Ferman Karaçam
Ferman Karaçam
HABER7 YAZARI

Diyarbakır zindanından bir Kenan Evren hatırası

GİRİŞ 23.06.2014 GÜNCELLEME 23.06.2014 YAZARLAR

Adalet denen şeyin bir gün Türkiye'ye de geleceğine dair umut taşımamıza vesile olan bu karar için davayı yürüten hâkim ve savcılara teşekkür ediyorum.

    Ama öncelikle ve bilhassa bu yargılamaların önünün açılması ve kangren olmuş eski sistemin değişmesi için tarihi bir risk alan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a ve çalışma arkadaşlarına teşekkür ediyorum.

      12 Eylül 2010 yılında yapılan referandumla birlikte, seçkinlerin hukuk sistemi tarihin çöp sepetine atıldı.

       Bu referandumda evet oyu veren vatandaşlarımın da elleri dert, yürekleri gam görmesin. Çünkü ben de o darbe ile birlikte hayatımın en büyük acılarını yaşadım. Diğerleri bir yana ama Diyarbakır Askeri Cezaevinde yedek subay olarak askerliğimi yaparken yaşadığım bazı travmalar, ruh sağlığımı bozdu ve 30 yıldan beridir hala o olayların olumsuz tesirini üzerimden atamadım.

      12 Eylül Darbesi olduğunda Üniversite son sınıfta birkaç dersten beklemeli öğrenciydim. Beş-altı arkadaşımla birlikte Vahdet adında aylık bir dergi çıkarıyorduk. Derginin sahibi Fuat Sağıroğlu, yayın yönetmeni ben, yazı işleri müdürü de Ahmet Kara idi.

      Daha 13 Eylül sabahı olmadan Erzurum'un ne kadar ağzı laf yapan, eli kalem tutan hocası ve öğrencisi varsa herkesi toplamaya başladılar.

     Bir kısmımız kaçtık, Yazı İşleri Müdürümüz Ahmet Kara’yı daha yeni Nevşehir'e öğretmen olarak atanmışken, yakalayıp orada hapse attılar.

     Hocalarımıza ve birçok arkadaşımıza Kars Kapı Mahbesinde ve Erzurum'un rutubeti ile meşhur bodrumlarında tarifsiz işkenceler yaptılar. Kimi arkadaşımız da okullarını yarım bırakıp yurt dışına kaçtı.

    MTTB ( Milli Türk Talebe Birliği ) ve Akıncılar grubu olarak sokak olaylarından tamamen uzak durduğumuz halde, terörist muamelesi gördük.

     Ahmet Kara kardeşimiz bir yıldan fazla hapis yattı ve memuriyetten men edildi. O güne kadar içinde yazılarımın da yer aldığı çok sayıda dergi ve gazete kayın validemin evindeydi. Darbenin duyulduğu anda rahmetli kayın validem hepsini sobaya atıp yakmıştı. Bunu öğrendiğimde hafızası silinmiş bir yaratık benzeri aylarca "ruh gibi" dolaştım.

     Zaman zaman yiyeceğinden, içeceğinden kısarak öğrencilik hayatında kitap almanın nasıl bir şey olduğunu anlatmayacağım bunu ancak, yaşayanlar bilir.

     Okul bittikten sonra 1983 yılında asker oldum. Tuzla Piyade Okulunda torbadan Diyarbakır Askeri Ceza ve Tevkif Evi, İç Emniyet Bölük Komutanlığı emrine yazısı ile Kur’a çektim.

     Farkına varmadan, hiç bir bilgi sahibi olmadan dünyanın en büyük zulümlerinin işlendiği hapishanelerinden birine gelmiştim. Ben gittiğimde Cezaevinde isyan vardı ve Kenan Evren Darbesinin üzerinden üç yıl geçmişti.

      Ümraniye'de bir halk otobüsünde bıçaklanarak öldürülen Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran' ın inanılması güç işkence hikâyeleri anlatılıyordu Cezaevinde ve hala izleri de yaşıyordu.

       Öyle sanıyorum ki, insanın insana yaptığı kötülüklere tanıklık etmek, elinden bir şey gelmeden o kötülükleri izlemek, izleyenin ruhunda ve vicdanında tedavi edilemeyen ağır hasarlar, yaralar bırakıyor.

       Ne yazık ki ben de bu ağır yaralarla 30 yıldır yaşayan biriyim. Diyarbakır sözcüğünün geçtiği her cümle yıllardır ciğerlerimdeki o iyileşmeyen yaralara kıymık gibi batıp geçmektedir.

        Cezaevinde haftada iki gün görüş yaptırılıyordu; Çarşamba ve Cuma. Görüş günlerinde sık sık askerlerle mahkûmlar arasında sorunlar yaşanıyordu. En büyük sorun, ziyarete gelenler arasındaki yaşlı insanların Türkçe bilmemesiydi.

     Ziyaretler biz Asteğmenler nezaretinde yapılıyordu ve o sırada Cezaevinde bulunan toplam beş Asteğmen kendi aramızda bu sorunu yazılı olmayan şöyle bir yöntemle Cezaevi idaresine pek fazla fark ettirmeden çözüyorduk: içeriden mahkûm kabinine, mahkûmun yanına Kürtçe bilen bir asker, dışarıdan da ziyaretçinin kabinine Kürtçe bilen başka bir asker koyuyorduk ve çok zor durumlarda birkaç kelime konuşturuyorduk.

       Cezaevi İdaresi bu yönteme fazla ses çıkarmıyordu ama bu işi ben biraz abartmış(!) olacağım ki bir gün bir sarı zarf aldım. İçinden o meşhur yarım sayfalık ince parşömen kâğıtta şunları yazıyordu:

İhtar

Sayın Piyade Atğm. Ferman Karaçam.....tarihinde sorumluluğunuzda yapılan ziyaret  esnasında Türkçenin dışında başka bir dilde görüşme yaptırdığınız tespit edilmiştir.

Tekrarı halinde ilgili yönetmelikler gereğince hakkınızda işlem yapılacaktır. Bilgi edinmenizi...

     Bu kâğıdı katlayıp cebime koydum. Aradan bir iki hafta geçmişti. Cumhurbaşkanı Kenan Evren Diyarbakır' ın, yanlış hatırlamıyorsam Dicle İlçesinde bir İlkokulu ziyaret etti 4. ve 5. Sınıflarda birkaç çocuğa okuma yaptırdı. Çocuklar muhtemelen bir Cumhurbaşkanı karşısında heyecanlandılar ve metinleri doğru okuyamadılar. Bunun üzerine darbemizin kahramanı (!) okullarda Türkçenin yeterince öğretilemediği için esti, gürledi Ankara'ya döndü.

      Bu olayın ardından birkaç gün sonra tüm Cezaevinde Kürtçe konuşmak Kat-i surette (!) yasaklandı.

    İşte bu kat'i surette yasağın konulduğu günlerden birinde ziyaret yaptırıyordum. Koğuşlardan birinin görüşmesinin başlamasından iki-üç dakika sonra dışarıdaki ziyaretçi koridorunda ansızın feryatlar, çığlıklar koptu. Tam o sırada askerlerden biri yanında 25-30 yaşlarındaki mahkûmla birlikte, mahkûmun benimle görüşmek istediğini söyleyerek yanıma yaklaştılar.

     Genç mahkûm şunları anlattı: "ben Hakkâri'nin Uzundere ilçesinden' im. Bir tek felçli ve yatalak annemden başka yakınım yok, evimiz de merkeze çok uzakta. Burada dört yıldır yatıyorum annem ziyaretime hiç gelmemiştir.

          Yakın köylüler buraya gelirken anamı da alıp gelmişler. Yalnız, bu son Kürtçe yasağından sonra bizim oralarda ailelerimize, hapistekilerin yani bizlerin dillerimizi TC dağladı, demişler. Şimdi, anneme dilimi gösterip, sağlamdır diyorum fakat konuşamadığım için annem bana inanmıyor, ağlayıp üstünü başını yırtıyor. Müsaade edin, birkaç kelime Kürtçe söyleyip durumu anlatayım".

      Bu arada dışarıda, dışarıdaki koridorda üç-beş kişinin zapt edemediği yaşlı kadın, tırnakları ile yüzünü kanlar içinde bırakmış, saçlarını yolmaya çalışıyor ve feryadı çıktığı kadar bağırıp ağlıyordu.

       Bu canlı, insanlık dışı trajedi karşısında kendimi güçlükle zapt edip cebimdeki kağıdı genç mahkûma uzattım. Okudu ve bir anda geriye döndü, arkadan yumruklarını sıktığını ve duvara doğru koştuğunu gördüm.....

      Tam 30 yıl geçmiş hala, şu anda bile, bunun ötesini ne hatırlayacak, ne de yazacak takat bulamıyorum kendimde.

       Kenan Evren ve arkadaşları bu ülkenin binlerce gencinin katilidir.

       Yüzlerce defa diriltilip tekrar öldürülseler sadece yaralarımız tazelenir ama aslolan öbür taraftır. Buradan oraya gidip kurtuldular bakalım, oradan nereye kaçacaklar?

   Şair de  soruyor ya ; " siz nereye kaçarsınız/emek alından boşalır/söz girer yürürlüğe, konuşmaya başlarsa kitap..?

Ferman Karaçam

fermankaracam@gmail.com

fermankaracam@twitter.com

https://twitter.com/fermankaracam

facebook.com/ferman.karacam

YORUMLAR 2
  • Muhammet Özdemir 10 yıl önce Şikayet Et
    Onlar da ölecekler, Ferman Bey!.... Evet, Said Nursi de böyle demişti, dünyayı kendine zindan yapanlara... Onlar da ölecek. Düşünün ki, Ariel Şaronlar, George Bushlar... ve de bizim diktatörlerin hepsi "Gafil gezme şaşkın / bir gün ölürsün" türküsündeki gibi bir ölecekler. Ve "Kısa çöp uzun çöpten hakkını alacak" zamanda biz de hakkımızı alacağız. Ziya Osman gibi, "Çok şükür öleceğiz..." Baki selam ve duayla... Muhammet Özdemir
    Cevapla
  • Ayşe Vuslat Acar 10 yıl önce Şikayet Et
    tam bir zulümdür bu anlatılanlar. ve hiç bir zalim zulmüyle âbâd olmamıştır
    Cevapla