İşte Fenerbahçe'nin gizli tarihi

Fenerbahçe'nin tarihi yeniden masada. Sarı Lacivertli takımın Milli oyuncusu Zeki Rıza Sporel'le ilgili çarpıcı belgeler ortaya çıktı. İşte Spor Tarihini derinden sarsacak FB bilgileri...

ABONE OL
GİRİŞ 10.10.2006 01:30 GÜNCELLEME 10.10.2006 01:30 SPOR
İşte Fenerbahçe'nin gizli tarihi
İşte Fenerbahçe'nin gizli tarihi

Şok! şok! İşte F.Bahçe'nin gizli tarihi

İşte Fenerbahçe'nin gizli tarihinin belgelerini açıklıyoruz....
Araştırmanın 2. bölümünde, Fenerbahçe kulübü resmi internet sitesinin Fenerbahçe tarihi bölümünde yer alan akıl almaz iddiaları mercek altındaydı.

Neydi bu iddialar?
Birebir FB internet sitesinde yer alan cümlelerle kısaca hatırlayalım:
“Mütarekenin karanlık yıllarında işgal kuvvetlerine mensup takımlarını her hafta birbiri peşi sıra futbol sahalarında yenerek milletin rencide olmuş gururunu okşayan Fenerbahçe tüm halkın sevgilisi haline geliyor, zamanla da milli mücadelenin ve milliyetçi karşı çıkışın adeta İstanbul şubesi halini alıyordu. Onlar, cephelere gönderdikleri futbolcuları misali Çanakkale’de yaptıkları müdafaanın) bir örneğini de sanki Taksim’in Taşkışla sahasında gösteriyor, yaptıkları toplu hücumlarda ise sanki kısa bir süre sonra Kocatepe’den verecekleri milli taarruzdaki şahlanışımızın provasını veriyorlardı.

Fenerbahçe’nin, başta General Harrington Kupası (29 Haziran 1923) olmak üzere işgal kuvvetleri takımları karşısında elde ettikleri tüm galibiyetler, İstanbul halkının intikam duyguları içindeki milli duygularını şahlandıran ve yaralı gönüllerine teselli veren yegane olay haline dönüşüyordu. Artık iş futbol oyunu halinden çıkmış, vatanın asıl sahipleri ile işgalcilerin hesaplaşması şekline dönüşmüştü. Fenerbahçe takımı artık “Kuvai Milliye” ruhunun halk içindeki sembolü olmuştu. Bunun birinci sebebi işgal takımları ile oynadıkları toplam 50 maçtan ikisi hariç hiç yenilmeyip 41 maçta galip gelmeleriydi ki Altınordu ve Galatasaray takımları ne yazık ki bu başarıyı gösterememişlerdi. İkinci sebebi ise, “Anadolu Harekatı”nın başında olan Mustafa Kemal’in “Fenerbahçeli” olarak bilinmesiydi.”

Milli mücadelenin ve milliyetçi karşı çıkışın İstanbul şubesi olmak, “Kuvai Milliye” ruhunun halk içindeki sembolü olmak ve “Anadolu Harekatı”nın başında olan Mustafa Kemal’in “Fenerbahçeli olması gibi ciddi iddialar hangi tarihi belgelere dayanarak ortaya atılıyor, elbette ki bu hikayeleri yazanlara sormak lazım. Yani tüm çağrılarımıza, hatta kendilerini tarihi gerçekleri çarpıtmakla suçlamamıza rağmen aradan geçen sürede tek bir açıklama yapamayan o meşhur yazarlara sormak lazım. Biz tarihi gerçeklerle olduğu kadar basit mantığa da ters düşen bu iddialarda bulunan Fenerbahçe tarihi yazarlarına çağrımızı tekrarlıyoruz:
Gelin, İşgal kuvvetleriyle oynanan 50 maçın sadece 9’u milli mücadele yıllarında oynandığı halde, bu karşılaşmaların amacının nasıl olup da cephede savaşan askerlerimizin maneviyatını yükseltmek olduğunu açıklayın diyoruz. İddia ettiğiniz üzere, Fenerbahçe’nin İşgal Kuvvetleri askerlerinden oluşan takımlara karşı galibiyetlerinin hangi cephelerde, nasıl bir sevinçle karşılandığını söyleyin diyoruz.

Anadolu insanı,
Mehmedimiz,
İnönü’de, Sakarya’da, Kocatepe’de düşman kurşunu altında şehit olurken, Ayağına giyecek çarık bulamayıp, çorabının üzerine çaput bağlarken, Tek öğünlük tayınla ayakta durmaya çalışıp, açlığını bastırmak için mısır koçanı yerken, Hiç duymadığı, hiç izlemediği, hiç bilmediği, bir oyun olan futbolda alınan galibiyetleri nasıl sevinçle karşılar, diye soruyor,
Böylesine mantık dışı yalanları yüzünüz kızarmadan nasıl yazabildiğinize şaşırıyor, Vatan uğruna can vermiş şehitlerimizin ruhlarından, fanatizm uğruna uydurduğunuz bu saçmalıklar için biz af diliyoruz. İşgal kuvvetleriyle futbol maçı yapmayı, tarihinin övünülecek bir sayfası olarak gösteren, dünya üzerinde başka bir kulüp örneği gösterebilir misiniz diye soruyoruz.

Madem bu maçlar cephedeki askerin moralini yükseltmek amacıyla yapılıyordu, Milli Mücadelenin tamamlandığı ve Türk ordularının İzmir’e girdiği 9 Eylül 1922 tarihinden tam 9 ay 20 gün sonra İngiliz İşgal kuvvetleri komutanı Harrington adına düzenlenen kupaya hangi gerekçeyle iştirak edildiğini sorguluyoruz. Milli mücadelenin zaferle sonuçlanması, sizlerin İşgal kuvvetleriyle futbol oynama gerekçesi olarak iddia ettiğiniz gibi ‘’halkın moralini yükseltip, ulusun kırılan onurunu bir nebze de olsun onarmakta’’ yeterli olamamış mıydı? İngilizlerle yapılan maçlara ve onların onuruna verilen çay partilerine bu yüzden mi devam edildi?

Milli Mücadele zaferle sonuçlanıp, saltanat kaldırılırken, Ankara’da Büyük Millet Meclisi tarafından çok yakında kurulacak Türk devletinin temelleri oluşturulmaya çalışılırken, Gazi Mustafa Kemal Anadolu’yu karış karış dolaşıp, birbiri ardına gerçekleştireceği devrimlerin temellerini atarken, İsmet Paşa Lousanne’da tam bağımsızlık için ter dökerken, Yıllardır o cepheden bu cepheye sürüklenmiş Anadolu insanı yaralarını sarmaya çalışırken, bu zaman zarfında, son halife Abdülmecid’in oğlu şehzade Ömer Faruk’u hala başkanlık makamında tutmakta olan Fenerbahçe futbol takımının İngiliz İşgal kuvvetleri askerleriyle tam 19 kez karşılaşmış olması da mı ‘’ aslında milli taarruzdaki şahlanışımızın provası yapılıyordu’’ gerekçesiyle açıklanıyor, merak ediyoruz? Ezeli rakip Galatasaray’la 50. maç rekabetteki 21. yıl sonunda oynanırken, ilk kez Cumhuriyet’in ilanından sonra karşılaşılan bir diğer ezeli rakip Beşiktaş’a karşı ancak 17 sene sonra 50. maça çıkılırken, işgal kuvvetleriyle 3.5 yılda 50 kez karşılaşmış olmak oldukça ilginç bir istatistik diyoruz.
Fenerbahçe takımının İşgal kuvvetlerine karşı son maçını 30 Ekim 1923’de oynadığının altını çiziyor, bu maçtan sadece 6 gün sonra Refet paşa komutasındaki Türk birliklerinin sevinç gözyaşları arasında İstanbul’a girmesini yüreklerimiz kabararak hatırlıyor, daha fazla bir şey de söylememek için dilimizi tutuyoruz.

Tekrar, Fenerbahçe Kulübü resmi internet sitesinde yazan tarihçeye dönüyor, Atatürk ve “Fenerbahçe”si; başlıklı bölümü okuyoruz:
‘’Fenerbahçe’nin müttefiklerle mücadelesi sadece yeşil sahalarla da sınırlı kalmayacak, Cihan Harbi’nde vatana feda ettikleri diğer sporcuları gibi, futbolcularının büyük bir bölümünü yine işgal yıllarında İstanbul’dan Anadolu’ya silah aktarılmasında etkin bir rol oynatarak vatanının ihtiyaç duyduğu konuda hayatlarını budaktan esirgemeyeceklerdi.’’

Bu satırları okuyunca, doğal olarak Fenerbahçeli hangi futbolcuların Anadolu’ya silah kaçırdığını merak ediyor, tarihi belgeleri araştırmaya başlıyoruz. Ulaşabildiğimiz kayıtlardan önce futbolcuların mesleklerini araştırıyoruz. Şaşırtıcı bir biçimde aralarından birinin, hem de İşgal kuvveti komutanı Harrington adına düzenlenen kupaya uzanan golü kaydeden Zeki Rıza Sporel’in Osmanlı ordusu mensubu olduğunu öğreniyoruz.

Ordudan maaş almakta olan bir askerin hangi gerekçeyle Anadolu’daki direnişe katılmadığını soruşturuyor ve öylesine şaşırtıcı belgelere, öylesine ilginç kayıtlara rastlıyoruz ki, inanmakta güçlük çekiyoruz.

İŞTE TARİHİN TOZLU RAFLARINDAN ORTAYA ÇIKARDIĞIMIZ İNANILMAZ BELGELER.
Yıl 1946

Fenerbahçe’nin Milli oyuncusu Zeki Rıza Sporel 1934 yılında futbolu bırakmış ve iş hayatına atılmıştır. Yıllar önce İngiliz Vitol ailesinin kızlarıyla evlenmiş, İngiliz konsolosluğunda görev yapan kayınbiraderleri vasıtasıyla kurduğu ilişkiler sayesinde futbolda gösterdiği başarıları ticaret hayatında da göstermeye başlamıştır. İşgal zamanının acıları sarılmış, Vitol ailesinin bazı üyelerinin İşgal kuvvetlerinde komutanlık yaptığı günler ise çoktan unutulmuştur. Liverpool’dan kalkıp önce İzmir’e göçen, daha sonra da İstanbul’da Moda’ya yerleşen bu köklü İngiliz aile, Zeki Rıza Sporel’in yakın dostları Celal Bayar’la da tanışmasına vesile olmuştur.
O yıl ülkede ilk demokrasi sınavı verilmektedir. Tek parti dönemi bitmiş, yeni kurulan Demokrat Parti’ de seçimlere katılmıştır.
Zeki Rıza Sporel, Celal Bayar’ın kontenjanından Demokrat Parti İstanbul Milletvekili adayı olur. Seçimi kazanır. Mazbatasını almak üzere Ankara’ya yollanır. İşte tarihin tozlu raflarında kalmış acı gerçekler bundan sonra gün ışığına çıkar: Meclise seçilen yeni milletvekillerinin seçim tutanaklarını incelemekle görevli soruşturma komisyonu başkanlığına Zeki Rıza Sporel’in geçmişiyle ilgili bir çok ihbar dilekçesi ulaşmıştır.

İşte söz konusu komisyonun raporundan bazı bölümler:
İSTANBUL MİLLETVEKİLLİĞİNE SEÇİLEN ZEKİ RIZA SPOREL’İN SEÇİM TUTANAĞI HAKKINDA TUTANAKLARI İNCELEME KOMİSYONU RAPORU
(5/48) (S.Sayısı 19)
Hazırlama Komisyonu Raporu
Milli Savunma Bakanlığı’ndan bu hususa aid celb olunan 23 Eylül 1946 tarih ve 164381sayılı yazı ile ek 21 Temmuz 1924 ve 665 aded işaretli Bursa (Askeri) Heyeti Mahsusası’nca ittihaz olunan kararda, “1922 senesi Nisanında Milli Orduya katılması için resmen gerçekleştirilen davete sağlık nedenleri ileri sürerek icabet edemediğini iddia etmekte ise de, iddiasının gerçek olmadığına ve bununla birlikte gerçek olmayan nedenlerle davete icabet etmediğine kanaat hasıl olmakla, 25 Eylül 1923 tarihli kanunun ikinci maddesine göre Türk ordusundan tardına oybirliği ile karar verildi” denilmektedir.

Tutanakları İnceleme Komisyonu Başkanlığı’na,
21 Kasım 1946
1) 1 Ağustos 1946 tarih ve emekli Yüzbaşı Zülfikar Akdal imzalı dilekçede, Zeki Rıza Sporel’in Milli Mücadele’nin başında baytar subayı olarak İstanbul’da bulunurken, vatan müdafaasına iştirak etmesi için Anadolu’ya gelmesi kendisine tebliğ edildiği, bu emri alan Zeki Rıza Sporel’in vazife başına koşacağı yerde, aksine olarak Milli Kuvvetleri arkadan vurmak üzere (Sadrazam) Damat Ferit’in teşkil ettiği kuvayi İnzibatiye’ye katıldığı, bu yüzden Harb Divanı’nca ordudan atılmasına karar verildiği, bir vatandaş için askerlik şerefinden mahrum edilmenin cezaların en büyüğü addolunması lazım geleceği ihbar edilmektedir.

2) 2 Ağustos 1946 tarih ve Mazhar Erkan imzalı dilekçede, Zeki Rıza Sporel’in baytar Üstteğmen iken, istiklal mücadelesi zamanındaki kabahatlerinden dolayı, 25 Eylül 1335 (1339/1923) tarihli kanunun ikinci maddesi mucibince nispeti askeriyesinin kat edilmiş olduğu bildirmekte, nispeti askeriye kat’ına mütaallik muamele, milletvekilliği sıfatı ile imtizaç edemeyeceği cihetiyle, seçim mazbatasının tasdik edilmemesi istenmektedir.

3) 4 Ağustos 1946 tarih ve Lütfi Sarı imzalı telgrafta, Zeki Rıza Sporel’in kurtuluş hareketimizin önderi olan Kuvayi Milliye aleyhinde muvazzaf baytar subay olduğu halde çalıştığından, (Bursa Askeri) Heyeti Mahsusası kararı ile ordudan tard edildiği, Zeki Rıza Sporel’in bu durumu itibariyle milletin en büyük Türk Milletini temsil yetkisi olmadığı bildirilmektedir.
Komisyonumuz huzurunda müdafaası alınan ve şifahen dinlenen Zeki Rıza Sporel, bu resmi davete icabet etmediğini ve sebep olarak rahatsız olan hemşiresini bırakacak bir kimse bulunmadığını, milli hareketin neticesinin taayyün etmesi için bir müddet daha beklemeyi muvafık bulduğunu beyan etmiştir.

Son derece ağır suçlamalar içeren Hazırlama Komisyonu Raporu üzerine, Tutanakları inceleme komisyonu, raporu meclis görüşmesine açıp açmamak kararını almak üzere toplanır.

İşte 2 Aralık 1946 tarihli toplantı sonucunda yayımlanan raporun karar bölümü:
Anayasamızın 12. maddesindeki kamu hizmetlerinden yasaklılığın milletvekilliğine seçilmeye mani olduğu kabul edilmiştir. Zeki Rıza Sporel ise, Mücadelei Milliyede hizmeti vataniyesini ifaya resmen davet edildiği ve kendisi de muvazzaf baytar subayı olduğu halde, bu davete icabet etmemiş ve bu sebeple 347 sayılı kanun gereğince nispeti askeriyesinin kat’ına karar verilmiştir.

Zeki Rıza Sporel’in bu hükümlülüğü af kanununun şümülünden dışarıda kalmış olduğundan, kendisi kamu hizmetlerinin bir kısmından yasaklıdır. Kendisinin bu durumu ise, milletvekili seçilmeye mani görüldüğünden, tutanağının kabul edilmemesi hususunun meclisin yüksek tasvibine sunulmasına oyçokluğu ile karar verilmiştir.


20 kişilik komisyonda sadece 4 üye karara muhalefet şerhi koymuştur.
İşte TBMM’nin 6 Aralık 1946 günü gerçekleştirdiği toplantının tutanak zabıtlarından bazı bölümler:
Kaynak:
TBMM Tutanak Dergisi
Birleşim: 13
Oturum: 1
6 Aralık 1946


Önce tutanakları inceleme komisyonu sözcüsü, Kırşehir milletvekili SAHİR KURUTLUOĞLU rapor hakkında açıklamalarda bulunur.
Ardından Kırşehir milletvekili REFİK KORALTAN kürsüye çıkarak, Zeki Rıza Sporel’in Milli Mücadele sırasında Anadolu’ya geçmek isteyen subayları koruyan ve onların Anadolu’ya geçmesine yardım eden M. M. Grubunun bir çalışanı olduğunu, M sıfır kod adıyla tanınan Miralay Esat Bey’in emrinde çalıştığını, bu görevini sürdürmenin memleket için daha hayırlı olduğunu düşündüğünden, Anadolu’dan gelen davete icabet etmediğini iddia eder. Miralay Esat Bey’in birkaç yıl önce öldüğünü, sağ olsa bu gerçeğe şehadet edeceğini ekler.
Refik Koraltan’ın ileri sürdüğü bu yeni iddialar üzerine bir çok milletvekili kürsüde söz almak ister. İşte o günün meclis tutanaklarından birkaç satır başı:

GENERAL EYÜP DURUKAN
HATAY MİLLETVEKİLİ
“Zeki (Rıza) Sporel’in Merkez Kumandanlığı’nın gizli hizmetlerinde ve Anadolu lehinde çalıştığını söylüyorlar. Milli Mücadele’nin sonunda Erkanı Harbiyei Umumiye Riyaseti, Gruplara emir verdi. ‘Milli Mücadele’de, Milli Mücadele için çalışan subay, askeri memur ve sivillerin isimlerini bildireceksiniz’ dedi.

Ben Anadolu Ordusu’na dahil olarak Felah Grubu’nun mühimmatın ve askeri fabrikalara aid tezgah, alet ve edavatın Anadolu’ya kaçırılması ile görevliydim. Erkanı Harbiyei Umumiye emir verdi. ‘Milli Mücadele’de Anadolu Ordusu’na dahil olarak çalışanların ve gizli vaziyette bulunanların isimlerini bir cetvel halinde bildiriniz’ dedi. Umumiye Riyaseti’ne takdim edildi. Hatta bugün dahi, tahmin ederim ki, arşivde mevcuttur.

Eğer bu arkadaş hizmet etmişse, hatta gizli olarak, yani ikinci veya üçüncü derecede hizmet eylemişse, mutlaka bu cetvellere isminin girmesi lazımdı. Çünkü Esat Paşanın maiyetinde Milli Mücadele’de gizli olarak çalışanların hiçbirisinin ismi unutulmamıştır. Farzımuhal olarak bu gibi hizmette bulunmuş ve ismi de cetvele girmemiş olsun, öyle farz edelim. Nihayet Bursa (Askeri) Heyeti Mahsusası’na çağrılmış ve gitmiş… Gittiği vakit, ‘Ben hastaydım’ yahut ‘Hemşirem hastaydı’ diyecek yerde, ‘Ben İstanbul’da Merkez Kumandanı Esat Bey’in maiyetinde gizli olarak çalıştım’ deseydi. Bu çalışan mesul arkadaşlardan soracaklardı. Bu suretle bu adam mahkum olmayacaktı. Çünkü bunun misalleri vardır.

Şu halde kendisinin böyle bir hizmeti olacağını zannetmem. Çünkü delil meydandadır. Verilen cetvellerdeki arkadaşlar hizmetlerine göre (Türkiye) B(üyük) M(illet) Meclisi’nce kimi takdirname ile, kimi İstiklal madalyası ile, kimisi terfi ile taltif edilmişlerdir. Binaenaleyh bu arkadaşın bunlar arasında ismi kat’iyen yoktur. Olsaydı, böyle mahkum olmasına imkan yoktu. Vatanın muhtaç olduğu bir zamanda lazım olan hizmeti yapmamak şerefsizliğine düşmemiş olurdu. Binaenaleyh hizmetleri hakkında söylenen şeylerin bence kat’iyen aslı esası yoktur.”

MUHİTTİN BAHA PARS
BURSA MİLLETVEKİLİ
“Milli Mücadele başladığı zaman burada 14 yaşındaki çocukların, kadınların yardımına muhtaç olduğumuz bir devir yaşıyorduk. 14 yaşındaki çocuklar yardım ediyordu. Böyle vazifesi vatanı kurtarmaktan ibaret bir askerin davete icabet etmemesi ne demektir? Size sorarım. Gelin memleket tehlikede; hayır memleket değil, bütün vatan ve bütün Türk milleti tehlikede… Bu başka harplere de benzemiyor. Lisanı hal ile Zeki (Rıza) Sporel’e söylenen bu, ‘gel bize yardım et; sana çok ihtiyacımız var’ cümlesi söylendiği zaman, ‘Hastayım, gelemem’ diyor. Bu arkadaş, şayanı teessürdür ki, bizim Komisyonda cevap verdiği zaman, ‘Ben hasta değildim, hemşirem hastaydı’ diyor. Burada ‘Hemşirem hastaydı’ diyor. Demek ki, pek de hakikate taalluk eder bir beyanat değil. Pekala biz mazereti de kabul ediyoruz. Gelemiyor… Zafer oluyor, herkes Anadolu’dan İstanbul’a sevinerek koşuyor, memleket kurtulmuş bulunuyor. Askerler terfiye mahzar olmuşlar. Hepsinin göğüslerinde kırmızı kurdelalarla birer şeref madalyası vardır. İstanbul’da bir arkadaş var, askerlikten matrut, bir ızdırab duymuyor; ‘Keşke ben de gideydim şu şerefli vazifede bulunaydım’ demiyor. Onu da bırakın, ‘askerlikten matrut olmak fena vaziyetinden kurtulayım, Ankara’da bir heyet teşekkül etmiş… Gideyim, masumiyetimi ispat edeyim; şu fena vaziyetten kurtulayım’. demesi lazım gelirken, onu da yapmıyor.

Efendim, bu arkadaş partide vazife almış… Efendim, bu arkadaş falan zatın teveccühünü kazanmış, şu zat ile resim çıkartmış… Efendim, bu arkadaş futbolda büyük muvaffakiyetler göstermiş… Bunları birbirine karıştırmak doğru değildir. Elini sıktığınız insanların içini biliyor muyuz? Herkes Zeki(Rıza) Sporel’in Milli Mücadeleye iştirak etmediği için askerlikten tard edildiğini bilebilir mi? Biliyor mu idi? Biliyor mu idik? Elbette hayır.”

DR. FAHRİ KURTULUŞ
RİZE MİLLETVEKİLİ
“Kendilerinde vatan için çekecekleri fedakarlıkların takatini bulamayanlar, Türkün bu saldırışı karşısında tutunamayacağını az mı iddia ettiler? Az mı insan bu mücadelenin boşluğunu söylemedi? Az mı münevver davamıza silah çekmedi?

Şimdi memleketin bir adama, Milli Mücadele’nin bir insana muhtaç olduğu bir zamanda, Zeki Rıza Sporel, ‘Kardeşim hasta, yanına bırakacağım kimsem yok, Milli Mücadele’nin ne şekil alacağını bilmiyorum, bunun için cepheye gitmedim’ demiştir.
Hukuk meseleleri hukukçuların payı olsun; fakat bir milli vicdan vardır, bir milli ahenk vardır, bir milli inanış vardır. Biz bu inanış içinde, her şeyi her an feda ederek, bu davayı müdafaa etmesini bilmezsek, bu topraklar bizim olamaz.

Milli Mücadele yıllarının karakteri, her şeyden üstün olan vatan içindir. Binaenaleyh askeri mesuliyet ve vazifesinin kutsiyetini bilmeyen bu arkadaşımıza şu misali hatırlatırım: 27 Ağustos 1927 (1922)’de emir alan merhum Albay Reşat, Çiğiltepesi’ni beş dakika geç aldığı için intihar etmiştir. Bu mukaddes vatan evladı, Zeki Rıza Sporel gibi o vazifeye gitmemeyi bilmez miydi? Halbuki beş dakika geç kaldığı için intihar etmiştir. Zeki Rıza (Sporel)’in bu milli heyet arasında bulunmasının ne dereceye kadar yeri vardır? İstiklal Şehitlerinin ruhu gelip, bunu bizden sormayacak mı?”

Söz alan Sinop Milletvekili SUPHİ BATUR ise, Zeki Rıza Sporel tarafından kaleme alınan bir mesajı okur:
“Ben bu vatanda milli şuurun ve kabiliyetin spor sahasında tecelli eden faaliyetlerine acizane iştirak etmiş ve karanlık günlerinde teselli kaynağı olmaya vesile olmuş, yabancı memleketlerde milli formayı senelerce şerefle sırtımda taşıyan ve kudretim dahilinde necip ve asil Türk milletinin yüzünü ak etmeye çalışmış olmakla mübahi bir vatandaşım.
Ruhumda ve kalbimde yegane yaşayan arzu ve gaye, bu millete faydalı olmak ve onun hayrına çalışmaktır. Genç yaşımdan beri bütün milletin gözleri önünde bütün safhaları apaçık geçmiş bir maziye ve hayata sahip bulunuyorum. Benimle yakından ve uzaktan münasebette bulunan herkes bilir ki, tek gayem bu memlekete saham dahilinde çalışıp faydalı olmaktan ibarettir.”

Kürsüde son sözü tutanakları inceleme komisyonu sözcüsü, Kırşehir milletvekili SAHİR KURUTLUOĞLU alır:
“Arkadaşımız (Zeki) Rıza Sporel Milli Mücadele senelerinde vatani vazifesini esnasında vaki olan davete sağlık nedenleri ileri sürerek icabet etmemiştir. Binaenaleyh Bursa’da teşekkül eden (Askeri) Heyeti Mahsusa kendisinden bu ciheti sormuş, o da sıhhi meseleyi ileri sürerek, bu işe icabet etmediğinden bahisle, buna cevap vermiş… Fakat (Bursa Askeri) Heyeti Mahsusa(sı), davete icabet etmediği zaman spor sahasında futbol oynamakla meşgul bulunduğunu tespit ederek, bu mazereti vatani vazifeyi yapmaya mani bir engel olarak yerinde bulmayarak, nispeti askeriyesinin kat’ına 25 Eylül 1339 (1923) tarihli kanunu mahsus mucibince karar vermiştir.”

Zaman zaman hararetli, zaman zaman duygusal konuşmaların yer aldığı görüşmeler sonucu Zeki Rıza Sporel’in milletvekiliğinin düşmesi yönündeki komisyon raporu oylamaya sunulur. Bu gün Fenerbahçe stadında ismi yazan Şükrü Saraçoğlu’nunda aralarında yer aldığı çoğunluk milletvekillerinin oylarıyla Zeki Rıza Sporel’in milletvekilliğine TBMM tarafından son verilir.

Heyeti Mahsusa kayıtları, TBMM Meclis Zabıtları bunları anlatıyor.
Yani tarihi belgeler bunları gösteriyor.

Yorum sizlerin...

İŞTE FENERBAHÇE'NİN RESMİ İNTERNET SİTESİNDEKİ FENERBAHÇE TARİHİ

fenerbahce.org

Kadıköy ve Fenerbahçesi;
İstanbul’un Kadıköy yakası; Allah’ın, yeryüzünü yaratırken kesinlikle ayrıcalıklı davrandığı bir eşsiz yöre... Tarihlerin henüz 1900 yılına ulaşmadığı İstanbul’da, Kalamış’ıyla

Fenerbahçe’siyle, Caddebostan’ı Suadiye’si Moda’sı ile adeta bir rüya beldesi... Göz alabildiğine bomboş arsalarla yemyeşil çayırlara sahip bu yörede, doğanın insanları spor yapmak için sanki teşvik ettiği yıllar...

Ve de, İstanbul’un silüeti deniz üzerinde uzaklardan perde perde yansıyıp dalgalanırken, Fenerbahçe Burnu’nda yanıp sönerek yol gösteren bir fener Türk sporuna önderlik edeceği bir kulübe sembol olmanın da gururu içinde, Adalar’a, Marmara’ya, daha da ötesi uzak yıllara doğru aynı şevkle ışık saçacağı günlerin özlemi ile çakıp durmaya başlamıştı sanki... Ve de Kadıköy, o dönemlerde en güzel semti olan Fenerbahçesi’nin bağrından çıkaracağı takımını önce yakınlara, sonra da yarınlara armağan edeceği günleri bekliyordu gayri...

Kuşdili Çayırında İlk Futbol Oyunu;
İlk futbol oyununun, bugünkü anlamıyla ilk kez 1823 yılında İngiltere’de oynanmaya başlamasının üzerinden neredeyse yıllar ve yıllar geçmişti. Nihayet tarihler 1890’lı yıllara ulaştığında, Moda’da oturan İngiliz’ler de bu keyifli spordan iyice etkilenmiş ve o yemyeşil arsaların bulunduğu Kadıköy’ün geniş alanlarında, futbolu oynamaya başlamışlardı. Seyri çok keyifli bu oyunun, çevredeki Türk gençlerinde de ilgi uyandıracağı ve de bu sporu onlara sevdireceği pek tabii idi ve hatta da kaçınılmazdı. Ama ne var ki, o sıralarda süren monarşi rejimi nedeniyle Müslüman Türkler için cemiyet kurmanın ve hatta mevcut cemiyetlere dahi üye olmanın yasak olmasından dolayı, Kadıköy Çayırlarında top koşturan İngiliz gençlere yine ancak Rum gençleri eşlik edebilmekteydi. Yine de, hemen her akşamüstü bilhassa Kuşdili Çayırında yapılan bu futbol maçları ya da antrenmanları, Kadıköy halkının büyük bir kesiminin ilgisini çekmekte, genellikle akşamüstleri zevk için de olsa oynanan bu futbol oyunu için, Kalamış’tan, Moda’dan, Kuyubaşı’ndan, ve hatta Haydarpaşa civarlarından gelecek öbek öbek halkı, gününe ve hava durumuna göre küçük ya da büyük kümeler halinde bu oyunu seyretmeye yöneltmekteydi. Kadıköy halkının ekserisi ikindi sularında ayaklanır, günlerden Cuma ve Pazar değilse yani Kurbağalıdere’nin kenarındaki salaş tiyatroda Komik Hasan’ın tuluat kumpanyası oynanmıyorsa Kuşdili Çayırı’na doğru yola koyulurlardı. Yok, eğer günlerden Cuma ya da Pazar ise de, Moda’ya doğru ya da şimdiki Fenerbahçe Stadyumu’nun bulunduğu Papazın Çayırı’na doğru yola koyulurlardı (*1). Omuzdaş kılıklı, burma bıyıklı tüylü tüysüz gençler, yanlarında boy boy çocuklarla hanım nineler ve de orta yaşlı hatunlar, Arap bacılar, ahretlikler, kahvede pineklemekten usanan efendi kişiler, burada çayırı çepeçevre kuşatır, kadınlar getirdikleri kilimleri yayarlar, erkeklerin kimi toprağa bağdaş kurar, kimi büyükçe bir taşa oturur, kimi ayakta dururdu. Sucusu, dondurmacısı, kağıt helvacısı, simitçisi, baloncusu, Eyüp oyuncakçısı velhasılı satıcıların her çeşidi burada arzı endam eyler, burayı adeta panayır yerinden farksız kılardı. Ortadaki saha olacak alanda ise, kapı gibi gövdeli, başları açık, renk renk gömleklerinin kolları sıvalı, göğüsleri fora, bacaklarından dizkapaklarına kadar şortlu bir alay adam soluk soluğa koşuşurlar, birbirlerine çarpıp çarpıp, alt alta üst üste mecelleşirler, güya da top oynarlardı. Oynanan bu futbollardan örnek alan bazı gençler, Kadıköy’ündeki arsalarda ya da geniş çayırlarda onlar gibi top oynamaya heveslenir, karman çorman bir biçimde, bir harradır bir gürradır gider, topa en çok vuranla onu en havalara yükselten erbab sayılırdı. Ne var ki bir süre sonra, bir başka deyişle 1900’lü yıllara iyice yaklaşılmasıyla birlikte, Moda’da oturan İngiliz gençlerinin artık modern futbolu oynamaya başlamaları ve dolayısıyla da oynadıkları futbolu daha seyredilir bir halde sunmaları, kendilerini hayran hayran seyreden Kadıköy’lü gençlerin yüreklerinde birtakım kıpırdanmalara sebep oluyor, onlar gibi organize bir takım kurma isteklerini ise, vazgeçilemez bir tutkuya dönüştürmeye başlıyordu.

Kadıköy Football Association ;
1890’lı yıllarda İstanbul Moda’da yaşayan İngiliz ailelerinden La Fontaine, Giraud, Whittall, Charnaud, Pears, Armitage aileleri Kadıköy ve Moda’nın çayırlarında kendi aralarında bu oyunu yeni yeni oynamaya başladıklarında, İzmir’de yaşayan İngiliz aileleri, Bornova çayırlarında bu oyunu çoktan oynamaya başlamışlardı bile (*2). Zira sosyal ve idari bakımdan payitaht İstanbul’a uzak ve rahat iki şehir olan Selanik ile İzmir, 1870’li yıllarda Osmanlı’nın futbol oyunu için ilk taraftar bulduğu toprakları oluyor, futbol oyunu o dönemlerde dini inançların da etkisi ile Müslüman Türkler arasında gelişemediğinden, böylece de Osmanlı toprakları üzerinde ilk defa gayrimüslim ve levanten (ülkede yerleşmiş bulunan yabancı uyruklu) vatandaşlar tarafından oynanıyordu.

Moda’da futbolla tanışan ilk ailelerin İstanbul’da İngiltere elçiliği personeli görevlileriyle aralarında yaptıkları maç rekabetini, 1894 yılında İzmir’de “Football Club Smyrne”nin kurulması ile birlikte İstanbul - İzmir rekabeti izlemeye başlıyordu (*3). İzmir’de futbolun öncülüğünü yapan James La Fontaine, 1889 yılında İstanbul’a yerleştiğinde, Kadıköy’de İngilizlerin futbol-rugby karışımı bir oyun oynadıklarını görmüş ve onlarla kısa zamanda dostluk kurarak, daha iyi bildiği futbol oyununu onlara kabul ettirmişti. Tarihler 1897 yılını gösterdiğinde, James La Fontaine ve arkadaşları Kadıköy yakasında ilk kez bir futbol takımı olarak Kadıköy Football Association adı altında toplanıyor, takımı oluşturan İngiliz, Rum, Ermeni gençleri, genelde İstanbul’a sefere gelen İngiliz gemicilerle oynadıkları oyunlarını Kadıköy’ün çayırlarında sürdürüyor, ve her akşamüstü (ilk bölümde geniş bir biçimde sunduğumuz) o kalabalık izleyici kitlesine de seyrettiriyorlardı. Bu müsabakalar halkın öylesine ilgisini çekmişti ki “Football Association” takımı, iki yıl içerisinde “İzmir Karması” ile karşılıklı olarak futbol maçları yapmaya yönelmişti.

“BLACK STOCKING FC” Kuruluyor ;
Ne var ki, Sultan 2. Abdülhamid’in padişahlığının sürdüğü o dönemde, mevcut monarşi rejiminin korunması amacıyla Türk gençlerinin dernek kurmaları yasaktı. Bu durum ise, yabancı ve azınlıkların top koşturdukları kendi topraklarında futbol oynamanın imkan ve zevkinden mahrum olan ve onların aralarına karışarak oynamak istedikleri bu cazip oyunu ancak gıpta ile seyretmekle yetinen Kadıköylü Müslüman Türk gençleri arasında, sadece üzüntü değil aynı zamanda tabii ki öfke ve hırs da uyandırıyordu. İşte her türlü tehlikeyi göze alan bu gençlerden, deniz öğrencisi Fuat Hüsnü (Kayacan), eski hariciyecilerden Reşat Danyal ve Mehmet Ali ile, Kuşdili’nde Papazın Çayırı adı verilen topraklarda meşin yuvarlağa vuruşlar yapan arkadaşları bu özlemin sona ermesini amaçlıyorlar, ve 1899 yılında da, devrin hafiye ve jurnalcilerinin dikkatlerinden kaçmak ve hışımlarından korunmak amacıyla bir İngiliz adı altında Black Stocking FC (Siyah Çoraplılar Futbol Kulübü) ‘nü kuruyorlardı. Ancak siyah çorap ve kırmızı üst formaları ile Türk gençlerinin oluşturduğu bu ilk Türk spor ve futbol topluluğu daha ilk maçlarında hafiyelerin baskınına uğruyor ve hemen dağıtılıyordu.

1899; Fenerbahçe’nin Gerçek Kuruluş Yılı
Burada dikkati çeken en önemli nokta; Fenerbahçe Spor Kulübü’nün Black Stocking FC ismi altında 1899 yılındaki bu ilk girişimindeki öncülük yapan gençler ile, ilerideki yıllarda kurulacak olan Kadıköy Futbol Kulübü (1902) ve Fenerbahçe Futbol Kulübü (1907) ismi altında toplanan gençlerin genelde aynı kişiler olacağıydı. Dolayısıyla FENERBAHÇE KULÜBÜ kuruluşunu gayri resmi olarak 1899 yılında gerçekleştirmiş, ne var ki iki kez kapatılmaları nedeni ile faaliyetlerine, ancak resmi kuruluş yılları olan 1907 yılında geçebilmişti. Görülen odur ki; Black Stocking F.C. ya da Kadıköy Futbol Kulübü isimleri, amaç karşısında birer araçtırlar (*4). Ayrıca İstanbul’da kurulan futbol kulüplerinin listeleri incelendiğinde de; Moda Futbol Kulübü (1896), Cadi-Keuy Football Club (1899) ve Imogen (1900) takımlarının İngiliz uyruklular tarafından, Elpis (1900) takımının Rumlar tarafından, Black Stocking (1899), Beşiktaş, Galatasaray ve Fenerbahçe kulüplerinin ise Osmanlı uyruklular tarafından kurulmuş oldukları da zaten görülmektedir.(*5)

KADIKÖY FUTBOL KULÜBÜ Kuruluşu
Ama yine de, aradan geçen birkaç yıl içinde aynı gençlerin bir bölümü, aralarına yeni katılanlarla beraber Kurbağalıdere Köprüsü’nün hemen yakınındaki (şimdiki stadyumun karsısında) Hurşit Ağa’nın kahvehanesinde muntazaman toplanıyor ve 1901 yılında da, bu kez isim de değiştirerek Kadıköy Futbol Kulübü ismindeki bir yeni takımı daha kurabilmenin çalışmalarını yapıyorlardı. Konu ile ilgili ayrıntılı bilgiye, yaşadığı yakın tarihi, yazılarında bütün ayrıntıları ile canlandıran üstad Sermet Muhtar Alus’un, 1951 senesinde Tarih Hazinesi Mecmuası’na yazdığı “Kadıköyü’nde İlk Futbol” isimli makalesinde rastlıyoruz ;

(Aslı gibidir) : “ Zamanın musiki üstadı Sine Kemani Nuri Bey’in anlatışına bakılırsa, futbola meraklı ilk Türk gençleri bir kulüp kurmağa, daha bir derli toplu birleşmeye karar vermişler. Çok geçmeden arzularını yerine getirmiş, elbiseyi de seçmişler; gömleğin göksü, yakası, kol kapakları beyaz, öbür tarafları kırmızı, pantolon keza beyaz. Kuşdili Papazın çayırlarında kendi aralarında maçlara girişmişler. Moda’daki İngilizlerden, Rumlardan mürekkep (oluşan) takımın derecesine erişmek, onları yenmek baş emelleri(en büyük arzuları). Eski cimnastikçi ve idmancılardan Sine Kemani Bay Nuri’nin rivayetine göre, ilk oynayanları sayalım: Kendisi(Nuri Bey), Emced Bey, Mehmet Ali ve kardeşi Neşet Beyler, Reşat Danyal Bey, Hafız Mustafa, Topçu zabiti Cevdet Bey, Eşref Bey, Hüsnü Paşa zade Bahriyeli Fuat Bey, Mekteb-i Sultani’li Daniş, Tahsin (Şair Tahsin Nahit) Bey, Sarı Şevki.

Haftalık Malumat Mecmuası sahibi Baba Tahir’in yevmi (günlük) Fransızca Servet Gazetesi, bu maçlara dair teşvik yollu bir yazı neşretmiş. Fırsatı kaçırmayan namlı hafiyyelerden (gizli görevli polis) biri, Sultan Hamid’e hemen jurnali(haberi) uçurmuş: “ Kadıköy gençleri, Veliahd- i Saltanat Reşat Efendi (Sultan Reşat)’nin himayesinde (korumasında) bir cemiyet teşkil eylemişlerdir (oluşturmuşlardır). Beray-i ubudiyet (kulunuz olarak), nazar-ı dikkat-i hümayunlarınızı celp ederim (padişahımın dikkatlerini çekerim). Ferman.”

Ve tabii ki, yine rejim ve futbolun haram sayılması nedeniyle dini baskılı, ancak daha sıkı hafiye baskısı sonucunda da zaptiye teşkilatının baskınıyla bu girişimler de yine engelleniyor ve Kadıköy’lü gençler bir kez daha dağıtılıyordu. Ne hazin bir kaderdir ki, Olimpiyatların Atina’daki açılış gününe rastlayan 6 Nisan 1896 tarihinde Tatavla (Kurtuluş)’da bir gurup Rum vatandaşımızın teşebbüsüyle “Tatavla - Heraklis Jimnastik Kulübü” şaşalı bir biçimde tabii ki de kurulurken(*6), ondan iki yıl sonra tamamen Türk gençlerinden oluşarak kurulmaya çalışılan “Kadıköy Futbol Kulübü” mevcut rejim nedeniyle hemen kapatılıyor, kurucuları ise sürgün edilmekten zor kurtuluyordu. Bu durum Türk sporunun kulüpler yolundaki gelişimini en az 5 yıl geciktirecek ve yurdumuzda futbol ağırlıklı sporun temeli de, yabancı egemenliği ve anlayışı ile atılacaktı (* 7).

İşte İstanbul’da, hem Pera yakasında hem de Kadıköy yakasında oturan ecnebi (levanten) ve gayrimüslim vatandaşlarımızın, törenlerle kurdukları ilk kulüplerinin yaşama hakkını elde etmelerine karşın, yine kalpleri spor aşkı ile çarpan Kadıköy’lü Türk gençlerimiz tarafından girişilen her iki cesurane teşebbüsün gerçekleşememesi, onların içindeki bu ateşi söndürmüyor, aksine, Kadıköy’de bir futbol kulübü kurmalarına hiçbir kuvvetin engel olamayacağı gerçeği ile, daha henüz ismi bile belli olmayan ve fakat ki Kadıköy’ün bağrından çıkacak ve gelecekte milyonlarca taraftara sahip olacak bir kulübü kurmaları için, sadece sayılı yılların kaldığını da sanki artık iyiden iyiye hissediyorlardı.

Kadıköy’de Kuruluşu Bekleyiş ; Güneş, 1900’lerle henüz tanışmış. İstanbul’un her semti aynı sıcaklıkta aynı cömertlikte aydınlanırken, Kadıköy yakasında gökyüzü hep puslu, sanki her dem kapalı gibi. Kuşdili Çayırı mahzun, Papazın Çayırı solgun gibi. Fenerbahçesi’nde bahçeler çiçeksiz, köşklerinde kanaryalar suskun, güllerle bülbülleri küs gibi... Zira, içleri spor aşkı ile yanan Türk gençlerinin Kadıköy’de kulüp kurma istekleri “saray”ca iki kez engellenmiş, levanten ve gayrimüslim vatandaşlarımızın aynı isteklerine aynı saraydan izin çıkarken, Kadıköylü gençlerimiz sarayın rejimine karşı iki kez yenilmiş gibi. İşte bu nedenledir ki, gayri tüm Kadıköy halkı suskun, biraz da yaralı, Kalamış’ta esen rüzgar bir mahzun, Fenerbahçesi’nde çakan “Beyaz Fener” bir mahzun gibi. İşte bu nedenledir ki ; galip, sanki bu yolda mağlup gibi...

Ve de deniz üzerinde İstanbul’un silüeti, karşı uzaklardan perde perde sahile akarken, “ışıksız FENER, çiçeksiz BAHÇE ” misali biçare yarımada, mahzun bir eda ile karşı sahilindeki sarayın ufuklarına doğru bakıp bakıp kuruluş izninin çıkması hayali içinde “ Bu memlekette bir gün sabah olursa Haluk. ” mısralarını yüreği yaralı fakat gönlü ümitle dolu bir şekilde sanki okur da, devlet kapusundan da medet bekler gibi...

İSTANBUL’DA İLK “FUTBOL LİGİ” GÜNLERİ
Evet, istibdat ; bir başka değişle o dönemki mevcut “ mutlak hakimiyet ” rejimi, yurdumuzda cemiyet kurmak ya da bu bünyede spor yapmak hakkını Türklere yasak etmekteydi. İşte sırf bu nedenle, Fuat Hüsnü (Kayacan) Bey ve tamamen Türk gençlerinden oluşan arkadaşlarının Fenerbahçe Spor Kulübü’müzü kurma teşebbüsleri, gerek 1899 yılında Türkçe isim vermeden bir İngiliz ismi altında kurmak istedikleri “Black Stocking F.C./Siyah Çoraplılar Futbol Kulübü” olsun, ve gerekse de 1902 yılında bu kez isim değiştirerek kurmak istedikleri “Kadıköy Futbol Kulübü” olsun, sarayca engellemişti. Bu durum ise, ülkemizde kurulan ilk spor kulüplerinin yabancılar ile gayrimüslimler tarafından oluşmasına sebep olacak(*8), Türk sporunun kulüpler yolundaki gelişimini ise en az 5 yıl geciktirerek, yurdumuzda futbol ağırlıklı sporun temelinin “yabancı egemenliği ve anlayışı” ile atılması neticesini doğuracaktı (*9).

Nitekim, Kadıköy Futbol Kulübü’nün mevcut bu rejim nedeniyle hemen kapatılarak dağıtılmasının ardından, 1902 senesinde James Lafontaine ile Horace Armitage isimli kişiler hemen hemen tamamı İngiliz’lerden oluşan “Cadıkeuy Football Club“; (Kadıköy Futbol Kulübü) isimli futbol takımını kuruyor ve kuruluşunun iznini de alıyordu (*10). Bunu, 1903 senesinde Moda’da oturan İngiliz gençlerin “Moda Football Clup”, 1904 senesinde de Kadıköylü Rum vatandaşların “Elpis(Ümit)Futbol Takımı”nı kurmaları izliyordu. Aynı yıl İngiliz elçilik gemisi “İmogene” nin de aynı isimde bir futbol takımı kurması üzerine, Türkiye’deki ilk lig organizasyonunu gerçekleştiren James La Fontaine, 1904 senesi sonbaharında “Constantinople Football Liege” ( İstanbul Futbol Ligi ) adı ile İstanbul’daki ilk futbol ligini kuruyordu. (*11)

Cadıkeuy (Kadıköy), Moda, Elpis ve İmogene takımlarının oluşturduğu ligdeki organizasyon olan “Pazar Ligi” ismi altında yapılan bu maçlar, bugünkü Fenerbahçe Stadının bulunduğu Papazın Çayırı’nda sürüyor ve halk tarafından da büyük bir ilgi ile takip ediliyordu. 1904 tarihindeki ilk Pazar Ligi şampiyonluğunu İmogene Takımı, 1905 yılındaki ikinci Pazar ligi şampiyonluğunu ise Cadıkeuy (Kadıköy) Futbol Takımı kazanıyordu. Tarihler 1905 yılını gösterirken , Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi) öğrencileri tarafından okulun çatısı altında kurulan Galatasaray Futbol Takımı, Kadıköy’deki Papazın Çayırı mevkiinde Kadıköy Frerler Mektebi (Saint Joseph) takımı ile maçlarına başlıyor ve 1906 yılından itibaren de İstanbul Futbol Ligine resmen katılıyordu.

1907, Resmi kuruluşa doğru
Gayri takvimlerin o en güzel yıl olan 1907 yılının ilk yapraklarını gösterdiği günler... Sultan 2. Abdülhamid Han, 33 yıllık saltanatının baskılı rejime dayalı son yılını yaşamakta olduğunun sanki farkında. Saltanatı ile uğraşanlarla boğuşmaktan futbol topu peşinde koşturanlarla uğraşmaya ayıracak pek fazla vakti ve de gönlü kalmadığından bu tür oluşumlara karşı uygulattığı baskıyı da, resmi de olmasa biraz gevşetmiş. Zaten gayri müslimler ile yabancılarca ortalama on yıldır oynanmakta olan futbol oyununa gözleri ve de gönülleri biraz da alışmış. Kadıköy yakasındaki Kördere Sahası ile Kuşdili Çayırı’nda, o ilk yıllarda göz açtırmayan top uçurtmayan saraylı hafiyelerden görünürde eser kalmamış, Türk gençleri, resmi formalı olmasa da buralarda sanki rahat rahat top koşturur bir halde. Gerçi, bir jimnastik kulübü olarak “Beşiktaş” ile, Fransız Mektebi Takımı hüviyetini arkasına almış bir futbol kulübü olarak “Galatasaray”, kuruluş faaliyetlerini İstanbul yakasında gerçekleştirebilmiş ama, karşı kıyı Kadıköy yakası o dönem için adeta bir başka belde, adeta İstanbul’a taşra...

Nihayet, artık bu yakada da beklenen günlerin yakınlığı hissedilmekte. Kadıköy yakasında da güneş bir başka parlak, bahçelerde çiçekler bir başka güzel açmakta. Fenerbahçesi’nde de kanaryalar bir başka ötüp, burundaki fener sanki bir başka parlak çakmakta. Zira, halkın içinden çıkacak ilk Türk kulübünün kuruluşu için kararın ve de onayının alınacağı çok önemli günlerin çoğu geçmiş, azı ise sanki artık gelmekte...

İşte, içinde bulundukları tarihin de desteğinden güç alan Kadıköy’lü gençlerden, Hariciye Nazırı Asım ve Server Paşa’ların torunu Londra Sefareti Başkatibi Nuri Bey’in oğlu Ziya(Songülen) Bey ile Harekat Ordusu Feriki (tümgeneral) Şevki Paşa’nın oğlu Ayetullah Bey ve de ünlü edebiyatçı Sami Paşazade Sezai Bey’in yeğeni Enver Necip (Okaner) Bey, Necip Bey’in Moda Başpınar sokak 3 numaralı evinin selamlık katında yaptıkları bir görüşme sonucunda kuracakları takımın ilk fikir harcını atıyorlardı. Gerekli olan parayı da finanse edecek olan dönemin zenginlerinden Saint Joseph mezunu Mühendis Nurizade Ziya Bey’e kulübün kurucu başkanlık şerefini, Osmanlı Bankası memurlarından Ayetullah Bey’e katiplik (sekreter) görevini, Bahriye Subayı Necip Bey’e de kaptanlık ve veznedarlık (sayman) görevini veriyorlardı.

Aynı görüşmede varılan fikir birliği ile de ; kuracakları kulübün adını oturdukları semtin güzelliğinden esinlenerek Fenerbahçe yapacaklar, amblemlerini Fenerbahçe Burnu’ndaki ışık saçan fenerden, formalarındaki renkleri ise Fenerbahçesi’ndeki ilkbaharın sevimli müjdecisi papatyaların kıskançlık ve temizlik sembolü olan renklerinden yani sarı ile beyazdan alacaklardı.

Ertesi gün “Baker Mağazası”ndan forma kumaşları alınıyor, Fener armalı kırtasiye malzemelerinin siparişleri veriliyor, ve de dönemin güya Futbol Federasyon Başkanlığı görevini üstlenmiş kişisi James Lafontaine ile yapılan bir sohbette de sanki kendisinden icabet alınıyordu. Artık kurulacak olan kulübün ismi, başkanı, amblemi ve formaları seçilmiş, mesele sadece formaları giyerek bu ismi tescil ettirecek 11 Türk gencinin bir araya getirilmesine kalmıştı. Bu konuda da en mühim rolü St. Joseph Mektebi Türkçe Öğretmeni Enver ( Yetiker ) Bey üstleniyordu.

“Fenerbahçe Futbol Takımı”nın ilk kadrosu kuruluyor ;
Güneş bu defa, o en güzel yıl olan 1907 senesi ilkbaharının serince bir Pazar gününü aydınlatıyor ve Fenerbahçe semti de bu kez, ismini yıllarca şerefle temsil edecek olan bir kulübün ilk temsilcilerinin ilk kalabalık gövde gösterisine sahne oluyordu. O gün, Kadıköy’ündeki Kuşdili Çayırı’nda İngiliz ve Rum takımları arasında oynanan bir futbol maçını seyrettikten sonra St. Joseph Mektebi talebelerinden oluşan bir grup, Moda İskelesi’nden sandallara biniyor ve koyun karşı kıyısında randevu mahalleri olan Fenerbahçesi’ne geçiyorlardı. Nuri zade Ziya (Songülen)Bey ve Ayetullah Bey ile Sami Paşa zade Sezai Bey’in yeğeni Bahriye zabiti Necip(Okaner)Bey, Hintli lakaplı Mühendis Asaf (Beşpınar) Bey ve S.Joseph Mektebi Türkçe öğretmeni Enver (Yetiker) Bey isimli gençler, burada daha evvel gelmiş olan Hasan ve Hüseyin(Dalaklı), Galip (Kulaksızoğlu), Nasuhi Esat(Baydar), Yanya’lı Şevkati, Elkatipzade Mustafa ve kardeşi Hamdan, Çerkes Sabri, Hayrullah, Hakkı Saffet (Tarı),Hasan Sami(Kocamemi) Bey’ler ile buluşuyorlardı(*12).

Çoğunluğunun, yakında kurulacak oldukları takımın ilk oyuncularını teşkil edecek olan bu gençler için o gün, Ziya Bey’in İngiltere’den getirttiği; önü ve kolları düğmeli olan sarı beyaz yollu bol formaları, lacivert şort pantolonları ve sarı löverli yün çorapları ile, Fenerbahçe’nin çayırlarında ilk antrenmanlarını yapacakları gündü. Kısa zamanda çevrenin futbola kabiliyetli gençlerini de kendi etrafında toplayan bu kulüp, bugün için büyük bir kıymet ifade eden ilk kadrosunu, olası olarak; Hintli Asaf – Necip , Ziya – Hasan, Hassan, Sabri – Nasuhi , Şevkati , Galip , Hüseyin , Hayrullah terkibinde (*13), ya da ; Asaf – Ziya , Sami – Ayetullah , Mazhar , Necip – Fethi , Galip , Hüseyin , Hasan , Nevzat şeklinde oluşturuyordu (*14).

Başta da değindiğimiz üzere, Fenerbahçe Spor Kulübü’nün Black Stocking FC ismi altında 1899 yılındaki ilk girişiminde öncülüğünü yaptığı gençler ile, Kadıköy Futbol Kulübü (1902) ve ilerideki yıllarda kurulacak olan Fenerbahçe Futbol Kulübü (1907) ismi altında toplanan gençler, aslında yıllardır aynı ideali sürdüren hep aynı kişilerdi. Ama ne var ki iki kez kapatılmaları, yasal faaliyetlerine ancak resmi kuruluş yılları olan 1907 yılında geçebilmelerine olanak kılmıştı. Bir başka deyişle; Black Stocking F.C. ile, aynı amacı ve kaderi paylaşan Kadıköy Futbol Kulübü’nün isimleri, “Fenerbahçe Spor Kulübü”nün kuruluşu yolunda “amaç karşısında birer araçtı “(*15). Israrla tekrar ettiğimiz bu durum karşısında, 1940 yılında yapmış oldukları haklı bir tüzük değişikliği ile kuruluş senelerini 1909 senesinden 1903 senesine aldıran Beşiktaş Kulübü’nün ( Bereket Jimnastik Kulübü) de gerçekleştirdiği gibi, Fenerbahçe Spor Kulübümüz olarak tüzüklerimize geçirmemiz ve de yazılı bir deklarasyonla kamuya ilan edip düzeltmemiz gereken gecikmiş gerçek odur ki; Fenerbahçe Spor Kulübünün kurulduğu yıl 1899’dur.

Kuruluşu Tescil Olunan İlk Türk Kulübü; Fenerbahçe
Nihayet, 23 Temmuz 1908 tarihinde İkinci Meşrutiyetin ilanını takiben, yurtta dernek ve kulüp kurma hakları herkese resmen tanınıyor, böylece, Ziya, Ayetullah, Necip ve Enver Bey’lerin önderliğinde kurulmuş bu yeni kulüp tescil edilerek, Fenerbahçe’ye, cemiyetler kanununa göre kuruluşu resmen tescil olunan ilk Türk kulübü olmak şerefi kazandırılıyordu (*16). Kulübün ilk kurucu üyelikleri ise ; 1) Ziya ( Songülen ), 2) Ayetullah Bey, 3) Necip ( Okaner), 4) Galip ( Kulaksızoğlu), 5) Hassan Sami (Kocamemi), 6) Asaf ( Beşpınar) şeklinde başlıyor (*17) ve olası diğer üyelikler de; 7)Enver (Yetiker), 8) Şevkati (Hulusi Bey), 9) Fuat Hüsnü (Kayacan), 10) Hamit Hüsnü ( Kayacan) 11) Nasuhi (Baydar),... isimleriyle devam ederek sıralanıyordu. Konu ile ilgili olarak; ömrünü adadığı “Fenerbahçe Kulübü Tarihi” konusunda, özellikle arşiv ve bilgi toplamada en zorlandığımız kuruluş yılları dönemleri ile ilgili en güvenilir araştırmaları gerçekleştirmiş olan merhum yazar Dr. Rüştü Dağlaroğlu’na ait (eski Türkçe ile yazılmış notları şu an deşifre çalışmaları yapan oğlu Sayın Müzdat Dağlaroğlu’nun arşivinde) Fenerbahçe tarihine ışık tutmakta olan not defterindeki tarihi notlar arasında ; “kulübün 1939 Nizamnamesinde ilk 30 kurucu üyenin isminin sıralandığı, ne var ki, kurucu olan ilk 6 üye arasında yer alması gereken Hassan Sami (Kocamemi)’nin bile bu listede isminin bulunmayışının, kendisini listenin doğruluğu hakkında haklı olarak kuşkuya düşürdüğü ifadesi” de ayrıca belirtilmektedir.

İstanbul Şampiyonluğu Ligi ;
1908 yılında ilan edilen 2. Meşrutiyetin ilanı ile tanınan dernek kurma serbestliği sonucunda İstanbul’da kurulan Türk kulüplerinin sayısı çığ gibi artıyor, Anadolu, Beykoz, Vefa Futbol Kulüpleri de, sırf 1908 senesinde resmen kurulup tescil edilen Türk kulüpleri arasında yerini alıyordu. Kısa zamanda Türk kulüplerinin sayılarındaki bu artış ise, İstanbul’da yeni bir ligin kurulması ihtiyacını doğuruyor, bu nedenle de o dönemlerde ülkede resmi tatil günü olan Cuma günleri oynanacak bir lig olan, Cuma Ligi adıyla yeni bir lig kuruluyordu.

Takımların sayılarının hızla artmasıyla, İstanbul’da futbol alanlarının sayısı da çoğalmaya başlamıştı. Anadolu yakasında; Kadıköy’deki Kuşdili Çayırı, şimdiki stadın bulunduğu yerdeki Papazın Çayırı, Yoğurtçu Deresi yanındaki Altınordu’nun Kördere Çayırı, Dereağzı’nda Kemikçi Çayırı, Baklatarlası, İbrahimağa sahası ile, Rumeli yakasında; Taksim, Talimhane, Bakırköy, Baruthane, Karagümrük, Çukurbostan, Süleymaniye, Güzelbahçe, Beyazıt Harbiye Nezareti sahaları, ve de Boğaz’ın Anadolu kesiminde ise; Anadoluhisarı, Küçüksu Er Meydanı , Beykoz Ortaçeşme sahaları mevcut sahalara eklenmişti (*18) .

Kuruluşu 1908 yılında resmen tescil olunan Fenerbahçe Spor Kulübü, sarı beyaz olan renklerini 1909 sonbaharında sarı laciverte çevirmiş (*19) , 1909 -1910 sezonuyla birlikte de İstanbul Futbol Ligine Galatasaray’dan sonra katılan ikinci Türk takımı olmuştu. İşte, dünyanın en hırslı ilk 5 derbisinden biri olan Fenerbahçe – Galatasaray kulüpleri arasındaki ezeli rekabet, ilk defa 17 Ocak 1909 tarihinde Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi ) öğrencilerinin takımı ile, yeni kurulmuş bir semt takımı maçı şeklinde başlamış (*20), ve bu tarihten itibaren de o dönemlerdeki İstanbul futbolundaki şampiyonluklar genelde bu iki Türk takımı arasında paylaşılarak, Türk futbolunun artık bir varlık olarak ortaya çıkması sonucunu doğurmuştu.

Kuşdili Spor Kulübü’nün Bünyeye Katılması ;
Fenerbahçe, “İstanbul Şampiyonluğu Ligi”ne ilk kez katıldığı 1909 – 1910 sezonunda beşinci oluyordu. 1910 yılı liginin başlamasına kısa bir süre kala da kulüpten ayrılmalar ve mali zorluklar nedeniyle, Üsküdar Kulübü ile birleşmesi gündeme gelmişti. 1910 senesi Eylülünde, Koço’nun Mühürdar Gazinosu’nda yapılan müşterek toplantı sonucunda, gerçekleştirilmesi istenen Üsküdar - Fenerbahçe Kulübü teklifi, üyeler tarafından kabul görmedi. Buna karşılık, Kuşdili Kulübü Başkanı iken Fenerbahçe’ye katılan Elkatip Zade Mustafa Bey, Kuşdili Kulübü’nü Fenerbahçe’ye katmayı başardı ve bu başarısıyla da Fenerbahçe’yi çok zor günlerinde güçlendiren, geleceğini aydınlatarak güven altına alan ve takımı yücelten kişi olarak kulüp tarihine geçti.


 

 

 

 

 

 

 

İlk Namağlup Şampiyonluk ;
Kadrosunu yeni gençlerle geliştiren ve güçlendiren bu Fenerbahçe 1911- 1912 liginde hiç yenilmeden şampiyon oluyordu. Bu şampiyonluğun en önemli yönü ise, Fenerbahçe’nin bu şampiyonluğu ile İngiliz ve Rum takımlarının şampiyonluklarının tamamen sona ermesi ve bu tarihten itibaren de Türk futbolunda şampiyonlukların artık Türk takımlarının olmasıydı. Bu şampiyonluk, kulübün itibarını bir anda yükseltip imkanlarını da arttırmıştı. İlk iş olarak Altıyol’da bir kulüp lokali kiralandı, lokalin açılışı ise üye sayısının çoğalmasına sebep oldu. Bu arada futbol dışında diğer spor dallarında da faaliyet gösterilmesine başlandığından, aynı yıl Fenerbahçe Futbol Kulübü adı , Fenerbahçe Spor Kulübü’ne dönüştürüyordu (*21).

Fenerbahçe’nin ilk rozeti;

Fenerbahçe Kulübü’nün ilk amblemi, Fenerbahçe burnundaki ışık saçan beyaz feneri, renkleri ise sarı ile beyaz olmuştu. Ancak, kulüp mensupları bunu tatminkar bulmadıkları gibi, anlam bakımından da içinde bulunulan monarşi rejimini tehdit edici sayılacağı endişesi ile kısa sürede iptal etti. 1910 yılında Fenerbahçeliler arasında resim çizmede maharetiyle tanınan futbolcu solaçık Hikmet (Topuz)’in çizdiği (bugünkü) amblem ise herkesin beğenisini kazandı ve kabul edilerek bugünlere kadar da ulaştı. İşte “sarı ve lacivert” ağırlık içinde olmak üzere 5 renkten oluşan amblem ve şu anlamları taşımaktaydı(*22) ; “FENERBAHÇE SPOR KULUBÜ 1907' yazılı beyaz yuvarlak çerçeve, temizlik ve açık yüreklilik ifadesiydi. Kırmızı fon ise, safiyet ve Fenerbahçeliler arasındaki sevgi ve bağlılığı belirtirken bu arada bayrağımızı da sembolize etmekte, ortadaki sarı renk Fenerbahçe için duyulan gıpta ve kıskançlığı, kalp şeklindeki lacivert renk asaleti temsil etmekteydi. Sarı lacivert renkler içinde yükselen palamut dalı Fenerbahçelilik güç ve kudretini sembolize etmekte, yeşil renk ise yükselen bu kudret için başarının gerekli olduğunu açıklamaktaydı. Böylece “milli renkler arasında doğan Fenerbahçe”nin, sarı ile lacivert renkler beraberindeki bu amblemi üyelerce de kabul gördüğünden, klişesi İngiltere’ye Manchester şehrine yollanmış ve Fenerbahçe Spor Kulübü’nün bugünkü rozeti olarak ilk kez 1910 yılında yaptırılmıştı. Rozet; 1929 yılından itibaren üzerindeki eski Türkçe harfleri yeni Türkçe harflere bırakmış ve manada önemli etki yapmayacak ufak tefek değişikliklerle de günümüze kadar aynı şekli muhafaza ederek gelmiştir.

İstanbul’da İşgal Yılları ; İstanbul halkı 16 Mart 1920 sabahı uyandığında gözlerine inanamamıştı. Zira şehrin üzerine kapkara bulutlar çökmüş, bir gece içinde koca şehir işgal ordularınca adeta askeri bir kampa çevrilmişti. Dünyayı sarsmış, imparatorluklar yıkmış ve on milyon insanın ölümüne sebep olup o hiç bitmeyecek sanılan “Harb-i Umumi” diye anılan “1. Dünya Savaşı”, Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilmesi ile son bulmuş, mütareke ile birlikte de galip itilaf devletleri mağlup Osmanlı’nın başkenti İstanbul’u işgal etmişlerdi. Zırhlı araçlar cadde başlarını tutarken, sokakları dünyanın her yanından gelmiş her renkten ve her dinden askerler sarmış, Harbiye, karakollar, kaymakamlıklar, subay mahfelleri , vesair tüm makamlar işgal ordularınca işgal edilmişti. İşgal üniformalı itilaf ordusu askerleri, sosyal yaşantı içinde her fırsatta halkı manevi baskı altında ezerken, tramvayda trende ya da vapurda bile kendileri daima birinci mevkide oturup, biletli Türk vatandaşlarını vagonların sahanlıklarında vapurların ise ikinci mevkilerinde seyahat ettirir, kendilerine ayrılmış bölümlere boş da olsa kimseyi sokmaz, yolcuların bilet kontrollerini bile kendileri, üstelik alaycı bir tavır içinde ve ağır hakaretler altında yaparlardı(*23). Evet, İstanbul artık o eski İstanbul değildi. Acı günler gelip çatmış, herkes üzgün, herkes kendi vatanında sürgün gibiydi. İşgalcilerle birlikte yaşamak zorunda olan talihsiz İstanbul halkına, o güne kadar yaşadıkları, ne gıdasızlık, ne susuzluk, ne elektrik kesintileri, ne de hiçbir şey, “İşgal İstanbul’u ”na tanıklık etmek kadar onlara acı vermemişti. İşte bütün bu olumsuz şartlar altında halkın morali için mutlak bir desteğe ihtiyacı vardı ki, işte bu ihtiyaç duyduğu güç, ona kendi öz bağrından çıkarttığı takımı tarafından “Fenerbahçe”si tarafından verilecekti.

İşgal yıllarındaki gurur; Fenerbahçe
Mütareke döneminde (1918 - 1921) işgal kuvvetlerine mensup özellikle İngiliz ve Fransız askeri takımlarıyla yapılan futbol maçları, İstanbul’daki futbol heyecanını ve futbola olan ilgiyi doruk noktasına çıkaran olgu oluyor, Türk takımları işgalci ekiplerle 5 yılda 50’sini Fenerbahçe’nin oynadığı toplam 80 maç yapıyor , işgal kuvvetleri takımlarına karşı kazanılan galibiyetler ise Türk takımlarını gönüllerde yüceltiyordu. Bu nedenle futbol İstanbul’da büyük kitleleri kendine çekerken, Türk takımlarının özellikle de Fenerbahçe’nin, başta General Harrington Kupası (29 Haziran 1923) olmak üzere işgal kuvvetleri takımları karşısında elde ettikleri tüm galibiyetler, İstanbul halkının intikam duyguları içindeki milli duygularını şahlandıran ve yaralı gönüllerine teselli veren yegane olay haline dönüşüyordu.

Mütarekenin karanlık yıllarında işgal kuvvetlerine mensup takımlarını her hafta birbiri peşi sıra futbol sahalarında yenerek milletin rencide olmuş gururunu okşayan Fenerbahçe tüm halkın sevgilisi haline geliyor, zamanla da milli mücadelenin ve milliyetçi karşı çıkışın adeta İstanbul şubesi halini alıyordu. Onlar, cephelere gönderdikleri futbolcuları misali Çanakkale’de yaptıkları müdafaanın(*24) bir örneğini de sanki Taksim’in Taşkışla sahasında gösteriyor, yaptıkları toplu hücumlarda ise sanki kısa bir süre sonra Kocatepe’den verecekleri milli taarruzdaki şahlanışımızın provasını veriyorlardı. Bu şevk ve iman içinde mütareke ve işgal İstanbul’unda Türk futbolu denince ilk akla gelen Kadıköy’ün Fenerbahçe’si oluyor, cepheden gelen her yeni zafer İstanbul’luların moralini yükseltirken, Fenerbahçe takımı da aldığı galibiyetlerle halkın başını dik tutmasını sağlıyordu. 1910’lu yıllarda en fazla iki bin kişinin izlediği Fenerbahçe, 1919 -1920 yıllarında 6-7 bin kişinin hınca hınç doldurduğu tribünlere oynuyor, bir zamanların ürkek mahcup yapılan tezahüratları, artık açık açık, yüksek sesle hep bir ağızdan dile getiriliyordu; “Ya ya ya ,şa şa şa, Fenerbahçe çok yaşa, Türkiye Türkiye çok yaşa...”.

Artık iş futbol oyunu halinden çıkmış, vatanın asıl sahipleri ile işgalcilerin hesaplaşması şekline dönüşmüştü. Fenerbahçe takımı artık “Kuvai Milliye” ruhunun halk içindeki sembolü olmuştu. Bunun birinci sebebi işgal takımları ile oynadıkları toplam 50 maçtan ikisi hariç hiç yenilmeyip 41 maçta galip gelmeleriydi ki Altınordu ve Galatasaray takımları ne yazık ki bu başarıyı gösterememişlerdi. İkinci sebebi ise, “Anadolu Harekatı”nın başında olan Mustafa Kemal’in “Fenerbahçeli” olarak bilinmesiydi.(*25)

 

 

 

 

 

 

 

 

Atatürk ve “Fenerbahçe”si;
Fenerbahçe’nin müttefiklerle mücadelesi sadece yeşil sahalarla da sınırlı kalmayacak, Cihan Harbi’nde vatana feda ettikleri diğer sporcuları gibi, futbolcularının büyük bir bölümünü yine işgal yıllarında İstanbul’dan Anadolu’ya silah aktarılmasında etkin bir rol oynatarak vatanının ihtiyaç duyduğu konuda hayatlarını budaktan esirgemeyeceklerdi. “ İttihad ve Terakki’nin bir kolu olduğu ” ithamı ile işgal kuvvetlerinin devamlı olarak bastırması sonucunda kulübün kapatılma çalışılmaları ortamına rağmen, yurdun düşmandan kurtulması yolunda üstlendiği tarihi misyonu en ulvi bir biçimde yerine getirerek, bir başka idealde de yarınlara örnek olacak olan Fenerbahçe Spor Kulübü, aydınların, işgal yıllarının acılı şehit ailelerinin, hulasa Türk ulusunun şeref ve cesaret duygularının yurda adeta armağanı oluyordu. İşte bu nedenledir ki ulu önderimiz Mustafa Kemal Paşa, 1918 yılında ilk spor kulübü olarak Fenerbahçe Spor Kulübü’nü ziyaret ediyor ve de kulüp şeref defterinin nezdinde de, tarihin altın sayfalarına da şu mısraları geçiyordu; “ Fenerbahçe Kulübünün her tarafta mazhar-ı takdir olmuş (takdirle şereflendirilmiş) bulunan asar-ı mesaisini(yaptığı üstün çalışmaları) işitmiş ve bu kulübü ziyaret ve erbab-ı himmetini (üstün hizmet veren kişileri) tebrik etmeyi vazife edinmiştim. Bu vazifenin ifası (yerine getirilişi) ancak bugün müyesser (mümkün) olabilmiştir. Takdirat (takdirlerimi) ve tebrikatımı (tebriklerimi) buraya kayt ile (kaydetmekten dolayı) mübahiyim ( mutluyum).

3. 5 . 1334 (1918). Ordu Kumandanı
(Yıldırım Orduları Gurup Kumandanı) : MK (İmza)


Kulüp binası yangını ve yurdun Fenerbahçe sevgisi;
Türkiye’de ilk defa çeşitli spor şubeleri açan kulüp olma ünvanına sahip olan Fenerbahçe, 1913 yılında tanzim olunan ikinci nizamname ile atletizm, kürek, yüzme, atlama, yelken, patinaj, tenis, çayır hokeyi, boks, kriket gibi spor dallarıyla da meşgul oluyor, yıllar içinde de futboldan başka, masa tenisi, eskrim, jimnastik, avcılık, su kayağı, atlama, bilardo, salon futbolu, otomobil, atıcılık, sutopu, bisiklet,halter, güreş, basketbol,izcilik,patenli hokey, voleybol, vs, gibi toplam 25 spor şubesi içeren 35 spor dalında sayısız başarılara imza atıyordu.

Büyük milletinin muazzam sevgisiyle nurlanan ve kucaklanan Fenerbahçe, muhtelif branşlarda devamlı hamlelerle bu artan sevgiye hak kazanırken, kuruluşunun 25. yılında 5/6 Haziran 1932 gecesi vukuu bulan hain bir yangın, koca bir varlığın kupalarından üye kayıt ve maç defterlerini de içeren belgelerine kadar gelmiş geçmiş bütün maddi eser ve izlerini siliyordu. Fenerbahçe’nin uğradığı felaket bütün yurtta bomba etkisi yapıyor, Fenerbahçe Kulübü İdare Heyeti’nin, üzerinde henüz dumanları tüten kulübün enkazı karşısında, gazete ve radyolara aynen aşağıdaki sözler ile verdiği tebligat ise yürekleri dağlıyordu (*26) ;
“ Sevgili yuvamız, 25 senelik spor hayatımızda elde ettiğimiz şeref ve galibiyet, hatıraları ile birlikte yanmıştır. Bugün, maddi spor vesaitimizden de tamamen mahrum kalmış bulunuyoruz. Yek değerlerimize karşı sarsılmaz itimat, muhabbet (sevgi) ve tesanüt (dayanışma) havası içinde, yıllarca süren müşterek emeklerimizin muhassalasının (elde edilmiş sonucunun) enkazı karşısında derin bir teessür (üzüntü) duymamak kabil değildir. Mahvolan manevi kıymetlerin maattessüf (ne yazık ki) tamiri imkansızdır. Şu kadar ki, 25 senedir kazandığımız muvaffakiyetlerin hatıralarını kalbimizde daha büyük bir vecd (heyecan) içinde yaşatmak, bu hatıraları Fenerbahçe gençliğine kitap halinde hediye etmek gene mümkündür. Hatta ilk vazifelerimizden biridir. Kupalarımız, bayraklarımız yanmıştır. Fakat yüreğimizdeki hatıralar canlılığını kaybetmeyecektir. Başta Ulu Gazimiz olmak üzere; kulübümüzün mesaisini takdir eden kıymetli yazıları taşıyan hatıra defterimiz kül olmuştur(**). Fakat bizim emeklerimizi takdir etmiş olan büyük şeflerimiz, memleketini seven memleketin idealine candan bağlı, çalışkan, tesanüt (dayanışma) ve muhabbet(sevgi) çerçevesi içinde Türk gençliğini gene himaye edeceklerdir. Hayatın mütemadi bir mücadele olduğunu, mücadelesiz, ızdırapsız, elemsiz, hayatta gerek ferd ve gerek millet itibariyle muvaffak olmak imkanı olmayacağını Türk gençliğine hatırlatan Büyük Gazinin nasihatleri bu elemli günlerimizde, bizim için en büyük teselli ve kuvvet membaı olacaktır. Fenerbahçelileri, kulübümüzün maruz kaldığı felaket nispetinde büyük olan vazifeye davet ediyoruz. “

Felaketin hemen ertesi günü Türkiye’nin o zamanki en büyük gazetesi “Cumhuriyet” ve ardından da “Milliyet” gazetelerinin “Fenerbahçe’ye Yardım” ismi altında başlattıkları kampanyalara teberruda bulunmak üzere bütün memleket adeta yarışa giriyor, yeni kulüp binası inşası ve beraberinde de kulüp sahasının satın alınmasına katkı amacıyla yapılan ilk bağışı ise, 19 Haziran 1932 tarihinde İş Bankası eliyle 500 TL. göndermek suretiyle yine Atatürk yapıyordu(*27). Aynı amaçla tertiplenen 14 Temmuz 1933 keşideli Fenerbahçe Eşya Piyangosu’ndan elde edilen 17 bin TL. hasılat da, yine bu ilk tahta stadımızın yapılmasında kullanılıyordu.

 

(**) Bu yangında kül olduğu zannedilen ve içinde kulüp ile ilgili 1914 senesinden itibaren tutulmuş şeref kayıtlarını içeren meşhur maroken kaplı hatıra defteri ise, 7 Nisan 1944 tarihinde, onu enkaz arasında bularak alan ve saklayan meçhul bir şahıs tarafından, kulübümüz üyesi (merhum) Gazeteci Kenan Onan Bey’in Vatan Matbaası’ndaki masasının üzerine, 12 yıl sonra tekrar Fenerbahçe Kulübü’ne iade edilmek üzere bırakılıyor (*28) ve böylece Atatürk’ün “kulübümüze o meşhur ithafının” da içinde bulunduğu bu büyük hazineye, önce tarihimiz ve sonra da kulüp müzemiz yıllar sonra tekrar kavuşuyordu.

 

Stat mülkiyetine sahip ilk spor kulübü; Fenerbahçe
1923 senesinde Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın kurulmasıyla Türk sporuna yeni bir yön veriliyor, bu tarihten sonra ise Fenerbahçe’de büyük bir kalkınma görülüyordu. O,

YORUMLAR 1
  • cenk cenk 7 yıl önce Şikayet Et
    kıskançlığınızdan çatlayacaksınız... Cumhuriyete, Atatürk e bağlı olan ne varsa karalama, iftira atma münafıklığı içindesiniz
    Cevapla

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR