Cemal Demir
Cemal Demir
HABER7 YAZARI
TÜM YAZILARI

Ortadoğu’nun en büyük gücü nedir?

GİRİŞ 19.02.2011 GÜNCELLEME 19.02.2011 YAZARLAR

Temmuz 1957 günü ABD başkenti Washington DC, Senato’nun en genç üyesinin yaptığı konuşmayla çalkalandı. Gazeteler, radyolar bu konuşmanın yankılarıyla doldu. Senato’ya mektup yağdı. Kendi partisinin bile tepki gösterdiği bu konuşmayı yapan kişinin çok değil 3 yıl sonra ABD başkanı olacağına o gün ABD’de kimseyi inandıramazdınız. 

Fransa’nın Cezayir’deki baskı ve katliamına tepki göstermek için Senato kürsüsüne gelen Massachusetts Senatörü John F. Kennedy, konuşmasında ülkesine tarihi bir çağrıda bulunuyordu. Bugün yeniden Washington’da yankılanması gerektiğine inandığım konuşmasına Kennedy şöyle başlıyordu:

’Sayın Başkan,

Dünyanın bugün en kudretli gücü ne komünizm, ne kapitalizm, ne Hidrojen bombası ne de güdümlü füzelerdir. İnsanın ebedi, özgür ve bağımsız olma tutkusudur. Bugün bu  muazzam gücün en büyük düşman olarak gördüğü ise emperyalizmdir. Ve bugün emperyalizm denildiğinde akla gelen ise Sovyet emperyalizmi ve bu ifadeden hoşlansak da hoşlanmasak da Batı emperyalizmidir. 

Amerikan politikasının bugün en büyük sınavı emperyalizm karşısındaki tutumu ve insanın özgür olma arzusu için ne yapacağıdır. Asya ve Afrika’daki milyonlarca bağlantısız insan ile Demir Perde’nin arkasındaki özgürlük umudu taşıyan milyonlar başka herşeyden çok bu imtihandaki durumumuza göre ahlaki hükmümüzü verecek. Sovyet ya da Batı emperyalizmi ile yüzleşmekte başarısız olursak, hiçbir dış yardım, silahlandırma, yeni pakt, üst düzey konferans ya da doktrin, gelecekte yolumuza ve güvenliğimize karşı çıkacak tepkisel sonuçları engelleyemeyecek.’’

20’nci Yüzyılın tüm ikinci yarısına damgasını vuran Soğuk Savaş’tır. Ve Soğuk Savaş’ın en koyu dönemi şüphesiz  1950 – 1965 arasıdır. İşte bu karanlığın tam ortasında bile Senatör Kennedy, şaşırtıcı bir öngörüyle ABD’nin en önemli dış politika imtihanının komünizm değil, emperyalizm olduğunu haykırıyordu. Bırakın Cumhuriyetçileri, iki kez Eisenhower’a karşı Demokrat Partinin başkan adayı olan Adlai Stevenson bile o günlerde bu konuşmaya tepki gösterek, konuşmayı ‘’kaosa davetiye’’ ve ‘’NATO’ya tehdit’’ olarak yorumladı.

Konuşmaya en büyük tepki ise Fransa’dan geldi. Fransız liderler, Senatörü ‘’iç işlerine karışmakla’’ suçladı. Onlara göre Cezayir, Fransa’nın iç işiydi. Ancak tarih emperyalistlerin istediği şekilde ilerlemiyordu. Cezayir 1962 senesinde bağımsızlığını kazandı.

Asya ve Afrika milletlerinin hemen hepsi bir şekilde 20’nci yüzyılda ‘bağımsızlık mücadelesi’nin tarafı oldu. Ancak nerdeyse tamamıyla bir şeyi daha tecrübe ettiler; ‘bağımsızlık ve özgürlük’ aynı anlama gelmiyordu. Bağımsızlık talepleriyle başetmeye çalışmanın daha maliyetli olduğunu gören Emperyalizm, ‘uydu rejimler ve derin devletler’ inşa ederek çekiliyordu. Bu rejim yapılarına karşı her türlü değişim talebi ise gerektiğinde ‘askeri darbelerle’ bertaraf edildi.

‘Our boys’dan önce ‘Our son of bitch’ vardı

12 Eylül darbesinin başladığı saatlerde Kennedy Center’da bir konserde olan ABD Başkanı Jimmy Carter’ın kulağına CIA görevlisinin, 12 Eylül’ü ‘’Our boys have done it’’ diye haber vermesi ünlüdür. Cuntanın beşibiryerdesi alınganlık gösteriyor bu söze ama daha kötüsü de olabilirdi. Franklin Delano Roosevelt’in bir Güney Amerika diktatörü hakkındaki, ‘’O..spu çocuğunun teki olabilir ama en azından bizim o.pu çocuğumuz (he may be a son of a bitch, but he’s our son of a bitch)’’  sözü, ‘tek adamlara’ oynayan ‘gayri ahlaki’ politikanın felsefesini en iyi açıklayan söz. Son 60 yılın tarihi, diktatörlere bu gayrimeşru muhabbetin acı verici örnekleriyle dolu.

Castro ve adamları Havana’ya dayandığında, 300 milyon dolarlık kirli bir servete sahip olan Küba lideri Batista, Amerikan mafyasının, şirketlerinin ve organize suç örgütlerinin gözbebeğiydi. Amerikan politika yapıcıları bu apaçık gerçeği hiç görmek istemediler. 

Yolsuzlukları, zulmü ve kirli servetiyle öne çıkan Pehlevi hanedanlığı da, Jimmy Carter’ın İran’ı Ortadoğu’nun ‘’ istikrar adası’’ ilan etmesinden sadece 2 sene sonra, halk isyanıyla yerle yeksan olacaktı.

Filipinlerin 21 yıl boyunca milyarlarca dolarlık servete kavuşan rüşvetçi zorbası Ferdinand Marcos ise, halkının isyanıyla Hawaii’ye kaçmak zorunda kalmadan kısa süre önce dönemin ABD Başkan Yardımcısı George Bush’tan, ‘’Demokratik ilkelere bağlılığınızı çok takdir ediyoruz’’ iltifatı almıştı.

Amerikalı yöneticilerin, halkına karşı firavunvari bir rejim kuran Mübarek’I daha iki ay öncesine kadar ‘’itidalın, modernliğin, istikrarın sembolü’ saydıkları iltifatların listesini yapsam destan olur.

Amerika’da aklı başında insanlar şu acı gerçeği bütün açıklığıyla görüyor: Son 60 yılda giden her diktatör, sadece kendi iktidarını değil, Amerika’nın ideallerinden, kuruluşundaki prensiplerinden, kurucu babalarının rüyasından ve en önemlisi küresel itibarından da büyük bir parça koparıp gitti…

John F. Kennedy, 1961 Ocak ayında ABD Başkanlığını devraldığında, Eisenhower’ın 8 yıllık başkanlığı döneminde, Ortadoğu’da demokrasiyi hecelemeye başlayan Türkiye, İran ve Mısır’da bir dizi cunta darbesiyle sivil yönetimler uzaklaştırılarak, ‘uydu derin yapılar’ tesis edilmiş ve bugüne kadar süregelen Ortadoğu statükosu aşağı yukarı oluşturulmuştu. Bugünlerde hala Mısır’daki halk hareketini, ABD’deki darbe akademilerinden özel eğitimli albaylar cuntasının bir özel harp operasyonundan başka birşey olmayan 27 Mayıs’a benzetip yeni 27 Mayıslara meşruiyet kazandıracağını düşünebilen çakar almaz psikolojik harp amatörlüklerine gülerken dudağımı oynatmaya bile tenezzül etmiyorum…

O günden beri ABD Yönetimine kim gelirse gelsin, ister Cumhuriyetçi ister Demokrat, Ortadoğu’da ‘askerleri’ merkez alan otokratik yapılara, diktatörlere ve liderlere dokunmamayı aksine desteklemeyi tercih etti. Tunus ve Mısır gibi ülkeler, özgürlükler yerine ‘istikrarı’ ön plana çıkardılar.  Amerikan yönetimleri de, bölgedeki statükoyu bu kavram üzerinden meşrulaştırdı…

Entelektüel birikimine ciddi saygı duyduğum ABD eski Dışişleri Bakanı Madeline Albright’ın 2006 yılında yayınladığı, ‘’Mighty and Almighty’’ adlı kitabında bu ilişkiyi tasvir ettiği gibi, ‘’Araplar, ABD tüketicisinin ve piyasalarının talep ettiği petrolü üretiyordu. Amerikan firmaları ise Arapların talep ettiği teknolojiyi üretip onlara satıyordu.’’ Alan memnundu, satan memnun…

Bu yapının merkezindeki Arap tiranlar 40 yıl boyunca varlıklarını, Batı kamuoyuna komünizme karşı müttefik olarak sattılar... Komünizmin yıkılmasından beri ise kendilerini ‘’İslami radikalizmin tek alternatifi’’ olarak pazarlıyorlar. Son 10 yılda ABD başkentinde, think tank’lerde, ‘’bize destek olmazsanız ülke dincilere gidiyor’’ diyerek antidemokratik müdahaleleri için zemin ve destek arayan çakma ‘ulusalcılar’ı da açık açık isimleriyle tarih yakında kaydeder nasıl olsa…

‘’Mısır Batılılaşmasın, Batı Mısırlaşsın’’

11 Eylül’ün sabahında ABD’de, Ortadoğu’daki yapının on yıllardır iddia edildiği gibi modernizm ve demokrasi değil, şiddet ve nefret ürettiğini farkedenlerin sesi yükselmeye başlamıştı. Mısır da dahil Arap ülkelerine muhalefete daha fazla haklar vermeleri çağrıları yapılmaya başlandı. İşte bu dönemde, Mısır’dan oldukça dikkat çekici bir karşı teklif yükselmişti.

Dönemin Mısır Başbakanı Atef Ebeid, ‘’ABD ve İngiltere, İnsan Hakları Dernekleri bize durmadan ‘teröristlere’ haklarını vermemiz çağrısında bulunuyor. Onlara haklarını verirseniz sizi öldürme hakkına kadar gider. New York ve Washington’daki bu korkunç saldırılardan sonra Batı ülkeleri, Mısır’ın teröre karşı savaşını kendilerine yeni model olarak düşünmeye başlamalı.’’ Ebeid’in ‘terörist’ dediği, Müslüman Kardeşler hareketiydi. Yoksa, Mısır’da rejimin dünya kamuoyu karşısında her bunaldığı zaman, bir kilisenin ya da turistik merkezi bombalayan kimliği belirsiz ‘islamcı teröristleri’ kastetmiyordu. Devletin, Nil nehri üzerinde uçan kuşun bile sicilini tuttuğu bir ülkede bugüne kadar politik takvimle senkronize hiçbir bombalamanın failinin bulunmaması bilmiyorum sizde de ‘bu filmi çok gördük’ şeklinde bir kusma hissi uyandırıyor mu..?

Washington’un büyük dilemma

Tunus ve Mısır’daki gelişmeler, Caracas’dan, Havana’ya, Ankara’dan, Riyad’a, Moskova’dan Tahran’a bütün başkentlerde ‘kendince’ yankı yaptı. Ama en çok hangi başkenti karıştırdı derseniz ben tereddütsüz Washington DC derim. Çünkü Amerikan politikası keskin yol ayrımında bir an önce karar vermenin ağır baskısı altında. Aslında 11 Eylül’den beri devam eden bir tartışma, Tunus ve Mısır’dan sonra en üst seviyede bir takım kararlara evrilme aciliyetine büründü. Bu da yılların dilemmasını getirip ulusal politika oluşturucların ve karar vericilerin masasına koydu. İşte çok kabaca dilemma:

Müslüman yoğunluklu ülkeler, Batı ülkeleri gibi serbest seçimlerle oluşacak yönetimlerle mi yönetilecek ve bu iradenin ürettiklerine saygı gösterilip bununla yaşamanın yolları mı araştırılacak yoksa çeşitli iç dinamikler (askeri cuntalar, medya, borsa vs) kullanılarak, bunlar yetmediğinde ise fiili dış müdahaleyle bu süreç engellenerek mevcut statükolar korunmaya mı çalışılacak…?

İkinci yolun başarısız örnekleri, bu yolu savunanları açıkta bırakıyor. Örneğin, Kennedy’nin Senato’da Fransa’nın Cezayir’deki baskısını kınadığı konuşmasından 34 sene sonra 1991 senesinde Cezayir ilk çok partili seçimini gerçekleştirdi. Kazanan açık arayla İslami Selamet Partisiydi (FIS). Cezayir ordusu seçime müdahale etti. Baba Bush ve Dışişleri Bakanı James Baker ve diğer Batı ülkeleri vahim bir hata yaparak ordunun demokrasiye ve halka zalimce müdahalesine destek verdiler. Cezayir’in 20 yılına ve onbinlerce insanın hayatına mal olan bu antidemokratik ve zalim müdahalenin, 20 yılda bir takım zorba bürokratlarla onların Batılı işbirlikçisi şirketleri zengin etmekten başka hiçbir değişime yol açmadığı acı şekilde ortada…

ABD’de bu müdahale on yıllarca tartışıldı. 2000’li yıllarda Türkiye’de bir askeri darbe için Washington’da umutsuzca destek arayan çevreler de, farkında olmadan belki de bu Cezayir deneyimi tartışmasına çarptı çoğunlukla. Askeri darbe karşıtı Amerikan aklının temsilcilerinden biri olarak kabul edebileceğimiz Madeline Albright ‘ın sözleriyle yeni yaklaşımı şöyle özetleyebiliriz: Halkın serbest bir seçimde seçtiklerine, özgür seçimlere ve sandığa karşı olmadıkları sürece, müdahale etmek, radikalizmi önlemez aksine büyütür. Demokratik süreç bir devrim değil, evrimdir.  Sabırlı olmak gerek…

Ancak ABD başkentinde ve Batı dünyasında bu yaklaşımın çok güçlü bir de muhalefeti var. En başta fanatik ama kudretli Likud lobisi. Onlara göre İsrail’in işgallerini, zorbalıklarını, kabadayılığını alkışlamayan herkes radikal. Sonrasında ise, İslam’ı topyekün düşman gören kıyametçi Hıristiyan fanatikler. Bir de Müslüman yoğunluklu ülkelerdeki zorba bürokratlarla al gülüm ver gülüm iş ilişkisindeki bazı şirketler…

Albright şahinlerden birinin sözlerinin kendisini şok ettiğini anlatıyor: ‘’ABD’nin Arap dünyasındaki seçimlere hiçbir değer vermemesi gerektiğini savunuyordu. Çünkü en ılımlı ve şiddet karşıtı Arap islami partileri bile, ABD’nin Arap – İsrail krizindeki tavrına ve etkisine karşılar diyordu. Ona göre teröre karşı teröristlerin hakettiği gibi mücadele edilmeliydi.’’ Şu bir gerçek, batıda, ‘islamcı terör’ ve ‘islamizm tehdidi’ kavramını sık kullanan bazı fanatiklerin bu kavramlarla en son kastettikleri El Kaide terör örgütü. Onlar bizatihi Müslümanlardan ve İslam’dan rahatsız. Umuyorum, Batı başkentleri bu hasta ruhlara, karanlık kafalara teslim olmaz. Dünyanın öbür ucunda fanatik ararken, kendi fanatiklerinin de farkında olur.

Müslüman olmak demokrat olmaya engel mi?

Müslüman yoğunluklu coğrafyalarda son yıllarda yapılan tüm kamuoyu araştırmaları ve anketler Müslümanların ezici çoğunluğunun, ‘’demokrasi, çok partili yaşam, ifade hürriyeti ve dinine, kökenine bakılmaksızın herkesin kanun karşısında eşit görülmesi’’ gibi konseptlerden yana olduğunu ortaya koyuyor. Ülke yönetiminin ruhbanların elinde olduğu totalitarizme, teokratik yönetime sempati duyan, böylesi bir devlet yönetimini arzulayan Müslüman oranı en dindar çevrelerde bile yüzde 5’i geçmez.  Müslümanların büyük bölümü, ‘demokratik liderleri’, ‘güçlü liderlere’ tercih ettiğini belirtiyor.

Doğrudur, çok değil daha 1990’ların başına kadar Müslüman yoğunluklu coğrafyada demokrasiye bambaşka bir bakış vardı. 1992 yılında Kral Fahd, demokrasinin gayri İslami olduğunu ilan etmişti. Türkiye de dahil, dünyadaki İslami hareketlerin önemli bir kısmı da bu görüşteydi. Sebepleri ayrı bir yazı konusu ama bugün bu yanlış yaklaşımın radikal şekilde değiştiği çok açık.

Bugün hızla değişen Kuzey Afrika’da bile demokrasi karşıtlığından pek eser kalmadı. Demokratik süreçlere hürmet ettiklerini söylerken ne Mısır’da Müslüman Kardeşler takiyye yapıyor ne de Tunus’ta Nahda hareketi… Aslında bu daha 2004 yılında Uluslararası Kriz Grubu’nun yayınladığı ‘’Islamism in North Africa’’ raporunda bile resmi tespit olarak yer almıştı. Kuzey Afrika’da İslami hareketlerin artık demokrasiyi İslam karşıtı olarak görmedikleri vurgulanan raporda, aksine demokratik ve çoğulcu devlet yapısını benimsedikleri belirtiliyordu.

Albright’a döneyim; ‘’Seçimler elbette sihirli değnek değil. Bir gecede hiçbir şey değiştirmez. Ama bir demokratikleşme süreci varsa, serbest politika bunun tek kapısıdır.’’

Genel olarak, Müslüman yoğunluklu coğrafyanın laiklik problemi de yok aslında. Laikliğin, ‘dini inançlarını yaşama ve anlatma özgürlüğünü’ de güçlü şekilde içerdiği Batı ülkelerinde bile ‘laiklik karşıtı’ Hıristiyan ve Yahudi cemaatler var. Hal böyleyken, laikliği, inanç ve ibadet özgürlüğünü içermekten çok, dini sosyal hayattan tamamen silme, inanç ve ibadet özgürlüğünü yok etme manivelası olarak uygulamaya kalkan Nasır, Şah Pehlevi, Mübarek, Bin Ali gibi liderler sebebiyle İslam dünyasında belli bir kafa karışıklığının olması normal bile görülebilir.

Herkesi Batılılar gibi yaşamak istiyor sanma yanılgısı

Batı dünyasının bir kesiminde de İslami dindarlığı, ekonomik geriliğe bağlayıp, ‘’göreceksiniz, ekonomik gelirleri artıkça, daha Batılı bir yaşam talepleri artacak’ analizleri de yapılıyor. Hayattaki herşeyi ‘ekonomiye’ indirgeyen bu bakışa Madam Albright şu cevabı veriyor: ‘’Bu bana Dustin Hoffman’ın The Graduate filmindeki, gelecekteki mutluluğunun plastikteki kariyerine bağlı olduğuna inanan karakterini hatırlatıyor. Batı dünyasında, herkesin Batılılar gibi yaşamak için can attığına inanan yaygın bir önkabul var.  Bu önkabuldekilere göre Müslüman dünyasında Batılılara tepkinin sebebi de, Batıların sahip olduğu imkanların ve yaşam tarzının kıskanılması… Dünyada, Batılı hayat tarzını kokuşma olarak gören çok sayıda insan olabileceği akla gelmiyor. Maddi çıkarlar elbette önemlidir. Ancak tarih bize, ister aydınlatıcı ister yanıltıcı olsun güçlü fikirlerin maddi koşullardan çok daha etkili olduğunu gösteriyor.’’

30 Şubat reformları! 

Madam Albright, bir de ‘Müslümanlar demokrasiye hazır değil’cilere dikkatimizi çekiyor. Hem Batı’da hem de Müslüman yoğunluklu coğrafyada savunucusu olan bu görüşe göre, ‘’Araplar ve Müslümanlar önce ekonomik ve eğitim olarak seviye atlayıp orta sınıf değerlerine kavuşmalı. Yani Batılı olmalı. Ondan sonra demokrasi ve politik reformlar yapılmalı.’’

Bu görüşe özellikle cuntacı generallerin, otokratların ve diktatörlerin balıklama atladığını tahmin edersiniz. Ekonomik reformları şart olarak ortaya koymak, ekonomik gelirin halka aktarılmadığı düzenlerde politik reformları 30 Şubat’a ertelemek anlamına geliyor. Asla 30 Şubat olmayacağı için de 28 şubatlar bin yıl sürer kurnazlığı…

Geçen hafta itibarı ile politikanın konusu olmaktan çıkıp tarihin konusu olan Mübarek de bu görüşün en yılmaz savunucusuydu. Mübarek tek bir gün bile demokrasiye karşıyım demedi. Tam, 30 senedir sorulduğunda ‘demokrasi iyidir hoştur ama Mısır buna hazır değildir’ diyordu. Kalsaydı bir 1000 sene de aynı şeyi söylemeye devam ederdi.

Arap dünyasındaki değişim süreci, Başkan Kennedy’nin onlarca yıl önce haykırdığı gerçeği bir kez daha karar alıcılara hatırlatıyor: Ortadoğu’daki en büyük güç, ne nükleer silah, ne uçak gemisi, ne de petroldur: Ortadoğu insanının özgür olma tutkusudur. Bu Müslüman yoğunluklu coğrafyanın ‘zeitgeist’idir. Bunu doğru okuyamayan her odak Mübarek’in sonu ile yüzleşir. 

NOT: Aslında, Amerika’nın İslam ile ilişkilerinin tarihinde çıktığımız yolculuğun 3’ncü durağı olarak 18’nci yüzyılda ABD’nin kurucu babalarını ziyaret edecektik güya. Ancak, Mübarek’in devrilmesi ve tarihin gaza basması nedeniyle, seyahatimizi yarıda kesip acilen sadede dönmek zorunda kaldım. Söz verdiğim Amerikan tarihindeki 3’ncü seyahatimize başka bir zaman devam edeceğiz. Özür dilerim.

 Cemal Demir - Haber 7
cemaldemir111@gmail.com

YORUMLAR 9 TÜMÜ
  • Sabit Kal 14 yıl önce Şikayet Et
    Apartheid rejiminin en son mümesili İsrail Ortadoğudaki tek demokrasi. oldukları hava ve yalanlarını atmak için Ortadoğuda kesinlikle gerçek bir demokratik rejimin gelmemesi için Amerikayı özellikle lobisiyle yönledirmekte, hem diktatörleri başımıza dikip hemde bakın bakın, müslümanlar ancak diktatörlükle idare edilmeyi isteyen vahşilerdir yaygarasını yapan çok üçkağıtçı bir siyonik mafyadır. 80 milyonu yönlendirmekse 8 kişiyi yönlendirmenin ve paralarınıda yemenin çok daha kolay olduğunu keşfeden Siyonizm, memleketlerimize demokrasi gelmesin diye özel bir çaba harcıyor.
    Cevapla
  • Hasan Seyre 14 yıl önce Şikayet Et
    1789 dan beri tam 200 yüzyıl geçti.... Batı kendi ülkelerinde Demokrasiyi halklarına doya doya yaşatırken, seçimlerle hükümetler iş başına gelip, refahı hep yükseltirken..Eline geçirdiği ortadoğu coğrafyasında Tiranları, Cuntaları ve Vesayet rejiminin kuklalarını tutmakta ısrar etmelerinin nedeni nedir acaba..Hiristiyan olmayan Uzakdoğu Kore ve Japonya ve Çin kendi Sanayi devrimlerimi tamamlarken. İslam etiketli müslüman devletlerin tümü..yarıştan koparak artık sadece tüketim toplumu olarak Batı ve Amerika tarafından dizayn edilmesi ne demektir?
    Cevapla
  • tuncay tezel 14 yıl önce Şikayet Et
    EN BÜYÜK GÜÇ ORTADOĞUDA, MEHDİYET İNANCIDIR. Şiiler, Sünniler, ezilenler, savaşlarda şehit ve gazi edilenler için Mehdi inancı en büyük inançtır. AMERİKANIN BOP SİYASETİ, HURAFELERE DAYALI MEHDİYET İNANCINA SAHİP ÜLKELERİ BU BAHANEYLE YOK ETME, dini inançları zayıflatıp dinsiz dindarlık modeli oluşturma projesidir.
    Cevapla
  • güven kurtul 14 yıl önce Şikayet Et
    Uyarlama zamanı. Yazının en düşündürücü kısmı bence şurası: Asya ve Afrika milletlerinin hemen hepsi bir şekilde 20&8217nci yüzyılda bağımsızlık mücadelesi&8217nin tarafı oldu.Bağımsızlık talepleriyle başetmeye çalışmanın daha maliyetli olduğunu gören Emperyalizm,uydu rejimler ve derin devletler inşa ederek çekiliyordu.Bu rejim yapılarına karşı her türlü değişim talebi ise gerektiğinde askeri darbelerle bertaraf edildi. Şimdi ilgili yerlere Türkiye yazıp düşünün ve deyin ki YALAN SÖYLEYEN TARİH UTANSIN!
    Cevapla
  • müslüman mahallesi 14 yıl önce Şikayet Et
    eksik bir yazı-2. böylece devlet haşmetmaaplara, islam haşmetlilerin ulemasına, müslümanların hayatı da öbür dünyaya devrolmuştur.
    Cevapla
Daha fazla yorum görüntüle