'Kutsal'ı yok sayarak neyi kutsallaştırıyoruz!
Bir şeylere karşı olmak, her şeylere karşı olmak sonucunu doğuruyorsa, bir şey değil, belki de her şey yanlıştır.
Militarizm, şiddet tutkusu, zulüm ve faşizm, insan olma özelliğini kaybetmemiş herkesin karşı durması gereken durumlardır. Ve evet, bu özelliğini -çeşitli sebeplerle- kaybeden veya örten çok kişi de var dünyada. Öyle olmasa her daim kan akmaz.
Lakin, Kötünün kötülüğünün kaynağını, kötünün dilinden dinlediğinle anlamlandırmaya çalışırsan, kötüye iyilik, iyiye kötülük yaparsın.
Kötü, hayatın en güzel kavramını alıp kendi emelleri için kullanıyor olabilir. Bu, kullanılan kavramın/kuramın/teorinin kötü olduğu manasına gelmez. Aksine, kötünün, kötülüğü için iyiyi kullandığının göstergesidir.
Bu pencereden bakarak Çanakkale'nin Çocukları filmi için şunu söylemeliyim ki; Sinan Çetin (filmin hikayesini, senaryosunu yazan ve yöneten kişi olarak), kötüde gördüğü dilsel çamuru, dile değil, kavrama yükleyip, kirli gördüğü kavram üzerinden kendi teorisini üretmeye çalışmış.
Filmin ana fikri şu; savaş kötüdür!
Fikrin teorisini ortaya koyan tezlerin durduğu yer, 'antikavram' noktası.
Karşı durulan kavramlarsa 'şehitlik', 'vatan', 'uğruna ölmek', 'kahraman'...
Evet, bugün savaşan her taraf kavramları aynen kullanıyor. Her cephenin ölüsü şehit, her şehit kahraman, her kahraman da vatan evladı...
Teknik olarak mesele bu.
Peki ama, 'doğru' ne!
Sinan Çetin'in sormadan, doğrudan altını çizme yolunu seçtiği şekilde olmasa da herkes 'doğru'nun peşinde. Çetin, doğruyu bulmuş ve anlatıyor. Ancak, O'nun gibi düşünmeyenler de 'doğru' uğruna 'onun gibi davranmıyor'.
'Doğru'yu anlatma iddiasında olan, kavramın göreceliliğinin de farkındadır herhalde.
Ve insan, "doğrularını ifade etmek ve hayata geçirmek adına kavramsallaştıran bir hayvan" ise, "kavramları var etmek için 'var olduğunu göstermek zorunda olan' bir hayvan" olarak da meselenin peşi geliyorsa, 'savaşın lüzumsuzluğu' savını nereye oturtacağız.
Böylesine ciddi bir sorgulama ile yazı başladı ve devam ediyor. Çünkü Sinan Çetin, 'başarısız' bir sorgulama eseri ile karşımıza çıkmış. Ve sorgularken de 'itham' etmeyi ihmal etmemiş.
Öyle 'bu toprağın çocuğu', 'destan', 'kahraman atam' gibi yaklaşımlara sahip biri değilim. Sinan Çetin'in teorisini ortaya koyduğu şeyi (savaş olmasın) temenni olarak desteklesem de, temenniyi kurala devşirip, hiçbir kutsalı kabul etmeden kuramsallaştırma çabasına destek vermem mümkün değil.
Benim kutsalım, bana, Sinan Çetin'in 'söylemeye çalıştığını' zaten söylüyor.
Fakat 'gerçek'ten de öte 'hakikat'i göz önünde bulundurarak, her türlü duruma karşı takınacağım tavrı da işaret ediyor.
Kimilerinin her şart altında 'vahşet' olarak nitelendirdiği 'savaş' veya minimal düzlemde 'şiddet', bazen, varlık sebebi olur.
İnsan, insanlığın kuralını çiğnesin diye, insan için yaratılmıştır.
Bu hakikati görmezden gelip 'savaşın her türlüsü vahşettir' demek, gözlerini gerçeğe kapamış insanın 'yanlış okuması' değilse, kafası karışık birinin toptancı yaklaşımının hatalı ifadesidir.
Yazdıklarımdan 'savaş iyidir' sonucunu çıkaran da olabilir. 'Onlar'a da peşinen yazayım; savaş karşıtıyım, ölene acırım, hiçbir ölen için 'etkisiz hale getirildi' demem.
Fakat 'kutsal'ını koruma adına, var olma ve var etme adına, bir yöntem olarak 'savaşmak zorunda kalındığında' bundan kaçılmaması gerektiğini de düşünüyorum.
Bu bir çelişki değil, 'kutsal'a sahip olma özgürlüğüne ulaşabilmenin tarifidir.
Hele hele, 'anne' olgusunu kutsallaştırarak bir takım kutsalları yok saymak, ironik bir durum.
'Mahiyet' açısından tamamen havada kalan Çanakkale'nin Çocukları'nın sinematografik değerlendirmesine gelecek olursak...
Reklamcı kimliği çok ağır basan Sinan Çetin, filmlerinde bu yanından bir türlü kurtulamıyor. Bazen avantaj olan özellik (Bay E, Kağıt ve Romantik'teki gibi), Çanakkale'nin Çocukları'nda dezavantaj olmuş.
Bunun da ötesinde, büyük oranda 'bindirme' kullanılan filmde, bu sahnelerin neredeyse tamamı sırıtmış.
Oyunculuklar büyük oranda 'tiyatral' kalmış. Hatta neredeyse 'müsamere' kıvamında. Ve böylesine güçlü bir kadrodan bu 'güçsüzlüğü' çıkarmak aslında ayrı bir başarı. Başrolda eşi Rebekka Haas Çetin'i oynatan Sinan Çetin acaba pişman olmuş mudur? Olmadıysa, 'gözü tamamen kapalı' demektir.
Tarz olarak merkez sinemadan uzak, konvansiyonel aletleri kullanmayan Sinan Çetin, senaryo hususunda çok başarılı olamadığını Çanakkale'nin Çocukları'nda belli ediyor. Belki bu filme özel bir durum.
'Nev-i üslubuna münhasır' bir eser olarak nitelendirebileceğimiz film, kendi içinde çelişkilerle dolu. Bir sanat filmi edasıyla, bağımsız sinema argümanlarıyla işlenen kodlar, özellikle dış ses sayesinde seviyeyi yerlere indiriyor.
Sinemada, mesajı senaryoya ve görüntüye bırakmazsanız, ille de diyalogla verirseniz, elinizde kalan, 'söylemeden anlatamayan' bir dil olur. Çanakkale'nin Çocukları tam da bu tuzağa düşmüş.
Böylesine farklılık iddiasında olan bir eserin, bu denli klişelere mahkum olduğuna çok nadir rastlanır.
İroni, absürtlük, sürrealizm, farklılık vs... Hiçbiri Çanakkale'nin Çocukları'nı anlatmaya yetmiyor.
Netice olarak benim dile dökmeme gerek kalmayacak şeyleri filmi izlediğim salondaki bir şahıs, film arasında telefonla konuştuğu kişiye şu sözlerle iletti: Kesinlikle gitmeyin filme çok soğuk, anlamsız.
Kısa Hikaye:
Çanakkale Çocukları, bir annenin çocuklarını savaştan alma çabasını anlatıyor. Bir anne rüyasında iki oğlunun Çanakkale savaşında birbirini öldürdüğünü görür. Üstelik biri İngiliz diğeri Osmanlı siperindedir. Bunu kocası Kasım Bey'le paylaştığında kocası onun delirdiğini düşünür. Ancak evlatlarının tehlikede olduğunu hisseden annenin durmaya niyeti yoktur…
Bir annenin yüreğindeki sesin peşine takılarak çıktığı bu yolculuk Çanakkale Savaşı'nın kanlı meydanlarına kadar onu sürükleyecektir… İki ayrı cephede iki düşman kardeş… Bir anne onları kurtarabilir mi?
Abdulhamit Güler - Haber 7
abdulhamitguler@gmail.com
twitter: @_hayirlisi_
http://www.facebook.com/ahg13