Arap Baharı 'İslam baharı' için fırsat

Türkiye Arap Baharı’nı nasıl izledi, nasıl yorumladı, anlayabildi mi? Sosyal medya ne kadar etkili oldu bu olaylarda? Arap Baharı İslâm Baharı’na nasıl dönüşür?

ABONE OL
GİRİŞ 10.10.2011 15:23 GÜNCELLEME 10.10.2011 15:23 RÖPORTAJ
Arap Baharı 'İslam baharı' için fırsat
Arap Baharı 'İslam baharı' için fırsat

Fatma Yılmaz'ın röportajı

2011’in başında Tunus’ta baş gösterdi “Arap Baharı”. Mısır’da devam edip Libya ve Suriye’yi de içine aldı.  Halkın isteklerine yıllarca kulak tıkayan diktatörlükler bir bir son buluyordu. Ok yaydan fırlamıştı bir kere; hedefi bulmalıydı. Birçok can kayıpları yaşandı, acımasızca katledilen insanlar oldu. Diktatörlerin inatları bir işe yaramadı. Her ne kadar siyasî bir belirsizlik olsa da demokrasi filizlenmeye başladı bu ülkelerde. Arap Baharı’nın bu ülkelere ne tür sürurlar getireceği zaman geçtikçe görülecek. Peki Türkiye Arap Baharı’nı nasıl izledi, nasıl yorumladı, anlayabildi mi? Sosyal medya ne kadar etkili oldu bu olaylarda? Arap Baharı İslâm Baharı’na nasıl dönüşür? Gazeteci Yazar Mustafa Akyol Arap Baharı’nı Genç Yaklaşım için değerlendirdi.

Arap dünyasındaki halk hareketlerinin bu kadar etkili ve kapsamlı olacağını düşünüyor muydunuz?
Halk hareketleri ilk başladığında bu kadar hızlı bir şekilde yayılıp bu kadar devrimsel harekete dönüşeceğini kimse beklemiyordu tabi. Ben de beklemiyordum. Ama bu gerçekleştikçe de buna inandım. Görünen zahirî yönüyle, içi boş bir şey olmadığını ve bir toplumsal tabanı olduğunu anladım. Çünkü Arap dünyasında böyle bir şey olmaması sürpriz olurdu. Yani bu kadar otoriter rejimin devam etmemesi kaçınılmazdı. Bunu bazı insanlar normal görüyordu, özellikle oryantalist bakışlar; “Araplar demokrasiden ne anlar” şeklinde düşünüyorlardı. Ki bugün enteresandır, Türkiye’de laiklerde var olan oryantalist bakış, bazen muhafazakârlar arasında da görülüyor. Batıdaki yayın organları içinde Arap entelektüellerinin yazdığı çizdiği, Ortadoğu konferanslarından tanıdığım Arap entelektüellerinden aldığım duyumlar zaten ciddi bir hareket olduğunu gösteriyor. Bir de şu önemli noktanın altını çizmek lâzım. Ortadoğu’da olaylar patlak verdi, oldu bitti. Bizimkiler sonradan bu işi anladılar. Bence Türkiye Tunus’u atladı, anlamadı ne olduğunu Tunus’ta. Hatta en iyi anlayan Yeni Asya olabilir. Bir başlık atmışlardı; “Tunus’ta yıkılan Kemalist model” diye. İslâm dünyasındaki istibdat ve onun karşısında hürriyet arayışı fikri eskiden beri nur geleneğinde güçlü bir damar olarak hep vardır. Her muhafazakâr mütedeyyin bu perspektife sahip değil. Bu olaylar Mısır’da daha önemli bir hareket haline geldi. Ben hepsini baştan beri önemli, değerli buldum ve iyi bir noktaya doğru gittiğini düşünüyorum. Tabi bir sürü can kaybı oldu, istenmeyen acılar yaşandı. Ama gittiği yön iyi ve doğru bir yön.

Tunus’taki Yasemin Devrimi’nden bu yana sık sık “Facebook Devrimi” ifadesi de kullanıldı. Sosyal medyanın damgasını vurduğu çağımızda otoriter rejimlerin varlığını sürdürmesinin mümkün olup olmadığı tartışılıyor.
İnternet tabi ki başlı başına müstebit bir rejimi yıkabilecek güçte değil. Ama toplum içinde muhalefetin, siyasi rejime karşı eleştirinin daha etkili bir şekilde yayılmasını sağlıyor. Hani yayılır ve bir şekilde rejimi bastırırsak, bu bir garanti de değil. Ama internet bu konuda önemli zorluk çıkarıyor otoriter rejimlere karşı. Dünyada internet olup ta hala otoriter rejimler yok mu? Var. Başta Çin. Ama eskisi gibi değil tabi ki. Arap dünyasında bir başka faktör olarak El-Cezire’yi de söylemek lazım. Biz hep internet, Facebook, Twitter diyoruz, bunlar var, ama El- Cezire’nin de çok büyük etkisi oldu. Çünkü El- Cezire Arap dünyasındaki muhayyileyi genişletti. Araplar sadece kendi içlerindeki gelişmeleri takip ederken, El-Cezire ile beraber daha geniş bir coğrafyaya tanık oldular. Bir de El-Cezire demokrasinin yanında yer alan bir kanal. O anlamda müspet katkısı da oldu bu sürece. Dolayısıyla hepsini birlikte değerlendirmek lazım.

Bu bağlamda Arap Baharı oluşturan temel neden oralarda yaşanan sıkıntıların sosyal medya ve globalleşen dünyanın bilgiye kolay erişmesi mi yoksa burada yeni bir dünya düzeni oluşturma arzusu mu var?

Dünyayı değil, kendi ülkelerini değiştirmek istiyorlar. Tunus’ta özgürlük kurmak istiyorlar. Biz nasıl Türkiye’de 28 Şubat’tan, 27 Mayıs’tan veya o zihniyetten kurtulmak istiyoruz, demokrasi istiyoruz. Onlar da kendi ülkeleri için bunu istiyor. Zaten dünyada demokrasinin çok daha güçlendiği, yayıldığı bir dönemdeyiz. Dünya düzeni zaten bunu zorluyor. 1930’larda yaşasak otoriter rejimler çok daha popülerdi. Soğuk savaş döneminde bir tarafta komünizm vardı, diğer tarafta da özgür dünya dediğimiz dünyada da o kadar güçlü bir demokrasi olduğu söylenemezdi. Soğuk savaş sonrası dünyada yükselen değer artan demokrasi. Dolayısıyla dünya düzeni de bir anlamda bunu teşvik ediyor. Çıkıp da uluslararası kuruluşların biz demokratikleşmek istemiyoruz demesi mümkün değil. Tam da bu sebeple dünyada bunu komplo diye algılayan insanlar var. Bunlar da genellikle demokratikleşmeden hoşlanmayan yerel güçler. Türkiye’de bu ulusalcılık olarak tebarüz ediyor. Başka yerlerde de bu tür savunma psikolojileriyle görülüyor bu tür yaklaşımlar. Ama bu durumu değiştirmiyor.

Sosyal medyanın “kapalı toplum”ları imkânsız kıldığını söyleyebilir miyiz?
Sosyal medya kapalı toplumları giderek açan bir dinamik. Tek başına yeterli bir şey değil. Bir kapalı toplumun açılabilmesi için sosyal medya çok önemli. İnternet önemli, seyahat önemli. Halkların hareket etmesi, başka yerler görmesi çok önemli. Bir ülkede kimse dışarı çıkmıyorsa o ülkede zihinlerin açılmasını daha geç sağlarsınız. Türkiye 12 Eylül öncesinde böyle bir ülkeydi. Medya ve TV önemli yine. Bunların hepsi farklı dinamikler dünyayı tanımak açısından. Bu dinamikler tabi ki tetikliyor halkı. İnternet daha kolay örgütlenme imkanı sağlıyor. İnteraktif şekilde sizin gibi düşünen insanlarla fikir alışverişi yapma imkanı sunuyor. Yoksa bence TV daha etkili.

Özellikle Mısır’da müspet harekete tam uyum sağlamış Tahrir gençliğinin örgütlenmesinde sosyal medyanın meşveret görevini yaptığını söylemek ne kadar doğru olur?
Söyleyebiliriz tabi. Zaten tahrir gençliği de tek parça değil malûm. Tahrir’de liberal demokratlar var, biraz daha batı eğitimi almış, Türkiye’deki liberallere benzetilebilecek, Genç Siviller’e benzetilebilecek gruplar, İslâmcı gelenekten gelen gençler, Hristiyanlar, Kıptîler var, Mübarek rejiminden kim hoşlanmıyorsa o var. Zaten o farklı grupların birlikte hareket etmesi ve hepsinin demokrasi istiyoruz demesi etkili oldu. Oradaki istibdat rejimini daha kısa sürede yıkan etki bu ortak tavırdır.

Gençler bilinçli bir şekilde mi ayaklanıyor peki? Bugüne kadar medyaya yansıyanların dışında örgütlenmelerin getirdiği bir patlama var mı?
Tabi ki bilinçliler. Herkesin olaylara bir akademisyen gibi bakmasını bekleyemezsiniz. Ama herkes kendi hayatı içinde nasıl bir sistemle karşı karşıya olduğunun farkında. İktisadi yönden, fikir özgürlüğü yönünden maruz kaldığı sıkıntıları biliyorlar. Dolaysıyla her insan bir bilinç sahibidir.

Amerika Ortadoğu’da ve Arap dünyasında kaybettiği itibarını kurtarmak için buralara kendi istediği yöneticileri yerleştirip halk hareketlerinden de itibar kurtarma çalışması içerisine mi girmiş oldu?
Hayır. Amerika Ortadoğu dünyasında itibar kaybettiği için bu işe fazla bulaşmak istemedi. İyi ki de bulaşmadı geri durdu.  Bu soru çok popüler bir soru. Ve ABD’nin birilerini bir yerlerin başına geçirdiği gibi genel bir varsayım var. Dünyada bunun örnekleri var mıdır, var. ABD’nin çeşitli ülkelerde darbe yaptığı, İran’da Musaddık’ı devirdiği, Güney Afrika’da solcu liderleri devirdiği bilinen bir şey CIA tarafından. Ama bilinen bu örnekler dünyada her lider değiştirdiğinde onu ABD getiriyor, hele ki İslam dünyasında herhangi bir şey olduğunda mutlaka bunu ABD yapıyor anlamına gelmez. ABD’nin yaptığı işler var, yapamadığı işler var, yapmaya çalışıp da beceremediği işler var. Castro’yu indirmek için 30 kere uğraştı. Yani her olayın arkasında kadir-i mutlak bir ABD veya Batı yok. Hele bu durum Arap baharında yok. Neden? Çünkü Arap baharındaki rejimler ABD’nin sevmediği rejimler değil ki. Tunus’taki rejim Batı ile arası çok iyi olan bir rejim, çok katı laik, bizim 28 Şubat sürecine benzer bir rejimdi. Mübarek zaten ABD’nin Ortadoğu’daki en büyük müttefikiydi. Mübarek, ondan önce de Sedat. İsrail’le arası tek iyi olan, tek barış yapmış Arap ülkesi, ülkedeki İslamcı muhalefeti bastıran, her yıl ABD’den 3 milyar dolardan fazla yardım alan Mübarek Mısır’ıydı. Yoksa ABD’nin elini ovuşturarak ya şu Mübarek’i göndersek de başına İhvan-ı Müslümîn’i getirsek diye düşündüklerini ve bunun için bir dönüşüm başlattıklarını söylemek bence hiçbir şey bilmemek demek dünya hakkında. Ama Türkiye’de böyle düşünen insanlar var. Bu da dediğim gibi sorunlu, hatta itikadî yönden bile sorunlu bir Batı algısından kaynaklanıyor. Dünyanın sürekli olarak belli bir merkezden yönetildiği algısı. Şüphesiz Batının dünya üzerinde son 400-500 yıldır bir egemenliği var. Ama bu bizde içselleşti. Oysa ki, biz şimdi Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun da dediği gibi Batı egemenliğinde bir dünyadan küreselleşen bir dünyaya geçiyoruz. Küreselleşen dünya şu demek; Artık herkes bir aktör. Artık Çin de bir aktör, Türkiye de bir aktör.  Dolayısıyla öyle kimsenin elinde kolayca şekillenemeyen daha karmaşık bir dünya çıktı ortaya. Ve bugün ABD’nin Ortadoğu’daki genel görüntüsü, gerileyen, gücünü kaybeden, eskisi kadar etkili olmayan bir ülke. Arap baharıyla da bunun daha çok altı çizildi.

Peki ABD buralardaki lider ülke itibarını istemeden de olsa Türkiye'ye devretti diyebilir miyiz?
Bıraktığını söylemek belki zor ama Ortadoğu’daki etkinliğinin azaldığını ve bir otorite boşluğu doğduğunu ve Türkiye’nin de bu boşluğu kısmen doldurduğunu söyleyebiliriz. Tabi Türkiye Amerika kadar güçlü demek abartı olur. Amerika, bölgede İsrail dışında sevilmeyen bir ülke. Ama Türkiye’nin bir itibarı var, yumuşak gücü var.

Amerika, Türkiye’nin böyle bir etki sahibi olmasından memnun mu?
Hangi Amerika diye sormak lazım. İslâm’a muhalif olan Amerika, bundan memnun değil. Onlara göre, Amerika dışındaki bir gücün, özellikle Müslüman bir gücün yükselmesi bir tehlikedir. Amerika’dan başka bir güce güvenilemez. Ama Amerika’nın daha ılımlı bir kanadı da var ki, bunlar da İslâm’a daha dostça bakan entelektüeller, düşünürler, siyaset adamaları. Bunlar da diyorlar ki; aslında bu bizim için iyi birşey. Çünkü bölgedeki tek İslami güç İran mı olsun, öyle bir İslam mı isteriz? Türkiye’nin temsil ettiği güç demokratik bir İslam. Bölgede etkili olması iyi bir şeydir bizim için. Mesela Amerika’da yazıp çizen ve fikir üreten bir örnek Graham Biler. Amerika’da liberal kabul edilen bir insan, fikriyat olarak belki Obama yönetimi içinde en liberal kanada koyabilirsiniz. Böyle insanlar Türkiye’nin İslâm dünyasındaki gücünün, etkisinin artmasının iyi birşey olduğunu, çünkü İslâm dünyasının böyle açılıma ihtiyacı olduğunu söylüyorlar. Ama gidip İsrail savcılarına sorarsanız, onlar için Türkiye, Osmanlı’yı tekrar kuruyor ve düşman safına geçiyor. Çünkü onlar için ak-kara var, ya düşmansınız ya dost.

Bölgede her zaman var olan ABD ve Batı etkisini kırmak mümkün mü? Sömürgeye mahal vermeden Ortadoğu ülkeleri demokrasiye geçişi başarabilecek mi?
Bölgedeki Batı etkisini yok edemezsiniz, doğu etkisini de... Hiç bir etkiyi yok edemezsiniz.Sömürge devri bitti zaten bugün dünyada. Şimdi şunu söyleyeyim, Türkiye’de bu tür soruları cevaplarken bir takım önyargıları da sorgulamak lâzım tekrardan. Sömürge kavramı meselâ. Dünyada böyle bir dönem yaşandı, böyle bir tarih var. Ortadoğu en acı şekilde yaşadı. Fakat Ortadoğu’da Batılılar petrol çıkarmaya giderse, bu illâ yeni bir sömürge kuruyorlar, orayı sömürüyorlar anlamına gelmiyor benim gözümde. Biz de Türkiye olarak iş yapıyoruz Libya’da. Irak’ın havaalanını biz yapıyoruz, peki biz Libya’yı, Irak’ı sömürüyor muyuz? Ben iktisadi olarak bir şirketin girip orada iş yapmasını sömürge olarak görmüyorum. Bir şirket bir ülkeye girip iş yapıyorsa, bu mutlaka ülke sömürdüğü anlamına gelmez. Başbakan’ın lügatimize kazandırdığı güzel bir formül var, Kazan kazan formulü... Gelir bir insan iş yapar, para kazanır, siz de kazanırsınız. Yabancı sermaye yani... Eğer petrolü alıp kaçıracaklarsa, o zaman burada sömürü vardır. Ama Libya’daki yönetim de aptal değil, alın petrolü evinize götürün demeyeceklerdir. Zaten dediler ki, Kaddafi döneminde yapılan petrol anlaşmaları devam edecek. Şunu sormak lazım, petrolü satmayıp turşusunu mu kurmamız lazım? Ben bu sömürge hikayesine pek itibar etmiyorum.

İsrailli bir komutan Arap dünyasında son dönemde meydana gelen devrimler ve Türkiye ile yaşanan krizin Ortadoğu'da bölgesel savaş çıkma riskini artırdığı ve Arap Baharı’nın İslam kışına dönüşebileceğini söyledi.
Bu İsrail’in baştan beri endişesi, Arap baharının İslamcıları başa getireceği. Onun için Arap baharından tedirgin. Zaten Türkiye’yi de böyle görüyorlar ve hakikaten öyle, Türkiye’de Kemalist rejimin adım adım geri gitmesi ve muhafazakâr AK Parti’nin başa gelmesiyle, Mısır’da Mübarek’in devrilmesi, Tunus’ta Binali’nin devrilmesi ve ona karşı Nahta’nın, İhvan-ı Müslimîn’in bir alternatif olarak ortaya çıkması çok farklı bile olsa bir anlamda da aynı süreç.

İsrail’in perspektifi şu; Türkiye’de Kemalizm iyidir, Mısır’da Mübarek, Tunus’ta Binali, çünkü biz bunlarla iş tutuyoruz, laik de oldukları için Filistin konusunda da bir ideolojik duyarlılıkları yok. Dolayısıyla benim tuhaf gördüğüm, AKP destekçisi muhafazakârların Arap baharına bakınca rahatsız olmaları.

Peki Arap baharı İslam baharına nasıl dönüşür?
Bence kesin bir şey söylemek zor ama bir fırsattır bu. İlk defa Arap ülkelerinde İslâmî grupların da katılımıyla çoğulcu bir demokrasi kurulma şansı ortaya çıkıyor. İlk defa laik diktatörler devriliyor ve karşılarında İslâmcı diktatörler değil, Müslüman demokrasi talebi var ve Türkiye bunun ilham kaynağı. Bu anlamda eğer bu süreç ilerler ve Libya’da Mısır’da ve belki Suriye’de demokrasi denecek rejimler yaşanmaya başlarsa bu hakikaten İslâm baharı olur. İşte o zaman İslâm’la demokrasinin yan yana durdurduğu görülür. Bediüzzaman’ın yüz sene önce söylediği meşveret ve şuranın yeşereceği toplumlar haline gelmeye başlar bu coğrafya.

Hutbe-i Şamiye’nin 100. yılında Şam’da yapılan kongreye katıldınız. Arap baharı olarak adlandırılan olaylar, Hutbe-i Şamiye’de de belirtildiği üzere İslam dünyasının hastalıklarından olan istibadattan, diktatörlerden kurtuluşun yolunu açmış mıdır?
Türkiye’yi Osmanlı’ya bağlayan önemli kanaat önderlerinden birisi de Bediüzzaman’dır. Biz Osmanlı’nın fetihleriyle, sistemleriyle övünürüz. Son yüz yılda Osmanlı’nın bir başarısı daha var. Ama bu hem laikler hem İslamcılar tarafından göz ardı edilen bir şey. Tanzimat’ın biraz gerisinden başlayarak bir Müslüman demokrasisi üretmeye başlaması. Osmanlı bir parlamento kurarak, padişahın yetkilerini sınırlayarak, siyasî partiler kurarak, seçimler yaparak gerçekten bir demokrasi sürecine girdi. Tanzimat’la birlikte Osmanlı kanunları da daha özgürlükçü bir hâle geldi. Bediüzzaman bunu bilen ve bunu o dönemde İslâmî argümanlarla destekleyen bir fikir adamı. İkinci meşrutiyeti desteklerken bunun niçin İslâm’a uygun olduğunu anlatıyor insanlara. Dolayısıyla istibdadın kötü bir şey olduğunun farkında. Mesela Abdülhamid çok sevilir muhafazakar çevrelerce, benim de saygım var. Ama Abdülhamid’in bir istibdat yönü var ve Bediüzzaman bunu eleştiriyor. O anlamda Batıya tek gözle bakmıyor, Batı emperyalizmine kesinlikle karşı ama Batıda bilim olduğunun farkında. Demokrasinin Batıda geliştiğinin farkında. Parlamento bize Batıdan geliyor. Yani bugün hâlâ Batının bütün fikirleri muzırdır, küfürdür diyenler parlamentoyu da kapatsın. İslâm’ın özünde bu değer bence var. Ama kurmamışız biz parlamento, anayasa diye bir şey aklımıza gelmemiş 19. yüzyıla kadar. Dolayısıyla Bediüzzaman bütün o nüansları görüyor o dönemde, tabi biraz bulunduğu siyasi atmosferin de etkisi var. Ama Cumhuriyet’le birlikte bütün bunlar çöpe atılıyor, yerine otoriter, laik bir istibdat rejimi kuruluyor, Osmanlı kötüleniyor ve o dönemde bence çok değerli olan birikim ortadan kaldırılıyor. Bediüzzaman işte bunu Barla’da bir köyde olmasına rağmen ordaki vizyonu, temel meselesi de iman olmasına rağmen ama siyasi konularda da o vizyonu koruyor. Ve bence Türkiye’deki mütedeyyinlere sonradan çıkacak olan İslâmcılık damarından ayrı olarak demokratik bir siyasi vizyon kazandırıyor. Ve bence o sayededir ki bugün AKP var. AKP nur geleneğinden gelen insanlarla kurulmadı, ama bu partiyi kurarken baktılar ki merkez sağ diye bir şey varmış. Adalet Partisi, Menderes çizgisi, Özal çizgisi diye bir şey varmış. Bugün Başbakan niye Menderes’e sahip çıkıyor. Erbakan sahip çıkmazdı. Erbakan’ın çizgisi o değildi. Orada ana İslamcı damardan bir ayrım oldu. Ama sonuçta dönüp dolaşıp merkez sağda birleşti. Bugün Başbakan laiklik savunusu yapıyor. Ama nasıl bir laiklik? Dine saygılı bir laiklik. Laiklik amacı din ve vicdan hürriyeti olan, onun içinde devleti tarafsız tutan bir siyasi ilke. Ama Kemalizm laiklik adı altında bir felsefe dayattı bize. Laiklik devletin felsefesiz olması demektir. Yani felsefe derken devletin bir özgürlük, demokrasi felsefesi olur ama ontolojik bir felsefesi olamaz. Bize laiklik adı altında pozitivizm dayatıldı. “Hayatta en hakikî mürşit ilimdir”le büyüdük biz. Bu pozitivizmdir. Burada kastedilen ilim pozitif ilimdir. Kimya bana mürşit değildir, fizik bir mürşit değildir, kusura bakmayın. Ben hayattaki değerlerimi kimyadan çıkaramam ya da fizikteki vektörlerden çıkaramam. Veya nükleer enerjiden bir değer bir ahlak çıkmaz bana. “Niçin varım” sorusuna cevap veremez bunlar. Ne çıkar buradan? Dünyanın nasıl işlediğini öğreniriz, teknoloji geliştiririz, analitik düşünmeyi öğreniriz. Bunu batı dünyası biliyor, çoktan anladı. Ama biz de bunu anlamak istemeyenler var. Kemalistler. Dolayısıyla Kemalizm’in yaptığı laiklik adı altında, devletin tarafsızlığı adı altında taraf olduğu ve dine karşı tavır olduğu. Bunun özünde de doğrudan dine karşı bir husumet var. Ve aslında mesela Şükrü Hanioğlu’nun Atatürk'ün entelektüel biyografisini anlattığı kitap. Bakarsanız doğrudan ateizm yatan bir din kantlığı var bu işin özünde. Fakat pragmatik nedenlerle bu hafifletilmiştir. O kadar koyu bir şekilde uygulanmamıştır bu Türkiye’de. Doğrudan ateist bir propaganda yerine dini kurumaları yasaklamak, dini eğitim imkanlarını ortadan kaldırmak. Dolayısıyla dinin kendiliğinden orta vade zayıflaması ve toplum hayatından çıkması hedeflenmiştir. Çıkmadığı noktada da mesela insanların başörtüsü taktığı noktada veya dini bir vakıf kurulduğu noktada bunların üzerine gidilmiştir. Özelikle darbe dönmelerinde. Böyle bir laiklik tabi ki evrensel laikliğe aykırı. Kemalizm laikliğe aykırı diye bir yazı yazdım ben. Çünkü din ve vicdan özgürlüğü korunmuyor, tam tersine saldırı teşkil ediliyor. Dolaysısıyla bu, ucube bir laiklik ki bunu hala laiklik olarak algılayanlar var. Tabi bunun devri geçti. Böyle bir tecrübe yaşamışken Türkiye,  İslam dünyasında kimseye laik devleti kabul etsin diyemezdiniz. Düşünsenize Mısır’a gidiyorsunuz laiklik diye bir sistem var çok iyi uygulayın, kadınlarınızın başını örtmeyi yasaklıyor, çok hayırlı bir şey bunu kabul edin deseniz kim kabul eder? Ama eğer din ve vicdan özgürlüğü devletin inançlara tarafsızlığı ise bunu kabul ettirebilirsiniz. Çünkü faydalı bir ilkedir. Niye?  Devletin baskı yapmaması, herkesin devlet altında organize olabilmesi, dini cemaatlerin organize olabilmesi, böyle bir çoğulculuk modeli olarak uygulandığında faydalı bir ilkedir. Böyle bir laikliğin savunulması Arap baharında bu bağlamda iyi. Ama bunu okuyunca Başbakan’ın Kemalist olduğunu zannedenler oldu Türkiye’de.

Arap baharı yaşanmadan önce bir Türk baharının yaşandığından söz edebilir miyiz? Yani 2001 yılındaki Türkiye bu kadar net ve sert çıkışlar yapabilir miydi?
AKP öncesindeki Türkiye’ye de çok haksızlık etmemek lazım. Yani Türkiye 2000-2002’ye gelinceye kadar her şeye eyvallah diyen, sürekli zaaf gösteren bir devlet değildi. Türkiye dünyanın muhalefetine rağmen Kıbrıs barış harekatını gerçekleştirdi. Türkiye 1981 yılında -ki askeri darbe döneminde- İsrail Kudüs’ün başkenti ilan edilince buna tepki gösterip İsrail’le ilişkilerini düşürdü. 1992’ye kadar böyle devam etti. Tam 11 sene bütün seksenli yıllarda Türkiye’nin İsrail’le büyükelçilikleriyle ilişkisi yoktu mesela. İsrail’in Cenin katliamına Ecevit çok sert çıkmıştı. Bunları göz ardı etmemek lazım.

Gençler bir ülkede ileri demokrasi için neler yapabilirler?
Gençler geleceğe etkileme şansına sahipler. Ama gençler her yerde olsun, siyasete girsin, oraya girsin, buraya girsin diye bir romantizm olmamalı. Tecrübe kazanmak çok önemli. Hayatta birçok şey tecrübeyle elde ediliyor. Bir fikri bir kitapta okusanız bile onu yaşayınca tecrübe edince daha iyi anlarsınız. Sırf bilgi değil, bazen deneme yanılma yoluyla da insan çok fazla şey öğreniyor. Tabi bu sadece zaman meselesi değil. Bir insan 40 yaşındadır az tecrübesi olmuştur. Siyasi fikirler, denemeler, insana ilişkileri, hepsi insana bir tecrübe kazandırır. Hata yapmaktan korkmayın. Sizden önceki nesillerin farklı tecrübeleri var, bizim farklı tecrübelerimiz var. Onların tecrübelerini dikkate almamız gerekir. Ama onların tecrübeleri sizi tatmin edemez. Yeni bir dünyadayız. Tabi ben gencim içimden gelen her şey de doğrudur, bizim dinamizmiz var ya her şeyi çözer dememek lazım. Gençlere tavsiyem biraz küreselleşmeleri. Yabancı dil öğrenmek önemli. Bu illa ki bir batı dili değil. Arapça, Farsça, Çince öğrenmek de gerek. Türkiye’ye biraz dışardan bakmak, yabancılar ne diyor Türkiye’ye. Biz her şeye rağmen hala kapalı bir toplumuz. Kapalı toplumdan kasıt hala kendi meselelerimizle çok ilgili dünyayı çok iyi tanımayan insanlarız. Türkçe dışına biraz çıkmak gerek. Klasikler çok önemli onları atlamamak lazım. Zihni sürekli beslemek lazım.

Genç Yaklaşım Dergisi

YORUMLAR İLK YORUM YAPAN SEN OL

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR