Cihad İslam Yılmaz
Cihad İslam Yılmaz
KONUK YAZAR
TÜM YAZILARI

Bosna ve Gazze’de İnsan Safarileri

GİRİŞ 16.12.2025 GÜNCELLEME 16.12.2025 YAZARLAR

İnsanın insana reva gördüğü şiddet, tarih boyunca çok farklı biçimler aldı; ancak bazı anlar vardır ki yaşananlar sadece bir çatışmanın veya bir savaşın parçası olmaktan çıkar, insanlığın bütün birikimine yönelmiş ağır bir saldırıya dönüşür. Bosna ve Gazze’de sivillerin avlandığı insan safarileri… Tüm bunlar, insanın kendi türüne karşı nasıl bu kadar pervasız olabildiğini yeniden ve yeniden sorgulatıyor.

Bu soruyu sadece güncel olayların yarattığı duygusal sarsıntıyla değil, tarihin taşıdığı ağır deneyimlerin süzgeciyle ele almak gerekir. Çünkü insanlık, geçmişten bugüne acıların tekrarlanmaması için sayısız norm, hukuk, etik ve kurum inşa etti; fakat yine de insan hayatının değeri kimi zaman bu yapıların çok ötesinde bir kırılganlıkla karşı karşıya kalıyor. Bu kırılganlık, sadece kurşunlardan ya da bombalardan ibaret değildir; bazen bir insanın ölümü, bir başkasının “gösterisine”, merakına, hatta eğlencesine dönüşebilecek kadar korkunç bir seviyede araçsallaştırılabilir. İşte bu eşik, insanlık onurunun çöktüğü yerdir.

Yine de karanlık bir geçmişi anmanın tek amacı umutsuzluk üretmek değildir. Bu tür vakalar, hem bugünün krizlerini anlamak hem de geleceğin çatışmalarında insanı merkeze alacak bir bilinç inşa etmek için önemli birer işaret niteliği taşır. İnsanın nereye yuvarlanabileceğini görmek, aynı zamanda hangi değerleri korumamız gerektiğini hatırlatır.

BOSNA: KUŞATMA ALTINDA ÖLÜMÜ SEYRETMENİN VAHŞETİ

Bosna Savaşı, modern Avrupa’nın kalbinde yaşanmış en karanlık felaketlerden biriydi; fakat Saraybosna kuşatması, bu felaketin hem sembolü hem de insanlığın ne kadar savrulabileceğinin çarpıcı bir göstergesi olarak tarihe geçti. Dört yıla yaklaşan kuşatma boyunca şehir, yalnızca açlık ve bombardımanın değil, aynı zamanda keskin nişancıların kente yönelttiği sürekli tehdidin gölgesinde yaşadı. İnsanlar su almak için binalar arasında koşarken, çocuklar okula gidip gelirken, yaşlılar bir ekmek kuyruğunda beklerken dahi hedef haline geliyordu. Bu, savaşın ötesinde bir şeydi; insanın sıradan yaşam pratiklerini bile ölümle eşitleyen bir kuşatmaydı.

Bu dönemi karanlık kılan yalnızca nişancı ateşinin yarattığı korku değildi. Yıllar sonra ortaya çıkan “Saraybosna safarileri”, Bosna’daki vahşetin insanlık tarihinde bambaşka bir utanç sayfasına dönüştüğünü gösterdi. Parası olan yabancıların, kuşatma altındaki kente gelip sivil halkı hedef alan nişancıları izlediği, hatta bazı durumlarda silah kullanarak bu ölümcül oyuna dahil olması, savaşın doğasını kökten sarsan bir ahlaki çöküşü işaret ediyordu. Bir kentin acısı, dışarıdan gelenler için bir çeşit uç deneyime, bir “seyirlik şiddet pratiğine” dönüşebiliyorsa, bu durum artık yalnızca askeri bir suç değil, insanlık onurunun temel taşlarına yönelmiş bir saldırıydı.

Bosna’da yaşananlar, modern tarihin hukuk düzeni, uluslararası kuruluşları ve etik normları açısından da büyük bir sınavdı. Avrupa’nın tam ortasında gerçekleşen bu kuşatma, uluslararası toplumun tepkisizliğiyle birleşince, yalnız bırakılmış bir halkın varoluş mücadelesi olarak anılarımıza kazındı. “Bir daha asla” denilen sözlerin ağırlığının nasıl hafiflediğini, insan hakları söyleminin pratikte ne kadar güçsüz kalabildiğini açıkça gösterdi.

GAZZE: GERÇEK ZAMANLI SEYREDİLEN BİR FELAKET

Gazze, çağımızın en çıplak aynalarından biri hâline geldi. Dünyanın her köşesinde insanlar, ekranlarının başında yaşanan yıkımı neredeyse eşzamanlı olarak izliyor; böylece savaşın acısı ilk kez bu kadar doğrudan, bu kadar kesintisiz ve bu kadar geniş bir kitleye ulaşabiliyor. Fakat bu görünürlük, insanlığın vicdanını harekete geçirmek yerine çoğu zaman bir tür duyarsızlaşmayı, hatta acının sıradanlaşmasını beraberinde getiriyor. Gazze’de süren yıkım, bu nedenle yalnızca bir insani felaket değil; aynı zamanda dijital çağın şiddeti nasıl dönüştürdüğüne dair ibretlik bir örnek.

Şehrin her bombardımanda yeniden yıkılan sokakları, hayatını kaybeden siviller, yerinden edilen binlerce aile… Tüm bunlar modern uluslararası hukukun en temel ilkeleriyle ilgili derin soruları gündeme getiriyor. Sivillerin korunması, savaşın sınırlarının çizilmesi, insani yardımın erişimi gibi normlar, çatışma uzadıkça daha kırılgan hâle geliyor. Gazze’de yaşananlar bu kırılganlığın ne kadar acımasız olabileceğini gösteriyor; çünkü burada modern hukuki çerçeve, politik baskılar, güç dengeleri ve uluslararası toplumun kendi iç çelişkileri arasında neredeyse işlevsizleşiyor.

Gazze’nin trajedisini bir diğer benzersiz kılan unsur, görüntülerin anında tüm dünyaya yayılması. Hiçbir savaş, bu denli yoğun bir görsel tanıklık altında gerçekleşmemişti. Gazze’de yaşananları izleyen dünya, kendi sınırlarını bir kez daha test ediyor. Ne kadar acıya alışabiliriz? Ne kadar yıkım, uluslararası sistemi harekete geçirmeye yeter? Bir toplumun bütün kurumlarıyla çöktüğü bir anda, geriye kalan insanlık değerleri ne kadar korunabilir? Gazze, bu soruları yeni bir sertlikle karşımıza çıkarıyor. Aynı zamanda geçmişin acılarını hatırlayarak ilerlemeye çalışan bir dünya için, bugünün karanlığında kaybolmamak adına son derece önemli bir sınav niteliği taşıyor.

Bu nedenle Gazze yalnızca bir coğrafyanın değil, tüm insanlığın meselesidir. Orada yaşanan her kayıp, aslında insanlığın ortak hafızasındaki yarayı derinleştiriyor; buna rağmen hâlâ bir umut arayanlar için, insani değerlerin yeniden nasıl inşa edileceğine dair zor ama kaçınılmaz bir sorgulamayı beraberinde getiriyor.

İNSAN HAYATININ TİCARİLEŞMESİ VE SEYİRLİK ŞİDDETİN ETİK BOYUTU

İnsan hayatının değersizleşmesi her savaşta kendini gösterir; fakat Bosna’dan Afganistan’a ve Gazze’ye uzanan örneklerde ortaya çıkan tablo, sadece bir değersizleşme değil, daha derin bir dönüşümü işaret ediyor: insanın, başka insanların acısını ve ölümünü bir “deneyim”, bir “gösteri”, bir “öğe” olarak tüketmeye başlaması. Bu olgu, şiddeti yalnızca araçsal bir eylem olmaktan çıkarıp ticarileşmiş bir pratiğe dönüştürüyor. Bu dönüşüm, modern dünyanın en rahatsız edici eğilimlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor.

Bosna ve Gazze’de yaşanan “sniper safarileri”, şiddetin ekonomik bir değere dönüştüğü anları gözler önüne serdi. Savaşın en karanlık yüzü burada ortaya çıkıyor: Bir toplum hayatta kalmaya çalışırken, başka birileri bu ölüm kalım mücadelesini adeta bir adrenalin etkinliği gibi satın alabiliyor. Bu durum, insan hayatının meta hâline gelmesinin uç bir örneğidir; ve bu uç örnek, aslında daha geniş bir toplumsal eğilimin uç veren parçasıdır. Dijital çağda şiddetin görüntülerinin sürekli dolaşıma girmesi, çatışmaların anbean izlenebilmesi ve bazı durumlarda bu görüntülerin tıklanma üzerinden ekonomik bir döngü yaratabilmesi, daha incelmiş ama aynı ölçüde tehlikeli bir ticarileşmenin kapılarını açıyor.

Bu noktada yoğun bir etik tartışma kaçınılmaz oluyor. “İnsanın insanı izlemesi” her çağda görülmüş olabilir; ancak burada izlenen şeyin başkalarının acısı, yıkımı ve ölümü olması, dahası bunun bir pazar ilişkisine bağlanması, modern toplumun vicdanî sınırlarını zorlayan bir gelişmedir. Hannah Arendt’in sözünü ettiği “kötülüğün sıradanlaşması”, böyle ortamlarda kendine yeni bir zemin buluyor. Kötülük artık yalnızca failin eyleminde değil; izleyenin kayıtsızlığında, görüntüyü tüketenin merakında, şiddetin dolaşıma sokulduğu ekonomik mekanizmalarda da üretiliyor.

Şiddetin sürekli izlenmesi, özellikle dijital çağda, izleyicide iki karşıt etki yaratabilir: ya duyarsızlaşma ve normalleşme ya da travmatik bir çaresizlik hissi. Her iki sonuç da, insanın ahlaki konumunu zayıflatır; çünkü aktif bir sorumluluk üretmez, yalnızca pasif bir izleme hâline hapseder. Böylece şiddetin kendisi kadar onun izlenme biçimi de toplumsal dokuya zarar verir.

Bu nedenle “seyirlik şiddet” kavramı, sadece bir medya eleştirisi değil; insanlığın etik altyapısına yönelen ciddi bir tehdit olarak görülmelidir. Savaş alanlarında yaşanan trajedilerin birer içerik formuna indirgenmesi, insanın duyarlılık kapasitesini aşındırırken, aynı zamanda şiddetin yeniden üretildiği bir döngünün ortaya çıkmasına da zemin hazırlar. Buna karşı durmak, yalnızca hukuki değil; aynı zamanda kültürel, pedagojik ve insani bir mücadele gerektirir. İnsan hayatının dokunulmazlığı fikrinin, savaşın ortasında dahi savunulabilir olması, bu nedenle artık sadece bir etik ideal değil, geleceğe yönelik zorunlu bir güvenlik meselesidir.

YORUMLAR 1
  • Haberci 4 saat önce Şikayet Et
    Saruhanlıdan bir genç çocuk gitmeye çalıştı ,İsraile giden gemilerle değil ,Türkiye sınırından Suriye ye geçip oradada yakalanıp Suriye hapisanelerinden sağ salim geltirildi.O çocuk oturup seyretmedi bak, hepimiz sen,ben,o,bu hep seyrettik,söylendik.
    Cevapla