Osmanlı'nın dağılma süreci bitti mi?
Mustafa Kemal’in 1923 İzmir İktisat kongresi açılışında henüz çok yeni olan Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikasıyla ilgili açıklamalar yaparken özellikle vurguladığı bir nokta var; “Dış politika, iç teşkilât ve iç politikaya dayandırılmak mecburiyetindedir, yani iç teşkilâtın tahammül edemeyeceği genişlikte olmamalıdır. Yoksa hayali dış politikalar peşinde dolaşanlar, dayanak noktalarını kaybederler "
Atatürk döneminde savaştan yeni çıkmış bir devlet hüviyetindeki Türkiye’nin “barış eksenli” politikası bir korku ve parçalanma riskinin derin izlerini taşıyordu. Osmanlı bakiyesini kaybeden, elde yalnız Anadolu’yu koruyabilen yeni Devlet, dış politikasını bu temel ilkeler ışığında sürdürdü. Dönemsel olarak baktığınızda bunun yanlış bir politik süreç olduğunu düşünmüyoruz.
İnönü, Bayar, Menderes, Demirel, Özal, Yılmaz, Ecevit ve Çiller dönemleri de dahil olarak devlet, içerde yaşadığı temel sorunlar nedeniyle dış politikada varlık gösterecek bir adım atamamıştır. Birincisi; savaşlardan yeni sıyrılmış bir devlet olmanın zorluğu ve ekonomik sıkıntılar, bir diğeriyse Osmanlı’nın dağılma sürecinin uzaması.
Türkiye’nin değişen dünya ile birlikte gelişen demokrasi uygulaması, askeri darbelerle kesintiye uğramış olsa da, askeri darbeler sonrası meclis yeniden şekillenmiş ve siyaset mekanizması işlerlik kazanmıştır.
Ancak Türk dış politikasında askeri anlayış belirleyiciliğini her dönem korumuştur.
Soğuk savaşın son bulmasıyla dünyada başlayan yeni trendler, ülkenin iç politikasına yansıdığı gibi dış politikasında da “yeniden tutunma” eğilimlerine neden olmuştur.
Osmanlı’nın dağılma süreci tamamlanmış, dünya şekillenmiş ve süreç ülkeleri bambaşka bir noktaya doğru getirmiştir. Özal’ın Orta Asya ve Balkanlarla temasa geçmesi bu yeni dönemin “atılımları” olarak anılabilir. Ancak Türkiye üç noktada tarz ve üslup noktasında duruş ortaya koyamamıştır. Bir, tarihi gerekçe, iki konjoktürel gerekçe ve üç ideolojik gerekçelerdir. Bu üç alanda "teori yetersizliği" ile karşı karşıya gelmiş ve yeni dünya düzeninde “konum” belirlemekten çekinmiştir.
***
Davutoğlu’nun Ak Parti ile başlayan dış politikadaki etkisi işte asıl bu alandaki boşluğun doldurulması olarak tanımlanabilir. Türkiye, “stratejik teori yetersizliği”ni “stratejik derinlik” ile doldurmuş, kendisini tehdit edecek yahut kendisine konum sağlayacak her alanda “duruş” ortaya koymaya çalışmıştır.
Dış politika bir anda ülkenin ana konusu haline geliverdi.
Türk halkının siyasete olan merakıyla bütünleşen dış politika başlıklarına ilgi yüksek. Kıbrıs meselesinde beklentiler ve adımlar net bir şekilde atıldı. Ermeni meselesine karşı “arşiv” kartı açıldı. Rusya ve İran ile ilişkiler dengelenirken, Boğazlardaki yasal durumumuz zaman zaman hatırlatıldı. Balkanlardaki yıkık tüm Osmanlı eserleri bir bir onarıldı, kullanıma açıldı. Soydaşlarımızın bulunduğu her noktaya ulaşıldı, sorunları birinci elden takibe alındı, vizelerin kaldırılması konusunda öyle baskın bir politika yürütüldü ki, adeta her gün bir ülkeden vize kaldırıldı haberleri gelmeye başladı.
Afrika ile ilişkilerin tonu artırıldı, Ortadoğu’daki siyasi vurgu, yerini “kardeşlik ve dindaşlık” vurgusuna bırakıtı. İslam teşkilatı örgütündeki belirleyiciliğimiz arttı, islam dünyasındaki kararlarda belirleyici hale geldik.
Türk dış politikasına yansıyan bu üslup ve tarz değişikliği her alanda hissediliyor. Ancak Osmanlı gerçeği yine gelip kapımızda duruyor. 6,5 asır dünyaya hükmetmiş bir imparatorluğun üzerinden neredeyse bir asır geçmiş olmasına rağmen hala dağılma sürecinin tamamlanmamış olması bölgesel politikaların belirlenmesine engel oluyor.
Türkiye, hala dağılma süreci tamamlanamayan Osmanlı’nın getirdiği fiziki şartlar bakımından dört bir koldan olay ve konularla uğraşmak zorunda kalıyor. Taşlar hala oturmuş değil.
Etrafımızın şekillenmesi sürerken içerde üç açıdan gelişme yaşadık.
Bunlardan ilki; Türkiye, tarihini okumaya, anlamaya ve ilgi duymaya başladı. Eksiğiyle, başarısıyla geçmiş kabullenildi. Bu, tarihten ders almak için ve tarihe dayalı teori geliştirmek için müthiş bir fırsat sundu.
İkincisi ise yine içerdeki insan gücünün, beyin göçünün önlenmesiyle başlayan stratejik düşünme kabiliyetinin bir devlet refleksine dönüşmesidir. Bu, konjoktürel teoriler üretmek konusunda Türkiye’yi geliştirmiştir. Bir diğer aşamaysa artık geldiğimiz noktadır ve ideolojik gerekçelerimizin idrakidir.
Osmanlının dağılma süreci tamamlanmış görünse de, Türkiye’nin toparlanma sürecinin başlangıcında olduğumuzu ifade etmek elzemdir.
Etrafımızda yaşanan olaylara bu açıdan bakmaya çalışırsak, İngiltere Kraliçesinin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e uyguladığı üst düzey protokolün anlamıyla, ABD’nin Türkiye’ye dönük verdiği “yatırım” ve siyasi desteklerin anlamını daha net görürüz.
Tam da burada Başbakan Erdoğan’ın rahatsızlığıyla baş gösteren “iç siyasi krizin derinleştirilme” eğilimine tanık olduk. Bu olanların yukarıdaki olanlarla bağlantısı yok mu sanıyoruz.
***
Aşk cesaret ister!
Haber 7 editörü Kenan Biter, kız arkadaşı Hilal’e büyük bir sürpriz yaparak tiyatro sahnesinde evlenme teklifinde bulundu, oldukça romantik bir sahnede bu önemli teklifi yapan Kenan Biter’i cesaretinden dolayı tebrik ederken, kız arkadaşı Hilal’e de “aşk cesaret ister” sözünü hatırlatıyor, her ikisini de verdikleri karar dolayısıyla kutluyorum. Tabi birde işin “ev” kısmı var. Kenan bize “evdekilerin” bu teklife nasıl baktığını da açıklarsa sevineceğiz. Hem kız tarafının hem erkek tarafının…
Şimdiden ömür boyu mutluluklar diliyorum.
Fatih Bayhan – Haber7
bayhan.f@gmail.com
www.fatihbayhan.com.tr