Geldin Canım Ama…
" Geldin canım, peki, ama neden bu kadar geç… "
Bu sorunun cevabını gerçekten birçoğumuz bilmiyoruz.
Başımıza gelen iyi bir şey neden gecikir de, başımıza gelen kötü bir şey, o kadar erken gelir?
Bir harfe gereği gibi şekil verememenin, bir cümleyi tam yerine konumlandıramamanın, bir şehri doyasıya yaşayamamanın burukluğu nasıl içimize, acıdan arta kalan bir tortu gibi çökerse, öyle çöker ve kalır.
Geç kalmaların, geç gelmelerin, size geç kalanların, sizin geç kaldıklarınızın sizde bıraktığı; bir şairin " haziranda ölmek zor ", diğer bir şairin " Temmuz Temmuz " diye sızlanışı ya da bir başka şairin Ağustosa geç kalışının sonsuz ve ebedi acısı gibi...
Şehirler, içinde yaşayan insanlara rengini veriyor.
Tıpkı boz bitkilerin arasında boz çekirgenin, yemyeşil çimenlerin arasında da aynı renk sürüngen ve böceklerin yaşadığı gibi.
Dikkatle bakarsanız, parktaki bankın üstünde omuz omuza oturan yaşlı çiftlerin de, birbirleri ile nasıl aynîleştiğini fark edersiniz.
İnsan mekânı, zaman da hem insanı, hem mekânı dönüştürüp birbirine benzetiyor.
Birkaç günlüğüne Ankara'ya gittim.
Ankara'dakiler de Ankara'ya benziyor.
Ankara'nın bürokrata dönüşmüş, dönüşen ve dönüşmekte olan insanları, o dev gri devlet binalarından sokaklara taştıkça, onlarla oturup konuştukça iyice farkına varıyorsunuz; bu insanlar devletin duruşuna göre renk alıyorlar.
Devlet aksırınca bunlar nezle olmaya hazır, elinde mendil bekliyorlar.
Sürekli teyakkuz halinde, devlet nabzı dinliyorlar, hükümet icraatı kolluyorlar, birbirinden bilgi almak için, açıkça yüz yüze söylenen sözlere değil, söylenmeyenlerin arasından sonuçlar çıkarmaya ayarlı duruyorlar.
Sanırım Ankara'ya İstanbul'dan gidince çok dinleyip, çok susup, az konuşmak gerekiyor.
Neme lazım, niyet okuyucularının çoğu orada mevzilenmiştir, n' olur n' olmaz?
Halil İbrahim'le birlikte Çankaya'dan aşağıya, Kızılay'a doğru yürüyoruz.
Hava sert, güneş arada bir görünüyor.
Sıkıcı, boğucu bir yürüyüş sürerken bir ara ansızın ferahladığımı hissediyorum.
Sol yana dönüyorum. Yol kenarında, onar, on beşer metre uzunlukta, üç-beş metre yüksekliğinde yan yana iki deniz fotoğrafı.
Muhteşem bir çekim. Dikkatle bakıyorum, arka planda boğaz köprüsü görünüyor o akıl çelici, camgöbeği yeşili suların gerisinde.
Ön planda Türkcell'in şu meşhur tavşan kulaklı, kukuletalı küçük sarı kızı.
Anlıyorum, bu bir reklam.
Fakat merak ediyorum, Türkcell bu fotoğrafı buraya koymak için belediyeden para almış mıdır, vermiş midir aceba!
Ankara'da 'da İstanbul'u yaşamanın sevinci ve huzuru ile yürüyoruz artık.
“ Ankara'nın en güzel yanının İstanbul'a dönüşünün olması gibi ". Yahya Kemal'i rahmetle anarak...
Buradaki mağaza vitrinlerinde şu İstanbul'da hemen her vitrinde gördüğümüz doksan dokuzlara pek rastlamıyoruz.
599 TL ye takım elbise, 399 TL'ye üç gömlek, üç kazak, üç pijama ve üç takım da iç çamaşırı :) Hatta geçen gün büyük bir alışveriş merkezinin vitrininde şöyle bir rakam görmüştüm: 1299,99…böylesini kim almaz, değil mi ki henüz doksan dokuzun bir üstündeki can yakıcı rakama ulaşmamış.
İstanbul vitrinlerinde o can yakan bir üst basamaktaki rakamlar, Ankara'nın vitrinlerine de konur mu bilemem, ama giderek yakasında çok farklı rozetler taşıyan insan sayısı yüzde yüz eminim, İstanbul'un onlarca katı fazladır.
Ankara, yakalarda ki rozetlerin fazlalığından da anlaşılacağı gibi bir hayli “ politik “ bir şehir, insanları, İstanbul'da yaşayan bizlere göre sanki daha az “ mülayim “ ama bu, resmilikten izler taşıyan bir mülayim duruş gibi.
Umuyor ve diliyorum ki Ankara'ya iner inmez, tıpkı İstanbul gibi her köşesinden, yüzünüze bizim uygarlığımızın rüzgârı vursun.
Bizim uygarlığımızın kokusu elbette er veya geç Ankara'nın ruhuna da sinecek. Önemli olan, bu ruh' un daha erken ve belirgin olarak sinmesi.
Değilse, sonunda bir gün Süreyya gibi çok geç kalabilir ve bir Şehriyar da çıkıp ona der; “geldin canım, peki, ama neden bu kadar geç?"
https://twitter.com/fermankaracam
facebook.com/ferman.karacam