Gündemin Kalabalığında Unutulan İstanbul
Dünya üzerinde bazı şehirler vardır insanın içine işler. Üzerine basmak ve yaşamak değil içine çekmek ister. İşte İstanbul tam olarak böyle bir şehir.
Napolyon Bonabart İstanbul için şöyle der;
Dünya tek bir devlet olsa bu devletin şüphesiz başkenti “İstanbul” olurdu
Yahu Dünyada kaç şehir üç imparatorluğa başkentlik yaptı.ya da kaç şehrin içinden göl, dere, nehir değil koca bir deniz geçer? Elbette ve tabi ki; İstanbul
İstanbul bir sultanlar şehri yahut şehirlerin sultanı. O güzide şehrin, o mübarek Belde-i Tayyibe’nin fethinde bulunanlara, fethi mübinden sonra da o Dersaadet’te oturanlara ne mutlu…
Eskiler “şerefü’l mekân bi’l mekin” demişler. Bir beldenin kıymet ve şerefi orada oturanlara bağlı. Yüzlerce yıl bu tarihi beldeye ne kadar çok mübarek insan şeref katmış. Taa Eba Eyüb El Ensari Hazretleri’nden Akşemseddin Hazretleri’ne Sultan Fatih’ten nice sahibül seyf ve kalem sultanına kadar…
Peki şimdi bu tarihi kahramanlar nerede? Ve daha mühim bir soru bu kadar şanlı kahramanın ayak basarak şereflendirdiği, Allah resulünün o muazzam hadisine mazhar olan o şehir acaba bugün bizim gördüğümüz şehir mi;
Bu konuda üstadlardan biri olan merhum Abdulbaki Gölpınarlı’nın “Dün Bugün” isimli o müthiş yazısını hatırlamanın sanırım zamanı geldi. Diyor ki dün ile bugünkü İstanbul’u mukayese ederek üstad;
İstanbul’da Dün Bugün;
Bir çeşit gidiş vardı,. bir çeşit dosta gidiş: Yanları açık, tek yahut çift atlı sayfiye arabasına kurulurdunuz. Yanınızda torununuz, ön tarafta damat bey... yaya bir saatte varılacak yola, sağı-solu seyrede ede yarım saatte varırdınız. Siz arabaya binerken arabacı yerinden iner, “Dur!” dediniz mi, gene hemen yerinden atlar, önünü kavuşturur, hizmete amade bir hal alır; gerekirse tutunmanız için “elini” değil, “kolunu” uzatır; parasını alınca da “teşekkürler” eder, “hayırlar” dilerdi...
Bir çeşit gidiş vardı... Bir çeşit söz söyleyiş: Kadına “hanımefendi” denirdi; erkeğe “beyefendi”...Yaşlıca ve sakallı zata “efendi hazretleri”... Erkeğe “paşam” diyenler bulunurdu ve bunlar ekalliyetlerdi; yani azınlıklar. Arabadan inen, “hayırlı işler” dilerdi arabacıya... Arabadan inene “güle güle” derdi arabacı...
Bir çeşit vapur yolculuğu vardı.. Bir çeşit dostluk: Aynı semtte oturanlar, aynı yola gidenler buluşurlardı vapurda. Hemen herkesin oturduğu yer belliydi. Yerden temennâlar... İçten iltifâtlar... Hal hatır soruş... Biraz belki “riya” da vardı... Bir çeşit iltifat: Oğul sorulurken, “mahdum, beyefendi” denirdi. Oğuldan söz edilirken, “mahdum bendeniz”... Babaya “peder” denirdi, anneye “valide”... Kızdan “kerime cariyeniz” diye söz edilirdi. “Peder duacınız” denirdi babadan bahsedilirken... Ve muhatap her sözü bir estağfurullah’la karşılardı. Gidilirken babanın eli öpülürdü, annenin eli... Ve duaları alınırdı. Küçükler öpülürdü. Yaştaşlarla görüşülürdü. Evde kalanların gönülleri hoş olurdu... Gidenler kutlulukla, sevinçle giderlerdi...
Ezan, namaz kılmayana bile bir “ruh sûkunu”ydu... bir müzik vakfesi... Bir huşu anı... Sabah salâsı “dilkeş-i haveran”dan, ezanı “saba”dan... Öğle, ikindi, yatsı ezanları önce hazırlanmış makamlardandı. Akşam ezanının ise bambaşka bir ahengi, bambaşka bir okunuş tarzı vardı...
Mahalle kahvesinin bir çeşit vazifesi vardı. Bir çeşit içtimai toplantı yeriydi orası. Her sabah işine giden oraya uğrardı... Herkes birbiriyle bir kez daha görüşürdü. Hasta yoksulun iyaline, kimsesiz kadının haline orada çare aranır, bulunurdu. Doktor yollanırdı... İlaç alınırdı... Kömür gönderilirdi... Para toplanırdı. Bunlar yollanır, gönderilirken de; yollayanlar, gönderenler söylenmez, yardım olduğu bildirilmezdi; “Akrabanızdan biri göndermiş...” denirdi, “adını söylemedi”...
Bir çeşit yaşayış vardı. Bir çeşit huzur ve sükûn: Sabah ezanında kalkılır... Kuşlukta işe gidilir... Gün batarken ya mahalleye uğranır ya eve dönülür; fakat yatsıdan sonra uyunurdu. Geç kalan genç, “terliksiz” çıkardı odasına... Kimseyi uyandırmazdı...
Bir çeşit hayır dileyiş vardı... bir çeşit gönül alış: İnşaatta çalışan, yol kazan, odun kesen, kol gücüyle bir iş gören kişiye rastlanınca, “kolay gelsin” denirdi. Bu söze muhatap olan, bir an işini bırakır, memnun olur, “eyvallah” der, yeni bir güçle işe başlardı...
Bir çeşit aşinalık vardı... Bir tarz kardeşlik: Yolda, kıble yönünden gelen davranır, rastladığına selâm verirdi; sıra onundu. Ve büyük küçüğe; yaşlı, gence; atlı, yayaya “ilk selâm veren”di. Selâm; verilen tarzdan daha da güzel bir tarzda alınır... Bu rastlantı hayra yorulur... Her iki yolcu da ferahlı, kutlu, yoluna devam ederdi...
Bir çeşit yola çıkış vardı... Bir çeşit yola yöneliş: Evden, el-yüz öpülerek ayrılanın ardından su dökülürdü... “Su gibi git, su gibi gel; engel tanıma; rastlarsan su gibi aş.” demekti bu. Arabaya binen yolculara, şehrin sınırlarını aşınca önce arabacı “Uğurlar olsun.” derdi. Bunu duyanlar, “Uğurum Hakk’a olsun.” sözüyle karşılık verirler, birbirlerine de “Uğurlar olsun.”derlerdi. Yolculukta rahatsızlanana yardım edilir, çocuklar eğlendirilir, ihtiyarlara yer verilirdi. Yol, karşılıklı saygıyla sürer gider, aşılır biterdi...
Bir çeşit nezaket vardı... Bir çeşit insanlık: Lokantada bir masaya oturan, o masada evvelce oturmuş olanlara mutlaka “müsaadenizle” der, izin alır, yer var da oturursa, “Afiyet olsun.” demeyi ihmal etmez, “teşekkür”le karşılanırdı. Yemeği önce bitiren, gene oturanlara “Afiyet olsun.” demeden gitmezdi.”
Nerede o eski mekânlar, eski insanlar, eski zamanlar.” Demek bize nostaljik duygular
ötesinde ne kazandırır? Yeni nesiller sadece göremedikleri güzellikleri, yetişemedikleri devirleri, tanıyamadıkları insanları, artık unutulan tatları, duyulmayan, duyulamayan kokuları anlatmak yerine, gelin hali hazırı dile getirelim, o çok güzel deyişle “ele geçmezse eğer sevdiğimiz, eldekini sevelim, sevdirelim”
-
Yonca 6 yıl önce Şikayet EtÇok güzel bir yazı olmuş ! Yeni neslin öğreneceği çok şey var tarihten !Beğen