Kar kış Ukrayna ve Bergen…
Kış insanıyımdır.
Kar dünyanın en büyülü, en gösterişli şölenidir benim için. Orman köylerinde büyüyen çocuklar daha iyi anlayacaklardır bunu.
Gerçi Anadolu bozkırı da kar konusunda pek bir cömerttir ama benim gibi gürgen ağaçlarının gölgesinde derelerden süt emmiş, odun yapmış, kayma arabaları bayırlardan aşağıya salmış çocuklar ormanın ve karın muazzam buluşmasının ne anlama geldiğini çok daha iyi hissedeceklerdir.
Ne yapalım, bizim de kaderimiz bu…
Peyzajcıların düzenlediği bahçelerdeki terbiye edilmiş güdük ağaçların, süs bitkilerinin, plastikten bozma çiçeklerin üstüne yağan karı izleyip büyülü dünyamızın hasretini çekiyoruz.
Geçen gün bir arkadaşım dedi ki, seni kafese kapatılmış bir aslana benzetiyorum, ne kadar dayanabilirsin, ne yaparsın bilemiyorum ama bu demir parmaklıklara minnet etmeyeceğin çok belli.
Sustum, bir şey diyemedim…
Televizyonu açınca Kiev meydanında da karlı bir sabaha uyandığını gördüm, akşamdan kalan yorgun sarı ışıkların.
O ışıkları seviyorum.
Son zamanlarda Kiev meydanındaki o sarı ışıklar kadar içimi ısıtan, bana umut veren başka bir şey yok.
İnsanlar bombalanıyor arkadaş, insanlar öldürülüyor.
Ama ben hala büyük planı, büyük fotoğrafı göremeyenlerdenim.
Fotoğrafın tamamını görecek kadar büyük, öldürülen masum çocuğu göremeyecek kadar küçük değilim.
Ben böyle kolu kanadı kırık bir umudum…
Şimdi biz bu karda kışta neden bombalanıyoruz, biz neden ölüyoruz, biz neden öldürülüyoruz, biz neden bohçamızı sırtımıza alıp tren garlarında buz gibi taşların üstünde soğuk bir demir yığınına tutunmaya çalışıyoruz.
Biz neden demiri tutarak yaşamaya kök salıyoruz!..
Biz neden vicdanını ihtirasına gömmüş, dişlerini sivriltmiş muhterislerin ölüm mangalarının hedefi oluyoruz!..
Neden, neden, diyen o ergen çocuğu bir gün bir yerde görürsem nasıl cevap vereceğim diye düşünen kolu kanadı kırık bir umudum ben.
Sarı ışıkların peşindeyim, isterim ki daha çok sararıp kül olmasın o ışıklar, isterim ki daha çok solup sönmesin o ışıklar.
Sarı ışıklar, sapsarı ışıklar…
Sonra bir sinema salonuna atıyorum kendimi.
Sarı, sapsarı saçlı bir kadın beliriyor perdede.
Bergen…
Acıların kadını, güzeller güzeli Bergen.
Ankara bozkırındaki küçük bir gecekondunun penceresinden dışarıya doğru bakıyor, orada da lapa lapa kar var, soğuk ve muhtemelen herkes üşüyor.
Aklım yüklü, yüreğim dolu öyle izliyorum Bergen’i…
Bir sürü şey geçiyor aklımdan, o acayip yılları hatırlıyorum.
Türkiye’nin toplumsal hallerini, siyasi çalkantılarını, yargı sistemini, yasaklarını, acılarını, dertlerini, her şeyi baştan hatırlıyorum.
Mesela bir cinayetin bedeli olarak sadece 7 ay hapis yatılıyordu Türkiye’de, o muhteşem(!), tarafsız, adil yargı sistemimizi hatırlıyorum.
Eskiden her şey o kadar güzeldi ki(!) biz bir cehennemin içine düştük körlüğünü görebilmek için eski Türk filmlerinin acayip bir belge olduğunu, insanların o yıllarda çekilmiş filmleri daha bir dikkatle izlemesi gerektiğini düşünüyorum.
Bu film bunları anlatmadı, ben her sahneden bir hadise çıkardım, her sahneyi bir yere iliştirdim.
İstanbul’a kar, Ukrayna’ya’ bomba, Begen’e kurşun yağdı.
Film bitti..
-
Mahallenin Delisi 3 yıl önce Şikayet EtKonuya şiirsel yaklaşmasak daha mı iyi olacakdıBeğen
-
Süleyman 3 yıl önce Şikayet EtBeyefendi, fazla duygusal yaklaşıyorsunuz ve Ukrayna'daki büyük planı anlamadım diyorsunuz. Fazla duygusallıkta zarar fazla materyalist düşüncede. Kur'an dengeli olun diyor. Bu düşüncede de yaptığımız işlerde de böyle olmalıdır. Ukraynada olan biteni anlayamıyorum demek emperyalistlerin her tuzağına kolayca düşebilirim demektir. Oysa Peygamberimiz ''Müminin basiretinden korkun. O baktı mı Allahın nuruyla bakar'' buyurmuştu. Hani o zaman basiret?Beğen Toplam 6 beğeni
-
Uyy 3 yıl önce Şikayet EtÇok güzel bir yazı yahu!Beğen Toplam 5 beğeni