Abdulhamit Güler
Abdulhamit Güler
HABER7 YAZARI
TÜM YAZILARI

Çanakkale: Yolun Sonu

GİRİŞ 24.03.2013 GÜNCELLEME 24.03.2013 YAZARLAR

Sinema endüstrisini ayakta tutacak yapımların beslendiği membaların başında tarih gelir. Öylesine geniş bir alandır ki tarih, içinden hikaye çıkaramamak büyük bir maharettir.

Lakin tarihin tozlu sayfalarında öyle yaşanmışlıklar vardır ki, büyük resmi kocaman vaatlerle, şatafatlı görsellerle beyaz perdeye çıkarma endişesi arasında kaybolup gidebilir.

İhtimal olarak dile getirdiğim durum, sinemamızın farkında olmadığı bir hastalık. Bu hastalığın teşhisini en güzel şekilde Çanakkale Savaşı'nı konu alan filmlerde görüyoruz.

Neredeyse bütün Çanakkale filmleri aynı hikayeyi ele alır. Hepsinde Seyid Onbaşı 250 kiloluk mermiyi omuzlar, hepsinde Mustafa Kemal tam merkezdedir ve her şey O'nun sayesinde olmuştur, hepsinde İngiliz donanmasının o devasa gemileri top atışıyla batar...

İyi de, Çanakkale bu noktalardan ibaret mi?

Ve tarihi/epik film yapmak, sadece bu hikaye etrafında dönüp aynı şeyleri filme almak mıdır?

Elbette her iki sorunun cevabı da aynı; hayır...

'Ben daha iyi yaparım' iddiasıyla yola çıkarak daha iyi iş yapılmaz.

Evet, aynı şeyi daha iyi yapmak söz konusu olabilir. Bugüne kadar yapılanları beğenmezsiniz ve siz Çanakkale Destanı'nın hak ettiği filmi yapmak için yola çıkarsınız. Fakat bunu yapmak zaten çok zor. O halde neden hep aynı vasatın etrafında dolaşılıyor.

Bu satırları yazmanın sebebi, 'Çanakkale: Yolun Sonu' filmi...

Ancak film, mevzubahis çerçevede olumlu bir yaklaşım sergilediği için yazıya böyle girdim.

Son bir sene içindeki 3. Çanakkale filmi olan 'Çanakkale: Yolun Sonu', 'genel hastalık'tan kendini kurtaran bir hikaye ile karşımıza çıkıyor.

I. Dünya Savaşı'nın en çetin cephelerinden olan Çanakkale'de işgalci güçler aylardır devam ettirdikleri kuşatmadan bir sonuç elde edememiştir. Anzak güçleri, -daha sonra kendi isimleriyle anılacak olan Anzak Koyu'nda- mağlup edilmişlerdir. İçinde Muhsin ve Hasan kardeşlerin de yer aldığı Hilal-i Ahmer Cemiyeti'ne (Kızılay) mensup destek birliği zorlu bir yol sonrası cepheye ulaşır.

Buraya kadar hemen her şey bildiğimiz hikayelerle aynıdır. Tam da buradan sonra bir 'keskin nişancı' mücadelesi eklenir, senaryoya. Okuma yazması dahi olmayan Muhsin attığını vuran avcıdır. Geceleri rakip mevzilerin yakınına sızıp tek seferde 5-6 işgalci askeri yere serer. Bu önlenemez düşmana karşı ise İngilizler aynı yolu seçer ve en çok güvendikleri keskin nişancıyı getirirler. Filmin 'çatışma' unsurlarından biri bu olur.

Sonra senaryoya bir farklılık daha eklenir ve 'cephaneyi yok etme' vazifesi vuku bulur. Tahmin edeceğiniz üzere görev Muhsin'indir. Zor da olsa Muhsin gider, işi başarır. Tabi ki bunu yaparken yan hikayeler de mevcuttur; varla yok arası bir aşk, yetim kardeşin öksüz kalan evladının da yetim kalması ve cephede Osmanlı üniformasıyla gayrimüslim azınlığın 'hayatını kaybetmesi' gibi...

Filmde Mustafa Kemal'i sadece 2-3 saniye görüyoruz. Bütün bir savaşın yegane kahramanı olmasa da kritik kararları ile savaşa yön verir. Bu bile filme ayrı bir hava katmış.

Resmi tarihe teslim olmadan (öyle bir endişesi de bulunmadan), bir yerlere mesaj verme derdinde olmadan, sadece ve sadece destanı yazanlara hakkını verecek derecede 'lokal' hikayelerin yan yana dizilmesiyle senaryo edilen film, bu yanıyla takdir edilecek bir şeyi hayata geçirmiş.

(Esasında bunu ilk yapan Sinan Çetin'di. 'Çanakkale Çocukları'nda çok daha 'lokal' bir hikaye konu edilmiş, ancak fazla deneysel yaklaşımı ve üslubu ile ilgi görmemişti.)

'Çanakkale: Yolun Sonu'nun bu olumlu unsurunun olmasının yanında eleştirilecek tarafı da yok değil.

Evvela, oyunculuklar büyük oranda kötü. Başroldeki Gürkan Uygun ve biraz da Fikret Yıldırım Urağ ile Umut Kurt dışındaki oyunculuklar yetersizdi. Hele Berrak Tüzünataç'ın oyunculuğu -kelimenin tam manasıyla- sırıtmış. Yönetmenin oyun verme konusunda sıkıntısı olduğu da aşikar.

Sinematografik olarak ise film standardın üzerinde. Başarılı çatışma sahneleri olmakla beraber -figüranların oyunculuklarına da bağlı olarak- yetersiz planlar da mevcut. Animasyonlar ise akranlarına nazaran başarılı sayılır.

Ancak bütün olarak film dili ve sinematografi büyük şeyler vaat etmiyor. Türkiye şartlarında bir gişe eseri olarak başarılı diyebiliriz.

Diğer taraftan vurgulamak istediğim bir nokta daha var...

İlk hafta gişe verilerine bakılacak olursa film, yapımcısını güldürmeyecek. Zira 36 milyon TL harcanarak perdeye çıktığı ifade edilen filmin ilk haftasında bilet satış rakamları 263 bin civarında. 397 salonda gösterilen ve hayli yüksek tanıtım bütçesine sahip olan bir film için bu veri düşük. Şu halde film -sürpriz olmazsa- 1.5 milyonu bulamayacak.

Ve son bir senede perdeye çıkan 3 Çanakkale filminin toplam gişesi 2.5 milyon sınırını aşamayacak ('Çanakkale Çocukları' 200 bin, 'Çanakkale 1915' 900 bin izlendi). Fetih 1453'ün 6.5 milyon izlendiğini düşündüğümüzde de, 3 Çanakkale filminin 1 İstanbul'un Fethi etmediği de gözler önüne seriliyor.

Uzun bir mevzu olmakla beraber bu tablonun sebeplerini kısaca vurgulamak isterim. Öncelikle Çanakkale Savaşı, belgeseller ve televizyon filmleriyle uzun senelerdir işlendi, 'eskitildi'. İzleyici, onlarca senedir ekranda gördüğü filmi ayrıca beyaz perdede görmeyi yeterince çekici bulmadı. Ve elbette teknik olarak üst düzey işler yapılamadığı için de filmler 'kendi reklamları'nı yapamadı.

Bütün bu tablo içinde görünen de şu ki; tarihi/epik film yapma noktasında daha çok yol almamız lazım. Lakin yolu kısaltmanın yolu -tekniği iyi kullanmaktan önce- hikayeyi çekici kılmaktan geçiyor.

YORUMLAR İLK YORUM YAPAN SEN OL