Bir dönemin sonu, coğrafyanın ruhu, uygarlığın ve tarihin haykırışı
Bendeniz, coğrafyanın da tıpkı insanlar gibi ruhunun olduğuna inananlardanım. Dağın, taşın, ovanın, gölün, ağacın, ormanın, denizin, ırmağın da birer ruhu vardır. Hele toprağın… Hele toprağın öylesine belirgin, öylesine haykıran bir ruhu vardır ki, gören gözler, işiten kulaklar bunu yakından fark ederler.
Mesela, şehit kanıyla sulanmış topraklarda içiniz ürpermeden dolaşabilir misiniz? Uhud'da, Çanakkale'de sizi kendine çağıran, kucağına alan, sarıp sarmalayan, sakinleştiren, maneviyatınıza dokunan bir şeyler yok mudur? Vardır. İşte bu “dokunan” şey, o coğrafyanın ruhudur. Siz, eğer, sizi çağıran bu ruhun, sizi sarıp sarmalayan bu manevi atmosferin dilini anlarsanız, ona uygun bir hayat yaşarsanız mesele kalmaz. Ama bu dilin çağrısına kafa tutarsanız, kafanız zarar görür, kırılır, yarılır, kan akar ve sonuçta siz yenilirsiniz. Coğrafyayı yenemezsiniz, o ruha belli bir süre karşı koyarsınız ama debelenir, çırpınır durursunuz, sonunda coğrafya sizi yener ve teslim olursunuz.
Çünkü İbn-i Haldun'un da dediği gibi insanlarla / toplumlarla coğrafya arasında derin fiziki bağlar olduğu gibi “kadersel” bağlar da vardır. Bu bağı fark edemeyen fertler de / toplumlar da yaşanan acılarla bunu öğreniyorlar. Tarih de böyledir; milletler için tarih, geleceğin tek laboratuvarıdır.
Ya uygarlık? Uygarlıklar, insanoğlunun milyonlarca yıl içinde emek verip, kanlarıyla, gözyaşlarıyla kurdukları hayat saraylarıdır. Bu sarayda milletlerin tarihleri, kültürleri, dilleri, coğrafyaları, sanatları binbir tecrübe ve emekten sonra şekillenmiştir.
Biz millet olarak, yüz elli - iki yüz yıldan beri savruluyoruz. Ayağımız kaydı ve darmadağın olduk. Uygarlığımızın dilinde tüy bitti bizi çağırmaktan. Tarihimizin haykırışlarını, feryatlarını duymadık. Coğrafyanın ruhu üstümüze titredi ama biz çil yavruları gibi darmadağın olduk.
Abdullah Öcalan; otoriter, despot, gözü pek ve zalim bir kişilik. Üstümüze ASALA ermeni örgütünü bela eden vampir zihniyetli yaratıklar, bizi fazla acıtamadıklarını düşündüler. İçimizdeki hainlerle birlikte Öcalan'ı tespit ettiler. 1984 yılından beri, tam 29 yıldır kanımızı akıtıyorlar.
İçimizde daha büyük operasyonlar planladıkları için, bu vesile ile de zihniyetlerini iktidar yapmak için Öcalan'ı paketleyip verdiler ve iktidara da geldiler, ama tutunamadılar, defolup gittiler. Çünkü bu halkın şuur altında bir tarih vardı, bir uygarlık vardı, bir coğrafya vardı ve bu coğrafyada, bu halk kendi medeniyetini ikame etmek için sürekli çağrılıyordu.
Çünkü tarih de hakikat de kendi insanını sürekli çağırır. Tıpkı hakikatin büyük şairi Sezai Karakoç'un dediği gibi: “Onlar sanıyorlar ki, biz sussak mesele kalmayacak. Hâlbuki biz sussak, tarih susmayacak. Tarih sussa, hakikat susmayacak. Onlar sanıyorlar ki, bizden kurtulsalar mesele kalmayacak. Hâlbuki bizden kurtulsalar, vicdan azabından kurtulamayacaklar. Vicdan azabından kurtulsalar, tarihin azabından kurtulamayacaklar. Tarihin azabından kurtulsalar, Allah'ın gazabından kurtulamayacaklar.”
Ve kurtulamadılar.
Abdullah Öcalan, beşikteki bebeklerin bile kanını döktü. Kürt halkından yükselen bütün feryatlara kulak tıkadı, otuz yıldır. PKK dışında okuyan, yazan, düşünen herkesi susturdu.
Bu ülkenin milyarlarca doları dağlara, taşlara mermi olup, bomba olup yağdı. Yüzlerce, binlerce ocak söndü, oluk oluk kan aktı bu coğrafyada. Ve bu milletin tarihi, coğrafyası, uygarlığı bu milleti sürekli çağırdı. Millet, sonunda bu seslere kulak verdi; kendi içinden bir hareket ve bir lider çıkardı. Bu hareket, on yıldır ilmek ilmek ördü, milim milim yürüdü, tuğla tuğla yükseltti ve nihayet ülkemiz, insanımız önünü gördü, ışığı gördü, kendi şuur altındaki o muazzam hazineyi fark etti. Fark ettikçe sahip çıktı, sahip çıktıkça o hareket ve o lider adım adım uygarlığına yürüdü ve yürüyor. O lider, on yıl gibi, devletler için çok kısa olan bir süre içinde herkesi kucakladı; çil yavrusu gibi dağılanların hepsini yeniden kendi uygarlık sarayına çağırıyor. Millet uyanıyor, gözyaşları diniyor. Lider, ezileni, horlananı, inkâr edileni, asimile edileni, itileni, aşağılananı, mazlumları, mahkumları, mağdurları toplanmaya, bir olmaya, diri olmaya, iri olmaya çağırıyor, bağrına basıyor.
İşte bu sestir ki, gaddarı, zalimi, acımasızı, kan emiciyi dize getiriyor, insafa getiriyor, yola getiriyor.
İşte bu ses, Mekke'ye büyük bir ordu ile muzaffer olarak giren Efendimizin(s.a.v) izinden yürüyen kutlu bir sestir. Diliyorum ki; sevgiyle, muhabbetle, samimiyetle çağıran bu sesin yolu açık, bahtı açık, basireti keskin, ömrü uzun olsun.
twitter.com/fermankaracam
-
YILMAZ BABUTCU 11 yıl önce Şikayet Et..toprağın sesi. ..sayın yazara içtenlikle katılıyorum, medeniyetimizin tekrar ayağa kalkması için,canıyla,başıyla mücadele eden dava adamlarına ki,başta Sayın Başbakanımıza ve arkadaşlarına minnet borçluyuz, Rabbim yardımcıları olsun...Beğen Toplam 5 beğeni