Fincanımda Cola var ya da Mini Bir Ansiklopedi II
“Daha kitaptan örnekler bile veremeden yazının sonuna da yaklaştığımı görüyorum ancak (…) Fincanımda Cola Var’ın içinden örnekleri çoğaltacağım ikinci bir yazıyı daha sizlerle buluşturmak istiyorum” ve yazıyı noktalarken de: yeni bir yazıda Hoca’nın yerinde tespitleriyle buluşacağız inşallah”
Bu cümlelerin üzerinden çok zaman geçti.
Bu kadar gecikme için hiçbir mazeretim yok. Bir tek açıklayıcı şey söyleyebilirim; mesele, benim tembelliğimle ilgilidir, vesselam.
Gelelim Fincanımda Cola Var’ın içinden bol bol örnekler vereceğim kısmına.
Daha öncede söylediğim gibi, kitap, mini bir ansiklopedi işlevi görüyor adeta, 60’a yakın başlık altında ve 230 sayfa çerçevesinde onlarca konuya değinilmiş.
Bir de şu hoş olmuş; Hoca, kavramları ve şahısları sayfanın ayrı bir yerinde, bir kutucuğun içinde tarif etmiş.
Mesela birçoğumuzun insan sevgisi olarak bildiğimiz Hümanizm’i Hoca, şöyle tarif ediyor.
“Hümanite – Hümanizm: insanoğlunun mevcut şeylerin en önemlisi olduğuna ve doğaüstü bir dünya varsa bile hakkında hiçbir bilgi bulunmadığına dayanan felsefi yaklaşımdır.”
Hümanizm’e de değindiği “Mutsuz insan modeli: inançsızlık” başlığı altında şunları söyler Sadettin Ökten:
“İslam’da Rönesans beklemek ne derece doğru ve biz bir İslami Rönesans bekliyor muyuz?” Soru bu…
Cevap; “Hayır, beklemiyoruz!” Çünkü İslam’ın aşkın öğretisi, geldiği günkü safiyetini muhafaza ediyor: “Ya inanırsın ya inanmazsın…”
Ama Hz. İsa’nın (a.s.) öğretisi diye ruhbanın sunduğu öyle değildi.
Çok akli öge geldiği için artık o gemi, o yükü taşıyamaz hale geldi ve battı. Batması da mukadderdi. Oradan işte Rönesans aklı çıktı, hümanite çıktı. Hümanite, insan sevgisi falan değildir. Hümanite, aklın karşısında insanı Tanrı ile aynı kefeye koyar. Hatta zaman zaman Tanrı’nın üstüne çıkarmaktadır. Ama aklın karşısında…
Burada misyon, kıstas, ölçü “Akıl”dır.
Yine, çok önemli yanılgılarımızdan birine Hoca o yetkin kültürü ve ipek gibi üslubu ile şöyle bir giriş yapıyor:
“Âlemi hep dışarda olarak tanımlıyoruz, yoksa âlem dediğimiz şey kendi içimizde mi?
İnsan-tabiat ilişkisi dediğimizde de aslında insanın kendisi ile kurduğu ilişkiyi mi kastediyoruz?
Madde planında “Nüsha-i Kübra” bütün kâinat ise, “Nüsha-i Suğra” da o âlemin özeti, yani insan…”
Kur’an: “Ben insanı kendi halifem olarak yarattım ve ona Ruh’umdan ruh üfledim ve bütün âlemi ona musahhar kıldım”, diyorsa oradan çıkan realite şudur: “İnsan kendi varlığıyla bir büyük âlemdir!”
Bu musahhar kılınan (itaat ettirilen) âlem, “İnsanın eksiklerini tamamlamak, ihtiyaçlarını temin için yaratılmış.”
Diyebilirim ki, Fincanımda Cola Var önce çağı, sonra da çağın insanını tam bir eleştiri bombardımanına tutuyor. Dışa dönük, yoz, kaba, haşin ve maddeleşmiş yanlarımıza karşı geliştirdiği eleştirel ataklar Hoca’nın bir İstanbul Beyefendisi olarak kullandığı kelimelerin dozajını ve tonunu hiç değiştirmiyor yani Hoca çağı ve çağın insanını silkeliyor ama kendi cümleleri istifini hiç bozmuyor; yerli yerinde, ağır, oturaklı ve fakat vakur, işte bir başka örnek:
“Biz doğaya zulmedersek, o da karşılığında bize zulmederek muhtaç olduğumuz şeyleri bizden esirger; yani aslında biz kendi kendimize zulmederiz… Doğa edilgen bir varlıktır, kendi başına zulmetmez. Doğa bize hiçbir şey yapmaz! Bizim zulmümüz: “Kendim ettim, kendim buldum” var ya, işte o!
Önce kendinize zulmedersiniz. Kalbinize zulmederek başlar her şey ve onu yalnız siz anlarsınız. Sonra bedeninize, en son da çevrenize zulmedersiniz…
Bunların hepsi teklifat-ı ilahiyyedir. (Allah’ın yüklediği vazifelerdir)… Zulüm, Allah’ın yüklediği bu vazifelere karşı olmaktan, muhalif davranmaktan zuhur eder. Öyle de devam eder.
Toplumda da bu bir altyapı oluşturur ve devamlılık tehlikesi barındırır. Herkes öyle yapmaya başlar ve karşılığını kısa zamanda da alır, bu hasis (insanı küçülten, bayağı) menfaattir.”
Sadettin Ökten Hoca, Fincanımda Cola Var kitabında çoğu yazarın başaramadığı önemli bir şey yapıyor, o da şu: Kitap muhtevası itibariyle insanın ve çağın temel sorunlarına parmak basıyor ve hemen hepsine de bir şekilde çözüm önerileri sunuyor, bu tamam.
Fakat bütün bunları yaparken bir ortaöğrenim öğrencisinin anlayabileceği kelimeleri kullanıyor. Öğrencinin anlayamayacağı kelime ve kavramları da zaten kutucuklar içinde açıklıyor.
Yukarıda söylediğime bir başka örnek: “Seküler dünyada tek çeşit muvaffakiyet (başarı) biliyoruz. Peki, muvaffakiyet dediğimiz şey nedir?”
“İnsanların o gün revaçta olan kıymet hükümlerine göre… Skalaya, mânialara göre… O gün revaçta olan usul ve adaba göre… Çözdünüz, üzerinden atladınız veya by-pass ettiniz. Ve unvan kazandınız. Bir muvaffakiyet sayılıyor! Bu, çağdaş dünyada pragmatist kapitalizm’in değer yargılarına göre bir başarıdır.
Peki, bir başka medeniyet tasavvuruna göre acaba bu, muvaffakiyet midir ve sizden beklenen de bu mudur?
Şöyle söyleyelim isterseniz… Mesela bir talebe, bir öğrenci bir dersten başarı gösterdi. Ne yaptı? Sınavı geçti. Eğer bir vazifesi varsa bir tez, bir ödev hazırlayacaksa onu hazırladı, sunumunu yaptı. Diyelim ki sonuç fevkalade başarılı. O halde, sizden istenen bir şeyler var.
Bunu pragmatist kapitalizm de istiyor. İslam da istiyor. Peki, bunlar örtüşüyor mu? İşte büyük problem orada çıkıyor. Çok kısa söyleyelim: İslam’ın istediği, insan olmanızdır… Nasıl insan olmak? İslam Medeniyeti’nin tarif ettiği türde bir insan olmak… Yani vahyin istediği, Resulullah’ın bizzat yaşayarak gösterdiği türde…”
Sadettin Hoca’nın kitabındaki 60’a yakın başlığın arasında aşk yok mu, peki? Var elbette, var ama önemli bir farkla, Sadettin Hoca’nın anlattığı aşk, asıl aşk. Ötekiler ne? derseniz, ona da, moda bir kelime ile cevap verelim; ötekiler de, çakma. Buyurun okuyun:
“Peki, aşk nedir? derseniz, el cevap; “Aşk, hepsinin hükümdarıdır”.
Yunus Emre ne diyor: “Aşk gelicek, cümle eksikler biter…”
Şöyle bir metafor (mecazi anlatım) yapalım… Bir oda tasavvur edin, içinde eşya var, pencereden veya bir kaynaktan ışık geliyor. Bu odaya girip baktığınız zaman oda yarı aydınlanmış; bazı yerler aydınlık görülür, bazıları ise gölgeli, eski tabirle nim-manzur (yarı görülen). Gölgede ne var bilemezsiniz. İşte, “bilgi ve hikmet odası” olarak bunu tarif ediyorlar.
Ama “aşk” geldiği zaman odaya… … Matematik tabiri ile “n” (sonsuz) adet kaynaktan gelen ışıkla beraber artık gölge kalmıyor odada.
Yunus onun için diyor ki: “Aşk gelicek, cümle eksikler biter…” Hayatta fiziki, maddi planda eksik bitmiyor, bitmez ama sizin o odayla alakalı zihninizde ve gönlünüzdeki sualler artık kalmıyor. Her şey aydınlanmış oluyor. Hayatla, varlıkla, hâsılı her şeyle probleminiz kalmaz aşk gelince… diyorsunuz…”
Hoca kitabın sonlarına yaklaşırken bir başka önemli konuya değiniyor. Hatta biraz iddialı bir şekilde diyeceğim ki, Türkiye’nin 90 yıldır tartıştığı çok önemli bir konuya değiniyor: Aydınlanma. Ve bakın bu konuda neler söylüyor Sadettin Ökten:
“Aydınlanmanın Türk Versiyonu Tutmadı!
Bu toplumun muhtelif kesimleriyle çok olmasa da temas halindeyim. Gazetelere baktığımda, televizyonları takip ettiğimde, insanlar ile görüştüğümde şunu görüyorum: Her kesimden birçok insan; “Yahu bu iş olmuyor, bu gidiş iyi değil” diyor. Bir şey eksik, bir şeyi gözden kaçırıyoruz.
Eksik olan şey ise Cumhuriyet aydınlanmasının, yatırımların, kalkınmanın ötesinde… Toplumda mutabakat oluşmuyor. “Aydınlanmanın” bize ait versiyonunun Türkiye’de olmadığını, tutmadığını herkes söylüyor.
Kimi “vah vah” kimi de “iyi ki” diyerek…
Stefan Zweig’ın, “Yıldızın Parladığı Anlar” diye bir kitabı var. Stefan Zweig, Batı Uygarlığına I. Dünya Savaş’ından önce inanmış bir adam. Bir Orta Avrupalı ve bu uygarlığın içinde yaşıyor. (Orta Avrupa çok mühimdir. Anglosakson anlayışı biraz daha ticarete dönüktür ama Orta Avrupa kendi içinde üretir. İşte Frankfurt Okulu, Viyana Okulu vs. onlar çok önemli. Bach’ı, Hegel’i vs.)
Stefan Zweig, I. Dünya Savaşı çıkınca, “Nasıl oldu bu cennetin ortasında bu kan?” diyor.
Yani, kendisi bir paradigma değişikliğini şaşkınlıkla ifade eder. Olmaz, “bir anda” olur. Stefan Zweig, “Talih, tesadüften geçer.” der. Dolayısıyla medeniyet tasavvuru, bir paradigma değişikliğidir. Hiç kimse, onun nasıl olduğunu “akli” açıdan bilemez.
Peki, medeniyet tasavvuru gökten mi iniyor? Evet, gökten iniyor. Bunu çok da yadırgamamak lazım.”
Mümkün olduğunca kitaptan önemli alıntılar yaparak sizlerle buluşturmaya çalıştım. Fakat gerek boyutları, gerek üslubu ve gerekse yetkin ve birikimli bir şahsiyetin tespitleri akıcı ve kolay anlaşılır bir Türkçe ile sunulduğundan dolayı, kitabı özellikle gençlere tavsiye ediyorum.
Fincanımda Cola Var Tutikitap’tan çıktı ve yayınevinin ilk kitabı.
Ferman Karaçam
fermankaracam@gmail.com
fermankaracam@twitter.com