar'a. Bir yerde bir insanla mücadele ederken onu yalnız fiziki bakımdan yenmekle işi bitiremezsiniz. Her şeyden evvel psikolojik bakımdan yenmeye çalışmalısın. Hayatı Batı'da geçmiş, Batı üniversitelerinde ders vermiş, isim yapmış bir kimse olarak söylüyorum. Batı düşmanı değilim. Ama Batı'nın kurtulamadığı bazı düşünceler vardır. Ehl-i Salip (Haçlı Seferleri) harplerinden başlayınız ‘Hıristiyanlığın Mekkesi' diyebileceğimiz yerler bizim elimizde. Kudüs, İstanbul, Antakya… Ayasofya duruyor, ayakta. Nereye dönerseniz İstanbul'da Bizans kiliseleri var. Biz muhafaza etmişiz. Onlar bizim camileri yok etmiş. Benim doğduğum Dobruca'da  bir cami kaldı. Dobruca'da yüz bin Müslüman var. Köylerde ufak tefek camiler var fakat tek büyük cami kaldı. ‘Osmanlı'dan eser bırakmayacağız' diye yıktılar… Avrupa eski düşüncelerinden bir hayli uzaklaştı ama tamamıyla vazgeçmedi.

-Balkanlar'dan göçü biz konuşuyoruz ama Ermeni tehcirini dünya konuşuyor…

Ermeni meselesinde de yine bir tarafgirlik var. Ne derseniz deyiniz ikna edemiyorsunuz. Ben birkaç sene evvel Newyork Times muhabiri Stephan Kinzer'le yemek yiyorum. Masada Şahin Alpay da var. Ermeni meselesinden söz açıldı, ben Ermeni sayısının ne olduğu hakkında İngiliz vesikalarına dayanarak bilgi vermek istedim, adam ben konuşurken sırıttı da sırıttı, ‘ne yapıyorsunuz arkadaş, saçma sapan şeyler söylüyorsunuz' anlamında. Kendi vesikasına inanmıyor. Bu konuda önyargılı.

YORUMLAR İLK YORUM YAPAN SEN OL

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR