Dil yaramızı yeniden konuşmak…
Bazı şeyleri yeniden ve yeniden konuşuyor olmak ne acı…
Bir tarafta “tarih icadı”yla yaralanmış bir hafıza, diğer tarafta “dil icadı”yla…
Sayın Mahir Ünal’ın sözlerine, “Mal bulmuş mağribi” gibi zıplayan kitlenin, günlük politik kırılganlıklarla hareket ettiğini çok iyi görmek gerekiyor…
Zira yakın tarihte ve hakikatte nelerin olduğunu, alanında çok yetkin şahsiyetler çok açık delilleriyle ortaya koydular, koymaya da devam ediyorlar…
Yazılan onca bilimsel makaleyi, tezi ya da kitabı görmezden gelerek, siyasi tartışmaların asla çözemeyeceği derinliklere kulaç atmaya kalkmak, buna cesaret edenleri tarih önünde oldukça zor bir sınavla karşı karşıya bırakacaktır…
“Tarih ya da dil icadı”yla hafızaları sıfırlamaya çalışanların hiç hesap etmediği gelişmeler, hafızayı yaşatanlarla hafızası silinenler arasındaki çatışmalar, sanıldığından çok daha derinlerdedir…
Burada asıl mesele bir alfabe değişikliği değildir diye düşünüyorum…
Zira kavramların hangi işaretlerle ifade edildiği meselesi bir yere kadar önemlidir…
Bir alfabeyi tercih etmemek de anlaşılabilir bir şeydir…
Lakin onu hiç kullanmamış kişilerin peşin hükümleri de ciddi bir önyargının ve ezber bir icadın eseridir…
Bunun ne demek olduğunu o alfabenin içine doğduğu için özel hayatındaki notlarını -duygularını daha iyi ifade edebildiği için- Osmanlı Türkçesiyle tutmaya devam eden İsmet İnönü’ye sormak gerekir…
Bu saatten sonra geriye dönmeyi düşünmek de başka bir kültürel travma olur…
Onun için de hiç kimsenin böyle bir özlemi olabileceğine inanmıyorum…
Ama bu hakikat, tarihte nelerin olduğunu konuşmaya engel olamaz…
Zira Sayın Cumhurbaşkanı’nın da daha önce vurguladığı şey aslında “dilde sadeleştirme” çalışmalarıdır…
Sayın Mahir Ünal’ı linç etmeye kalkan kitle, özelikle işin bu kısmını yok sayan bir dil kullanıyor…
Kurulan cümlenin gerçek anlamını görmezden gelerek ve zorlama bir yorumla içindeki “Cumhuriyet” ifadesini öne çıkarmak, hakkaniyetli olmamıştır…
Görevden affını istemesinin asıl sebebinin de bu aşırı yorumlarla gelinen nokta olduğu kanaatindeyim…
Kişisel birikimiyle bu tartışmanın bilimsel ayağında pekâlâ var olabilecek iken, kırılgan siyaseti aşan kısmında olmanın partisine zarar vermesini istemediği kanaatindeyim…
Çünkü bu hakikatleri çok daha öncesinde en çok ve en cesur dile getirenler sol tandanslı akademisyenler olmuştur…
Cumhuriyetin kendisinin bir değer olarak ortaya çıkışı başka bir şeydir, onun çatısı altında yapılan yanlışlar başka…
Bu yanlışlar da -bir değer olarak- Cumhuriyetin kendisine ait olamaz…
Bu hakikat de, bu çatı altında birilerinin açtığı yaraları konuşmaya engel olamaz/olmamalı…
Tıpkı en ideal sistemlerde bile yapılan yanlışların sisteme mal edilemeyeceği gibi…
Kendi kendine “Kültürel Soykırım” uygulayan kaç millet vardır bizim gibi?
Tarihine, inancına, müziğine, derin kavramlarına savaş açarak…
Bu gerçekleri artık unutacak mıyız?
Hiç sanmıyorum…
Ne diyordu Prof. Dr. Teoman Duralı Hoca; “Gen soykırımının kılıç artığı vardır ama kültürel soykırımdan kimse sağ kurtulamaz…”
Evet, en sağlıklı olanımızın bile, değerlerinin ciddi anlamda yaralı olduğu çok açık değil mi?
Şayegan’ın ifadesiyle; “yaralı bilinç” sahibiyiz hepimiz; az ya da çok…
Bu yaraları açan Nurullah Ataç gibileri ve onların uydurma “çok oturgaçlı götürgeç” gibi daha nice safsatalarını yok mu sayacağız?
“O uyduruk kavramlarla felsefe yapılamaz” gerçeğini dile getiren büyük fikirlere inanmayacak mıyız artık?
Tamam, artık geri dönemeyiz/dönmemeliyiz de ama Latin Alfabesine “dedemin alfabesi” muamelesi de çok ironik değil mi?
Olan oldu…
Ama artık bırakalım da safralarımız dökülsün ve yaralarımız iyileşsin…
Hiç olmazsa buna tahammül olsun…
Aksi hâlde bu yaraların kabuk bağlaması mümkün olmayacak…
DİRİLİŞ POSTASI