Başbağlar, İhsanoğlu ve Aleviler -1
2 Temmuz 1993 günü Sivas'ta yakılan Madımak Otelinde 37 Ozan, Şair ve Yazar’ın dumandan boğulup, acımasızca yakılıp öldürülmesinden üç gün sonra yani 5 Temmuz akşamı, akşam namazı kılınırken, Erzincan’ın Kemaliye İlçesine bağlı Başbağlar köyünde de 33 kişi silahla taranarak ve ateşe verilen köy evlerinde yakılarak katledildi.
Sivas'ta katledilenlerin çoğunluğunun Alevi olmasından dolayı Başbağlarda’ki katliamın Sünnilere karşı bir intikam cinayeti olduğunu hepimiz biliyoruz.
Dahası bu olayın PKK'nın içindeki Alevi kanat tarafından yapıldığını da biliyoruz.
İşin bu tarafı Abdullah Öcalan'ın "olaydan benim haberim yok, eylemi Dr. Baran'ın gerçekleştirdiğini sonradan öğrendim" demesiyle de netlik kazanmış oluyor.
Aslında Başbağlar katliamından söz etmek, Başbağlar’ı yazmak benim için oldukça acıtıcı, kanatıcı ve zor zira ben, o elim olaylarda yaklaşık on yıl İslam, Kadın Aile, İlim Sanat ve Gülçocuk dergilerinde beraber çalıştığım çok genç bir mesai arkadaşımı kaybettim.
Ali, tanıdığım en sessiz, en mahzun, en dürüst ve terbiyeli insanlardan birisiydi.
Veli Kara kardeşimin müdürlüğündeki abone servisinde çalışırdı.
Kendisini ne zaman görsem yüzü aydınlık ve güleçti.
Ali Taşdelen gencecik yaşında ardında, yetimleriyle birlikte kendisi gibi genç dul bir hanım bırakarak aramızdan ayrıldı.
Eminim her iki olayın ardından bugün hala onlarca suçsuz, günahsız dul ve yetim aramızda dolaşıyor, bir türlü kabuk tutmayan yaralarının üzerini kapatmaya çalışarak.
Bu coğrafyada yüzyıllardan beri Alevilerle Sünniler arasında yaşandığı iddia edilen yalan yanlış yüzlerce uydurma masal anlatılır.
Nakledilen ve ne Alevilere ne de Sünnilere asırlar sonra bile hala acı ve gözyaşından başka hiçbir faydası olmayan bu kanlı iddiaların taşıyıcıları da ne yazık ki biziz, kendimiziz.
Kendi cehaletimiz yüzünden bir türlü bu Kan Davasını (!) bitiremedik.
Biz bitirmeyince ve bu kanlı masalları dilden dile taşıyınca da, intikam duygularımızı körükleyen, bizi birbirimize kırdırmaktan çıkar sağlayanlar da sürekli ellerini oğuşturup fırsat kolladılar ve ilk fırsatta gençlerimizin eline ateşi tutuşturdular.
Cumhuriyet’in kurucu kadroları da ne yazık ki bizim birbirimize olan intikam ateşinin altını sürekli beslediler.
İlk zamanlarda Alevilerin adının anılmasına bile tahammül edemeyen, onları Dersim'in Mağaralarında hunharca zehirleyen, toplu katliamlar yapan, yurtlarından süren, ailelerini darmadağın eden kadrolar daha sonra Alevilere şirin gözüküp onları yanına çekti, Alevilerin müdafisi gibi davranıp onları Sünnilere karşı koruyup kolladılar, sözüm ona!
Oysa bu, tamamen, kurucu zihniyetin "görevlerini" devralan CHP’nin çaresizliğinden kaynaklanıyordu.
Çünkü CHP’nin 1920'lerden,1950'lere kadar 30 yıl boyunca inançlı kesime uyguladığı baskı, yıldırma, sürgün ve idamlardan sonra hiçbir sosyal tabanı kalmamıştı.
Çok partili sisteme geçilecek ama CHP'ye kim oy verecekti?
Neredeyse tamamı tarıma dayalı bir ekonomik yapıda işçi yok, memur dersen daha yeni oluşuyor, burjuvası, bürokratı zaten yok.
Kala kala geriye bir tek Alevi köylüler kalıyordu CHP'ye oy verme ihtimali olan.
Böylece CHP’de Mağaralarda zehirlediği Alevilerin çocuklarını sahiplenip onlardan kendine bağlı sivil bürokrasiyi özellikle, üst hukuk kurumlarını; Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Yargıtay’ı oluşturmaya başladı.
Ve ne yazık ki CHP'nin çaresizliğinden dolayı uzattığı bu şirin (!) oltaya aleviler de tutundular.
Ve yine ne yazık ki aradan 90 yıl geçmiş olmasına rağmen bugün hala CHP’nin bir sosyal tabanı olmadı, olamadı.
Olamadığı için de iktidar yüzü göremedi.
CHP bugün de bu çaresizliğine çare bulmak için Türkiye düşmanı odaklarla iş birliğine Evet, demiştir; ilk kez seçimle iş başına gelecek Cumhurbaşkanı seçiminde İKT Başkanı olduğunda kendi görevlerini ihmal eden, sürekli bombalanan Filistin’e sahip çıkmayan, Sisi’ye yaptırılan Emperyal darbeyi alkışlayan ve Riyad, Waşington,Vatikan arasında mekik dokuyarak, Emperyalist kumpasın piyonluğunu yaptığı aşikâr olan bir adamı partisinden aday göstermiştir.
Üstelik "yukarıdan" verilen emir ve yapılan baskı o kadar kesin ve keskindir ki Kılıçdaroğlu, yardımcılarına bile haber vermeden, İhsanoğlu’nun adaylığını kabul etmiş ve partisinde herkesin, yukarıdan verilen bu Emre, kendisinin itaat ettiği gibi itaat etmelerini sağlamıştır.
CHP’nin, İhsanoğlunun adaylığına imza atmasını CHP’nin çaresizliğine düşünsel ve sosyolojik olarak millet çoğunluğu ile temas kuramamasına bağlamak yeterli değildir.
Aynı zamanda kurucu felsefenin siyasal aktörlüğünü yıllarca sol jargon üzerinden yürütmesinin de bir iflası olarak görmek lazım.
Yani CHP İhsanoğlu gibi küresel seçkinlerin dayattığı ve aynı zamanda sözüm ona muhafazakâr kimlikli bir adaya evet, derken; hem kapitalist elitlerin adayına hem de muhafazakâr kimlikli birine evet demiş oluyor ki bu da bir siyasi hareketin kendi kendini inkârı ve bitişini açıkça deklare etmiş olmasıdır.
İnşallah bu yazı konusuna devam edeceğiz.
Ferman Karaçam
https://twitter.com/fermankaracam
facebook.com/ferman.karacam