Öcalan bile anladı ama…
Cemre, göremediğimiz ama varlığına inandığımız şeylerdendir. İlkinin 20 şubat'ta havaya, ikincisinin 27 Şubat'ta suya ve sonuncusunun da 6 Mart'ta toprağa indiğini kabul eder ve böylelikle soğuk günlerin geride kaldığına ve İlkbahar'ın gelmekte olduğuna inanırız. Çoğu zaman, ‘Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır' sözünü tekrarlamak durumunda kalsak da, bu böyledir.
Bu sene cemrelerin havaya, suya ve toprağa düşüşü süreci her sene olduğu gibi ilkbaharın gelişini müjdelerken; geçtiğimiz yılın sonundan itibaren başlayan görüşmeler süreci de, Milletçe 30 yıla yakın bir süredir beklediğimiz ‘Barış Baharı'nın gelmekte olduğunu müjdeliyordu.
Daha öncesi süreçlerde olduğu gibi, provokasyona yönelik olduğunda şüphe olmayan bazı girişimler ile karşılaşılmış olsa da; dün Diyarbakır'daki Nevruz kutlamaları sırasında açıklanan Öcalan'ın mektubu, yaşananlardan gereken derslerin alınmış olduğunu ve aktörlerin üzerlerine düşeni yerine getirme konusunda kararlı olduklarını teyit ederek tedirgin olanların içlerini rahatlattı.
Diyarbakır'da okunan mektup, bundan sonra izlenecek yol haritasının ana hatlarını belirleyen bir metin olmasının yanında, içeriğindeki fikirler dolayısıyla, bundan sonra epeyce tartışılacak konular da içeriyordu.
Dün gün boyu yapılan yayınlarda, Abdullah Öcalan'ın mektubunda yer alan bazı konular sebebiyle ciddi şekilde şaşkınlığa düştükleri görülüyordu. Şaşkınlığın temel sebebi de, Öcalan'ın bile İslam Kardeşliği'ne vurgu yapma ihtiyacı hissetmiş olması idi.
Gün içerisinde televizyon kanallarında boy gösteren bazı yorumcular, artık işe yaramadığını anlamaları gereken bildik birtakım kavramları tekrarlayarak, İslam Kardeşliği'ne yapılan vurgudan duydukları rahatsızlığı dile getirmekten kaçınmadılar.
Bu tavrın, çözümün nasıl gerçekleşeceği üzerine hiç kafa yormadıkları anlaşılan birilerinin, gelişmeler karşısında bir şeyler söylemiş olma ihtiyacı duymasının ötesinde, çözümün gerçek ilacı konusunda duydukları tedirginlikle alakalı olduğu söylenebilir.
Vaktiyle, ‘demokrasi ile laiklik aynı anda denize düşse, öncelikle hangisini kurtarmak gerekir' şeklinde çocukça sorular sorup, bilgiç bir edayla ‘tabii ki laikliği' cevabı vermeleriyle tanınan kesimler; şimdi de, ‘barış ihtimali ile laiklik aynı anda denize düşse, öncelikle hangisini kurtarmak gerekir' sorusu üzerine kafa yormaya başladılar, muhtemelen.
Geçtiğimiz yılın sonuna doğru başlayan İmralı görüşmeleri ile ilgili olarak bu zamana kadar yazılıp çizilenler ve sızdırılması epey gürültü koparan İmralı tutanak notları, oldukça uzun bir metin olan son mektupla beraber değerlendirildiğinde, ‘bu iş madem olabiliyordu, daha önceleri neden yapılamadı acaba' sorusunun akla gelmemesi mümkün değil.
Daha önceleri neden yapılamadığını hepimiz biliyoruz aslında. ‘Kişi refikin kendin gibi bilir' sözü gereği, insanların hayatlarının söz konusu olduğu bir ortamda, kimsenin başka niyetler beslemediğine inanmak istesek de; süreci baltalamaya yönelik adımların atıldığına hep beraber şahit olduk.
Her şey gözlerimizin önünde yaşandı ve sureta haktan gözüken bazı çevreler, barışın sağlanması konusunda bir fikir kırıntısına bile sahip olmadıkları halde, insanımızın kafasını karıştıracak beyanlarda bulunmaktan çekinmediler.
Bir yandan ülkemizle alakalı hesapları olan dış güçler ve bu hesabın tam olarak ne olduğunun farkında olanı ve olmayanı ile onlarla aynı fikirleri tekrarlayan içimizdekiler; elimizi uzatabileceğimiz kadar uzaklıkta bulunan gerçek çözümü yani ‘İslam Kardeşliği'ni devreye sokarak problemi halletme imkanını baltalayıp durdular yıllardır.
Bundan sonra yapılması gereken, barışa giden çabalara destek olmak ve bundan sonra benzer durumlara düşülmemesi için neler yapılması gerektiği hususunda kafa yormaktır.
Öcalan'ın bile anladığı Din kardeşliği gerçeği konusuna Fransız kalanlar hususunda neler yapılabileceği de, herhalde kafa yorulması gereken konulardan…
ekremkiziltas@gmail.com