3S, 1 mesele... Sanat/sansür/sınır; sinema
Star gazetesi sinema yazarı İhsan Kabil'in, '!f İstanbul' festivalini eleştirmesi ile başlayan tartışma çok manidar bir noktaya geldi. Kabil'i eleştiren Uğur Vardan, son yazısında 'sansür mü istiyorsunuz' demeye getirmiş. Tam da burada 'sansür ne' sorusu gündeme geliyor. Sonrasındaysa 'ne derece uygulanır', 'sınırı nedir', 'sınırı kim belirler' soruları da peşisıra diziliveriyor, zihnimize.
İşte burası önemli. Asıl şimdi mesele doğru bir seyre girdi. Tam da tartışmamız ve adını koymamız gereken konu bu; sansür.
Etimolojik kökenine girerek, uzun uzadıya süslü laflar sıralayarak konuyu izah etmek mümkün. Ancak en baştan şunu söylemek gerekir ki; 'kısıtlama' söz konusu olduğunda devreye 'doğrular' girer. Ve doğru, en kadim 'göreceli' ifadedir. Kimsenin doğrusu kimseye uymaz. Uydurmaya çalışmaksa nafile çabadan başka bir şey olmaz.
Peki bize ne düşüyor?
Vazifemiz; doğru olarak kabul ettiğimiz prensiplerimiz doğrultusunda ortaya bir fikir koymak ve meseleleri de bunlar üzerinden değerlendirmek.
Bu minval üzere 'sansür', teknik olarak 'kısıtlama' olmakla beraber, daha ötede 'yol alma hali'nin şeklî boyutudur.
Her insan hayatını belli 'snırlar' dahilinde ikame eder. 'Benim sınırım yok' deme gafletine düşen bir insan bile, kendini, 'sınırsızlık dediği sınır'ın içine hapsetmiş olur.
Ve sanata uyarlandığı takdirde sınır, 'sezgiyi ortaya çıkaran yol haritası'ndan başka bir şey değildir. Sanatı sezgiden, duygudan, histen gayrı görmeyen biri olarak 'sanatsal sınır'ın yol haritası olma hali ile 'arayış' ve 'yol alış'ımı sürdürüyorum. Bir sanat adamının 'ilerleyişi' de 'yol haritası' bağlamında olur.
Bu belki bir 'sansür tanımı' oldu. Göreceliliğinin farkındayım. Fakat sanatın kendisi göreceliliktir. Hiçbir sanat eseri beğenilmek için yapılmaz, zira beğeni görecelidir. 'İçten gelen bir hal' olarak sanatsal sezgi/his/duygu, sanat adamının yol haritasını çizer.
Sinemacıyı bu tanımların neresine koyacağım konusunda aklımın herhangi bir yerinde zerrece şüphe yok. Çünkü sinema sanattır...
Buradaki asıl mesele 'sınırları kimin belirleyeceği' noktası. 'Sansüre hayır' diye bağıranların bile sanat alanına dair 'sınırlı düşünceleri' vardır. Bütün kavga aslında 'sınırları çizme yetkisi'nin paylaşımından geçiyor.
Ülkemizde sınırları, 'toprağından kopuk' yaşayanlar belirler. Kendi zihninin sınırlarını, 'başka insanlar'ın, 'başka hayatları'nın, 'başka tarifleri' ile çizer. Böyle olunca da çizilen sınır, alan oluşturan değil, alan daraltan mahiyete evrilir.
Olayı somuta indirgeyip çok 'yakın' bir yerden örnek vereyim...
Dünyada sansür denince akla gelen ilk ülkelerden biri İran'dır. Sebepleri malum. Sanat ve sinema alanına da bu 'sansürcü' tarz yansıyor. Fakat İranlı sinemacılar için 'sansür' denen bu menen şey öyle bir fırsat olmuş ki, yepyeni zihni alanlar açılmış. Bugün dünyada İran Sineması diye bir gerçeklik varsa, emin olun -yegane sebebi olmasa da- en önemli sebebi 'sansür'dür.
Zihni alan açılımına sebebiyet veren bu 'sınırlama' hali ile sanatkar, somuta mahpus uygulama alanının çok ötesine geçerek 'aşkın' etkiye sahip yepyeni, tam 'oradan', tam 'yerine' ulaşan bir sanat alanına eser ürettiler.
Tam burada tartışılan konuya bağlamak gerekirse...
Festivallerin kapsamı, filmlerin mahiyeti, sanat eserinin icra şekli, tamamen kişisel tercih meselesidir. Ülkemizde sanat eserleri ve festival kapsamı kurallar dahilinde 'özgürlüğe' sahiptir. Fakat burası olayın en basit noktasıdır. 'Türkiye Cumhuriyeti şöyle şöyle bir yer, burada şöyle şöyle yaşarız, o insanlar da şöyle şölye, böyle böyle yapabilirler' tarzı yaklaşım, 'olanı söylemek' basitliğinden öteye geçemez. 'Olması gerekeni' söylemek ağır bir yüktür. Sanat alanında kalem oynatan insanlarımız ya korktuğundan ya da farkında olmadığından bu yükün altına giremiyor.
'Bu ağır yükün hamalı' olma yolunda çaba sarfeden 'sınırlı' biri olarak mevzuu şöyle bağlayabilirim:
Doğrusu olanın, sınırı vardır; sınırı olanın sanatı vardır; sanatı olanın tek maksadıysa doğrusunu aramaktır...
Lanet olsun adamım, bu nası' film!
Televizyonun sinemaya neden tam manasıyla rakip olamadığının bir göstergesi olarak, televizyondan/internetten sinemaya uyarlanan eserleri gösterebiliriz.
'Patlak Sokaklar Gerzomat', tam da buna örnek gösterilecek bir fim.
'Kendiyle dalga geçme' şeklinde tanımlanan bu tarzın dünyaca ünlü temsilcisi 'ZAZ Grubu'*.
Hollywood kaynaklı bu tarz 'skeçlerin birleştiği', 'absürd komedi', 'ters mizah', 'saçma durumlar'la kendini gösteriyor.
Açıkçası çok iyi bir komedi izleyicisi değilim. En azından Hollywood kaynaklı komedinin meraklısı sayılmam. Fakat bir sinema eseri olarak bu filmi ve mizah anlayışı belli seviyede olan biri olarak da komedi konulu bir yapıtı ele alma gereği duydum.
Bir defa, daha başta ifade ettiğim gibi; 'transfer' olan 'Patlak Sokaklar Gerzomat', yeni alanının gereklerini yerine getirememiş. İnternetteki uygulamanın birbiri ardına eklemlenmiş halinin 'bütün olma çabası' ile perdeye çıkarıldığı görülen film, zaman zaman güldürmeyi başarsa da genel olarak 'kendini tekrar eden' manzaraya sahip.
Bir şey anlatmak değil, 'daha çok güldürmek' kaygısını o denli açık ediyor ki, sığındığı birkaç şeklî espri ile meseleyi kotarmayı deniyor.
Filmin galasına birlikte gittiğimiz 'cemaat' ile gerçekten gülebildiğimiz dört espri saydık. Geri kalan kısımsa yer yer izleyiciyi aptal yerine koyan, yer yer Amerikanvari komedi tarzına sığınan ve genelde de 'Amerikan filmlerinin dublaj çevirisindeki gülmeceler'e mahpus dakikalar olarak seyir haznemize yazıldı.
Recep İvedik'te de gördüğümüz üzre, telelevizyonda/internette skeçler halinde 'tutan' komedi yapımları, beyaz perdeye uyarlandığı takdirde başarılı olamıyor. Çünkü skeci sinemaya aktaran ekip, kendi eserleriyle birlikte televizyondan/internetten sinemaya transfer oluyor. Yani sinemaya uyarlanması, sinemacılar eliyle olmuyor.
Ve sonuç; kendi içinde patlayan patlak bir tarz...
Televizyonun 'aptal kutusu' olarak nitelenmesinin üzerinden onlarca yıl geçmişken, filmin 'olmayan mesajı'nın bu temelde yükseltilmeye çalışılması da, daha baştan yapılan hatalardan biri.
Netice-i kelam:
Bu film belli oranda gişe yapar. Beğenenler de çıkar (ki, kelle felli sinema yazarları arasında 'top 10' listesine alanlar olmuş). Fakat ne espri yaklaşımı olarak ne de bir sinema eseri olarak 'başarılı' diyemeyeceğim.
Filmin kendini tanımlaması şöyle:
İntikam yemini etmiş hapishane kaçkını Black Jack (Volkan Öge) , sinyalleri TV programlarına karışınca insanları aptala çeviren Gerzomat adlı makineyi ele geçirir… Ancak Gerzomat’ı kullanması için kaçık profesör Mary Jane’e (Doğa Rutkay) ihtiyacı vardır… Cengaver polislerimiz John Lemmon (Tansu Tunçel) , Billy Billy (Ömür Cedimağar) ve polis merkezinin güzel yıldızı, polis memuru Jennifer (Selin Demiratar), Mary Jane’i korumakla görevlendirilirler. Ancak işler hiç de umdukları gibi gitmez. John ve Billy, şehirden bunalmış bir Ayı’nın (Bildiğimiz Ayı) vicdanıyla baş başa kalmışken, Black Jack, Profesör Mary Jane’i kaçırır ve makineyi çalıştırmayı başarır. Kısa sürede tüm halkta aptallık belirtileri baş gösterir. Olaya el koyan karabasan federaller, zeka pırıltısı General (Bülent Serttaş) ve polis şefi agresif Peter’la (Kubilay Tunçer) Black Jack’i durdurmanın yollarını ararlarken, cengaver polisler John ve Billy ise çıldırmış bir halde Black Jack ile kedi fare oyununa başlamışlardır… Black Jack, bu yarattığı aptallıklarla dolu dünyada sonsuza dek eğlenebilecek mi? John ve Billy normal hayatı sirke çeviren bu aptallık fırtınasının önüne geçebilecekler mi? Absürtten fırlamış bu renkli dünyayı pek seveceksiniz…
* ZAZ Komedi Grubu
Parodi filmleri ile tanınan ABD'li üç yönetmen ve oyuncudan oluşan grup. Jim Abrahams ile David ve Jerry Zucker kardeşler yer alıyor. Soyadlarını başharfleri (Zucker, Abrahams ve Zucker=ZAZ) ile anılıyor. 'Çıplak Silah', 'Hot Shots!' ve ' Scary Movie' serileriyle tanınıyorlar.
Abdulhamit Güler - Haber7
abdulhamitguler@gmail.com